31 Ocak 2009 Cumartesi

sis ve kısa kısa





  • Sis, fotoğraf için son günlerde üzerinde düşündüğüm bir konuydu, elime bir fırsat da geçti, yukarıdaki fotoğrafı çektim. Fotoğraf çekerken belli bir konuya dair ilk çalışmam ile son çalışmam arasında çok ciddi farklar bulunuyor. Öncelikle konuya bakışım oturuyor, kompozisyonum gelişiyor, “nereden bakmalıyım?” sorusunun cevabı kendiliğinden geliyor. Fotoğrafla haşır neşir olmaya başladıktan sonra beni gelip bulan, yakama yapışan üç başlık oldu. Bu üç konu peşimi neredeyse hiç bırakmadı. gölgeler, damlalar ve çay süzgeçleri. Çay süzgeçleri bir süre sonra sonra yerini yağlı boya süzgeç baskılarına kadar uzandı. bir ara onları da buraya iliştiririm.
  • Bu günlerde yemek yapmak ruhuma iyi geliyor.
  • Kolçaklı sandalyeleri oldum olası hep çok sevdim, çok imrendim.
  • Elektrik ve su tesisatçılarından yana çok sıkıntılıyım. Elektrik düğmelerinin bir odada aşağı, başka bir odada yukarı doğru açılır şekliyle koyan zihniyet benim düşmanım. Elektrik düğmesine aşağı doğru bastığında elektrik açılır benim bildiğim. Yanlış mı biliyorum? Ama yok onlar kafalarına göre daha doğrusu ellerine nasıl denk gelirse yerleştiriyorlar. Mutfakta aşağı doğru açılan elektrik, çalışma odamızda yukarı doğru, salonumuzda –iki düğme var- birinde aşağı birinde yukarı doğru açılıyor, bu duruma çok canım sıkılıyor.
  • Bunun bir benzeri musluklarda oluyor, mavi soğuktur sevgili tesisatçı, sen yine kafana göre yerleştirmişsin, ebeveyn banyosunda mavi sıcak, koridordaki banyomuzda mavi soğuk anlamına geliyor. Birinde sağa diğerinde sola çeviriyorum. Ben hep bunları senin yüzünden aklımda tutmak zorunda kalıyorum. Abuk subuk şeylerle beni meşgul ediyorsun, hafıza kapasitemi düşürüyorsun, canım buna da çok sıkılıyor.
  • Elektrik demişken kesinlikle tavan aydınlatmalarında rahat edemiyorum, Çıplak ampulden iğreniyorum, Abajuru çok seviyorum. Masa lambalarının hastasıyım. Lambader denilen o ayaklı ayarlı şeylere bayılıyorum. Bu arada tam 9 yaşına basacak bir lambam vardı İstanbul’daki evimde, ayarlı olanlardan. İstanbul’dan taşınmamızın üzerinden bir ay geçmişti ki fark ettim yokluğunu, aa hani bizim lamba ayol, çıkmadı mı? Sonra fark ettik ki evet biz o kocaman lambayı bomboş salonun ortasında nasıl bir telaşsa artık bırakıp gelmişiz. Oklavamı da unutmuşum onu anlayabiliyorum da lambaya kafam takılmadı değil.
  • Birçok kişide bu vardır, popüler olanı takip etmeyi istememek. Eğer bir şey çok okunuyor, çok izleniyor, çok dinleniyor, çok satıyorsa ben arkama bakmadan kaçıyorum. Kaçtığım şey bazen muazzam oluyor. Kaçma noktasının bir denge – zaman periyodu var. İşte o denge noktası geçip gitmişse oooo yakalamam imkansız. Popüler olmadan yakaladın yakaladın, yakalayamadın mı kaçtı gitti. Kim bilir Issız Adam’ı ne zaman izler, Masumiyet Müzesi’ni ne zaman okurum. Piyasaya çıkmış ve henüz dillere düşmemiş ve ben izlemeye başlamışsam işte süper. Lost bunlardan biri oldu. Ayar noktasında yakalayıverdim, Eğer lost izlemeye bir hafta daha geç başlasaydım şu an lost nanesinden haberdar olmayacaktım. Olacaktım da işte kulaktan dolma olarak. Yoksa izlemeyen bile biliyor şimdi o adayı ve neler olduğunu. Desperate Housewives ıskaladığım bir diziydi bu arada. Hiç unutmam bu dizi yayınlamaya başladığında lost kadar olmasa da İstanbul şöyle bir titremiş, Beyoğlu Cambaz’da dizi gösterilir ve ardından özel geceler düzenlenirdi. Ne zaman üzerinden başka diziler geldi geçti, pop durumu hafifledi ve böylece nihayet ben de izleyebildim baştan sona yayınlanmış bölümlerini, huuuup diye bir çırpıda bitiriverdim. İyi de ettim.
  • Bir de şöyle bir şey var bende, bir dizi izliyorum mesela cnbc-e’ de. bir bölümünü kaçırmışsam öldür allah izleyemiyorum devamını, sırf bu yüzden heroes, my name is earl ıskaladığım dizilerden oldu. Oğuz yalvardı, bir bölüm kaçırdın yahu anlarsın, hem devam dizisi değil bu, her bölüm yeni bir şey oluyor yakalarsın, bak şu oldu bu oldu, yok şekerim olmuyor işte, o bölümü izlemem lazım, ne yapıyorum bu durumda, sezon sezon bölümlerini satın alıyorum ve sonra bir çırpıda izleyiveriyorum.
  • Pınar Altuğ doğum yapmış, ismini “Su” koymuşlar. Analı babalı büyüsün inşallah. Pınar, Yağmur, Su üçlemesi de süper olmuş kabul ediyorum ancak gazetedeki “işte Pınar’ın Su’yu” manşetine de gülüyorum. Ay neden böyle şeyleri transit geçemiyorum. Bırak atsın adam istediği gibi manşet, oynasın kelimelerle, onun işi bu, eline fırsat geçmiş. Bak bu arada aklıma şimdi geldi bebeğin ismi Damla’ da olabilirmiş bak. Hani yağmurdan, pınardan bir parça değil midir damla… ay neyse, banane..
  • Direkt kelimesini direk yazan gazetecileri şöyle bir iki tokatlayıp kendilerine getirmek istiyorum.
  • Yazım hatalarına tahammül edemiyorum. İş yazışmalarında soru eklerini ayırmayan, soru işareti koymayı gereksiz bulan o parmaklara yerimden kalkıp üşenmeyip yanlarına gidip cetvelle vurmak istiyorum. Bazen kendimi tutamayıp laf arasında yazım hatasını düzeltmeye çalışıyorum, ne işe yarayacaksa. Bunlar elbette kitap okumadığımız için başımıza geliyor. Operaya ilgi duymadığımız, baleden sıkıldığımız, kitap okumayı yorucu bulduğumuz, resim sanatını kavrayamadığımız, tiyatroda uyukladığımız bir gerçek. Kimse inkar etmesin.
  • Fotoğrafa da resim diyoruz bu arada, unuttum sanmayın.

29 Ocak 2009 Perşembe

zübeyr bal


Yarın Davutpaşa'daki maytap atölyesindeki patlamanın birinci yıl dönümü.

Zübeyr Bal orada hayatını kaybedenlerden sadece bir tanesi. Zübeyr seni unutmadık demek istiyorum.


Peki Zübeyr Bal kim midir? Zübery Bal bu ülkenin insan gibi yaşamasına izin vermediği insanlardan sadece biri. Altı yıl maytap atölyesinde çalışıp sigortası olmayan, sigortası olmadığı için hastaneye gidemeyen, 31 ocak 2008 de Davutpaşa' daki patlama olmasa hastalıktan, hastalıktan olmasa açlıktan ölüme mahkum edilecek biri. "sen en iyisi öl Zübeyr" dedik ona tam bir yıl önce. "öl ve kurtul bu hayattan". insan gibi yaşayamadıktan, insan olmanın bir değeri olmadıktan sonra, kim takar seni, kim takar senin sigortalı olup olmadığını. biz şu an senin sigortandan, aldığın maaştan, can güvenliğinden çok daha önemli konuları incelemekle meşguluz. Senin karnının aç olup olmaması zerre umurumuzda olmadı. bu ülkede nice Zübeyr bal var. Aslında hayatı olmayan. aslında yaşayamayan. yok sayılan. görmezden gelinen ve yitik, kaybetmeye mahkum, maalesef dilim varmıyor ama insan yerine konulmayan nice Zübeyr. Bağcılardan Davutpaşa'ya yol parası vermemek için yürüyen, yürürken üşüten ama hastaneye gidemeyen Zübeyr, huzur içinde uyumaya devam et. Gerçi nereye gittiysen orası buradan daha huzurlu olmalı. Zübeyr Bal'ın kaybolan hayatından, hayatının bu şekilde olmasından hepimiz sorumlu, hepimiz suçluyuz. aferin hepimize.

15 Ocak 2009 Perşembe

kök salmanın huzursuzluğu



Bu fotografı çekmek için çok uğraşmadım. Fotograf makinemi alıp mutfak penceremden bakmak yeterli oldu. Evet böyle bir manzaram var işte. Dışarı baktığım zaman gördüğüm kare bu şekilde. Bu kareye girmemiş iki blok halinde on katlı bir inşaatın yapım çalışmaları da var itiraf ediyorum. Ama durduk yerde görüntü kirliliği olsun istemiyorum.

Biraz sessiz geçen günlerimdeyim. Zaman zaman ağlıyorum, zaman zaman çeşitli sıkıntılara gark oluyorum, günlük depresyonlara giriyorum, çıkıyorum, gülüyorum, kahkaha da atıyorum. Sanırım kök salmaya, toprağın derinliklerinde filizler patlatmaya ve derinlere inmeye çalışıyorum. Sıfırdan başlamak sanıldığı kadar kolay olmuyor. yetişkin olmakla yüzleşiyorum.

Üniversiteyi kazandığım ve yeni bir şehirde yaşamaya başladığım dönemde aynı sıkıntıları yaşamıştım biliyorum. Sonra bir şekilde kendiliğinden uyum sağlamıştık birbirimize yeni şehrimle. Kendime yeni bir uğraş bulmuştum, o uğraş benim kök salma çalışmalarımı hızlandırmış, kırılmış dallarımın yaralarına elzem olmuştu, fotoğraftı beni istanbul’a hazırlayan. İlk yıl hiç yaşanmamış, ikinci yılımda nefes almaya başlamıştım. Buna benzer sıkıntıları şimdi de yaşıyorum. Beni sarıp sarmalayacak bir uğraşı bulmanın savaşını veriyorum. Bu yeni yerin beni ben farkında olmadan içine almasını bekliyorum. Bazen kolay yolu seçip buradan da gitmeyi istiyorum sanki bir çözümmüş gibi. ama hayalimde bile yeni bir taşınmayı düşünemiyorum, düşleyemiyorum, hem nereye! Bunu bile bilmiyorum. Bir neverland var istediğim. şimdilik güçsüz bir dönemimdeyim, yeni doğmuş bir ceylanın ayaklarının üzerinde duramayıp sürekli yere kapaklanması gibi bir süreç yaşıyorum, biraz depresif, biraz sessiz, kendimi kandırmak için yeni oyunlar bulmaya çalışan umutsuz bir çocuk.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Elimden birşey gelmiyor

Aslında yazacak çok şeyim var, bir türlü elim gidip ne yeni yıl ile ilgili birşeyler yazabildim ne de diğer şeylerimi.
şimdilik kısaca tutunmaya çalışıyorum. ne elim gidiyor tuşlara, ne de aklımdan geçenler dökülüyor yazıya.
dünyada savaş varken birşey yapmak isterken yapamıyorum. hem neyim ki ben, bu dünyada uzaydan bakıldığında hiçbirşeyim. gazze'de olanları durduramam, bir çocuğun ağlamasına engel olamam, bir annenin feryatlarına sebep evlat acısını saramam.
ben hiçbir şeyim bu dünyada.
herkes hiç kimse.
haberleri izlememek, gazeteleri okumamak savaşın dinmesine çözüm olmuyor, yapamıyorum. sadece üzülüyorum.
savaşsız bir yıl diliyorum. hepsi bu.

27 Aralık 2008 Cumartesi

Annenizin istediği kızlardan mısınız?

bazen ben bile inanamıyorum İstanbul’un kaosundan firar ettiğimize.

kariyer, üst düzeyde esir yönetici, çok paralar kazanmayı hedefleyen kitlenin bir üyesi olmak gibi amaçların peşinde koşmadığımı düşünürsek iyi de ettik. Ha neyin peşinde koştun derseniz, hayatta bir şeylerin peşinde koşmak gerektiğine de inanmıyorum ki. Önüme hedefler koyup onların peşinden gitmiyorum, gidemiyorum, elimden gelmiyor, bir şekilde o yoldan çıkıyorum, amacımın ne olduğunu unutuyorum. Çok sonra anımsıyorum ama iş işten geçmiş oluyor, amaç edindiğim yol benim gözümde değerini yitiriyor, anlamsızlaşıyor, peşinden gidecek bir yol olmaktan çıkıyor. Somon balıkları gibi bazen nehrin akışının tersine yüzerken buluyorum kendimi. nereye gittiğimi bilmeden bir yerlere yol alıyorum. Evet genetik hafızaya inanıyorum.

Belki sırf bunlardan ötürü annemin istediği bir kız olamadım. O ne kadar giyim kuşamına önem verirse, takıp takıştırır ve üzerine bir şeyleri yakıştırırsa ben hep tam tersi oldum. Çıtı pıtı hanım hanım olamadım, şöyle topuklularım üzerinde kuğu gibi salınamadım, giydim kırmızı adidas’larımı, taktım sırt çantamı, hep avare oldum, ayakları yere basmayan oldum. Hayalperest oldum, oldum da oldum ama istenilen gibi olamadım. zaman zaman sırf annemi mutlu etmek için bir mağazaya giriyorum, şık bir şey buluyorum tam annemin istediği gibi, ağzı yüzü kaymayan, şıkır şıkır işte. Alıyorum ve mağazada çok şık olan o giysi ne oluyorsa benim evimde bambaşka bir şeye dönüşüyor, tam böyle spor bapuçlarla giyilebilecek bir şey oluyor. Ben ne yapıyorum ediyorum büyüklerin abiye dediği o şeyi paspal bir şeye dönüştürmeyi başarıyorum, aferin bana. Sonra böyle düğün-bayram gibi ziyaretlerde yine en çirkin, en şey ben oluyorum. O şey neyse işte. Anneme göre, kazık kadar kadın oluyorum, para da kazanıyorum ama o parayı kitap, dvd, sinema, konser gibi gereksiz şeylere harcayabiliyorum da adam gibi bir kıyafet almaktan nasıl da aciz oluyorum.

Topuklu ayakkabı konusu bambaşka bir şey zaten. Cansu ve ben, Almanya - İstanbul uluslar arası telefon hattını tam 20 dakika sırf bu topuklu ayakkabı üzerine meşgul ettik, ters dedik bize, ruhumuza ters. Ütü çizgili pantolon uzak bir diyarın giysisi bizim için. Neyse ki kıyafet açısından hep free olabileceğim iş yerleri seçtim kendime, kendimi o şekilde kabul ettirebildim. Bir müşteri ziyaretim olduğu vakit, çıkardım üzerimdekileri işyerinde, giydim ütü çizgili şeyleri ve topuklularımı, gittim görüşmeye, sonra gelir gelmez ofise, daha asansör bitiminde çözmeye başladım düğmelerimi, olmuyor işte alışmamış şeyde don durmuyor. sonra ayacıklarım öyle alıştı ki spor ayakkabı giymeye, new balance’ ı keşfettiğimde bayram etti onlar da. Yaşasın konforlu yaşam.

Her kadının annesi ile ilişkisi farklı yoğuruluyor ve temeller çok küçük yaşlarda atılıyor. Anlıyorum ki bizim temelimiz sapasağlam. Annemden uzaklara gitmeye gücüm olduysa da kanadımın bir ucu hep ona dokundu, ondan ses aldım, nefes aldım, yaptıklarıma onay aldım. Anneler böyledir, bağımsız olmamızı isterler elbet ama onlardan kopup gitmemize de izin vermezler. annemi hep çok sevdim, belki çok sevdiğim için zaman zaman aramıza kara kediler girdi, soğuk rüzgarlar esti, hala da mevsimi geldiğinde bir sebep bulur alırız aramıza o kediyi. günde 15-20 dakika telefonda konuşmazsak rahat edemeyiz o ayrı. Her gün konuşsak dahi ertesi gün için gerekli malzemeyi konuşmamızın üzerinden 12 saat geçmeden toplayabiliyorum. Sanıyorum ben doğarken doktor göbeğimi kesmeyi unuttu, hala bir şekilde ondan besleniyorum. Şimdi Edirne’ye onun yamacına, dizinin dibine taşındık, sohbetlerimiz telefondan yüzyüze görüşmelere, karşılıklı kahvaltılara, kahve keyiflerine dönüştü.

Sapasağlam bir annenin kızı olmak benim hayatımdan beklenenlerin çıtasını da yükseltiyor. yürekli, dimdik, hastalıksız, kedersiz olmamı zorunlu kılıyor başımdaki anne. Güçlü olmak doğuştan gelmiyor, sonradan ediniliniyor, bana göre çok zor koşullarda verdiği yaşam mücadelesi onu güçlü kılmış, yenilmez kılmış, kol kırılmış yen içinde kalmış, kimselerden destek istememiş, hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmiş. Böyle bir annenin yanında çok ama çok duygusal bir babanın kızı olmak beni köşeye sıkıştırıyor. Babam nasıl sulu gözlüdür yarabbim, evlere şenliktir, yufka yüreği kuş gibi atar, en ufak şeylere hüzünlenir, biri gelir öper yanaklarından hoop duygulanır, haber kuşağını izler, duygulanır. Yatılı misafir sevmez çünkü gidişinde yaşayacağı hüzünden bunalır. Üniversite yıllarımda yurttan bir arkadaşım bize geldi ve bir haftamızı beraber geçirdik Edirne de. Babam, bir haftanın sonunda arkadaşımı otobüsün yanında uğurlarken iki gözü iki çeşme “ yine gel tamam mı?” dedi Seda’ya. Seda şaşkın, babası ağlayarak uğurlamamış onu İstanbul’a, erkekler ağlamaz ne de olsa. Böyledir benim babam. Dünya nimetlerini ikram etmeyi sever, poşet poşet market alışverişi yapıp oğullarının evine taşır karıncalar gibi, gecenin kör vakti annem sırf laf olsun diye “Salih evde deterjan bitti” derse dediğine pişman olur. Çünkü babam o deterjan o an alınmazsa uyuyamaz. kalkar gider alır o deterjanı, ha olmadı, açık bir yer bulamadı da alamadı diyelim, sabah altı bilemedin yedi babam ayakta, marketin kapısında. kirli çamaşırlar peşinden kovalayacak sanki. Ona göre bugünün işi yarına bırakılmamalıdır, hatta yarının işi yarına da bırakılmamalıdır, bugün yapılmalıdır. 31 yıllık yaşamımda tez canlı gördüm ama babam gibisini görmedim. Mesela sabah uyandığında traş olması gerekir ama sabaha bırakamaz işini, geceden olur, sabah içmesi gereken ilacı dayanamaz kalkar gecenin bir yarısı içiverir, böyle pimpirikli, duygusal, vicdanlı, canımın istediği bir şey var mı diye etrafımda pervane olan bir baba figürü benim için kale gibidir. Bugünlerde market alışverişi yapıp bırakılması gereken bir kapı daha çıktı şimdi onun karşısına, ben geldim yine hayatlarına. ama o mutlu, ben size bakarım diyecek ve 70 yaşında hala canla başla çalışabilecek kadar. Bir kriz ve By-pass atlatmış bir kalp ve vücudunda fermuarlarım dediği diğer ameliyat izleri ile bence süperman, süperotesi gizil güçlü babaların babasıdır ki işim onun açısından baktığımda da zordur. Onlardan daha güçlü, daha yürekli, daha verici olmayı nasıl başarabilirim?