30 Kasım 2010 Salı

Kasım Filmleri





28 Kasım 2010 Pazar

33'ün ahengi Çelloyu kucaklarken

Çok zor bir doğum olmuş benimkisi. Ambulansa konulup hastaneye vardıktan sonra annemin sancıları ortalıktan kaybolmuş. Gelen doğurmuş, giden doğurmuş, annemden ses yok. En nihayetinde doktorumuz gelmiş, muayenesini yapmış, "vaktimiz doldu, bebeğin ve senin durumun riske giriyor" diyerek ameliyathaneye hazırlanın emrini vermiş. Sezaryen usulle doğum gerçekleşmiş. Annem böyle anlatırken bunları dinlemek pek hoşuma giderdi küçükken, yani biraz daha bekleseler ölecek miydim diye durumu onaylatmaya çalışırdım, çizginin ucundan hayata dönmek çocukken bile kulağıma güzel gelirdi. Tuhaf.

Ailede üç erkek sonrasında tek kız coşkuyla karşılanmış elbet. İnanılır gibi değil. Şaka olmalı diye düşünülmüş. Hiç hesapta yokken oluvermişim üstelik. Demek o zamanlar ultrason yok. Doğmadan önce cinsiyetimi bilmediklerine göre. Olmaz tabi. Sene 77. Yay burcunun ilk haftasına teşrif etmişim. Burçlarla aram yok ama yine de yay burcu olmak güzel gelir bana. Doğum sonrası annem tamıtamına 45 gün hastanede yatmış. Niye o kadar yattığını soruyorum, o da bilmiyor. O zamanlar öyleydi cevabı ile geçiştiriyor beni. 45 gün sonra beni kucağına alıp hastaneden dışarı çıkarken gözlerim fıldır fıldırmış. Etrafı meraklı gözlerle inceleyerek eve gelmişim. Ha bir de doğumuma ilişkin evde en çok konuşulan simsiyah saçlarım olurdu. Alman bebelerin arasında hemen farkediliyormuşum. İşin tuhaf tarafı Türkiye'ye dönüş yaptığımızda yani ben henüz 1 yaşındayken ilk saçlarım dökülmüş, yerine sapsarı saçlarım olmuş.

Annem kendisine hastanede gösterilen ilgiden sözeder o günleri anılarından çekip çıkardığında. Sabah odasına gelen hemşire elinin tersiyle annemin yanağını okşar, saçlarını bir güzel tarar, sabunlu bezlerle vücudunu silip misler gibi kokmasını sağlarmış. Ben anne sütü konusunda isteksiz, süt dolu memeye yapışıp cork cork karnını doyurmaktan uzak inatçı bebe olarak ilk günlerimi karşılamışım. Süt sağılarak biberona doldurulur ağzıma verilirmiş. Annemin memesiyle olan münasebetimin bu kadar sınırlı olması bizimkileri bir süre sonra hazır mamaya yöneltmiş. O günlerde topaç gibi yusyuvarlak oluşumun suçlusu Alman hazır mamalarıdır başkası değil.

Şu geçen yılıma dönüp baktığımda, -ki her insan böyle günlerde geriye dönüp şöyle bir bakar istemese bile!- kendimle uyumlu olduğumu görüyorum. 33 üncü yaş gerçekten güzelmiş. Tahminimden çok daha güzel. Yaşamla içiçe olmayı hep isterken ama pek başaramazken, işte bir bakmışım istediğimi bu yaşımda gerçekleştirivermişim. Zorlanmadan, huzursuzluğa kapılmadan, etrafımdakilerle didişmeden. Tamam tamam, daha az didişerek diyelim ortada buluşalım ...

Bu yıl sevdiklerimden çok ama çok şahane doğumgünü hediyeleri aldım, doğumgünümden aylar önce. Ancak bu sabah kalktım kafamın içinde bir tilki dolaşıyor sinsi sinsi ve "o hediyeler doğumgünü hediyesi sayılmaz çünkü zamanından çok önce verildiler " diyor. Hımmm gel de bu tilkiyi dinleme şimdi... Çok çeldirici di mi? :) Ben şimdi evin içinde şöyle bir dolaşıp tilkiyle nasıl başedeciğimin yollarını arayayım. Sonra bir ara gelir mumları üflerim.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Akşam üzerinde planlar yaparken

Ofisin içinde hapşırıp burnunu çekenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Ben şimdilik gayet iyiyim. Meyveden bu kadar uzak durmama rağmen. Neredeyse HİÇ tüketmiyorum. Geçen akşam zorla bir mandalinayı bitirdim. Diyorum ki bugün iş çıkışı çarşıya gitsem. Güzel bir meyve sıkacağı alsam. Eve giren havuçların bile suyunu çıkarıp kendime ve Oğuz’a güzel kokteyller hazırlasam. Güzel plan. Sağlıklı.

Kuaföre de gitmem gerek. Saçlarımın uçlarından aldırmam için. Uzatıyorum ya. Güzellik için değil de sadece sağlıklı olmaları için kestirsem. Sonra diyorum saç düzleştirici aletlerden de mi alsam kendime. Almakla kalmayıp kullansam... Düşündüm de kuaför işini başka bir güne erteleyelim en iyisi. Hepsi bugüne sıkışmasın. Evet.

Peynir konusu bir çok kişide olduğu gibi bizim evde de çok hassas. Ailemizin peynircisi çarşıda. Tereyağ da yapıp satıyorlar hem. Yerel bir marka ama süt ve süt ürünleri konusunda harika iş çıkarıyorlar. Çarşıya gitmişken peynir de alırım. Evdeki bitmek üzere.

Bir zamanlar ailemizin cdcisi vardı. Vardı diyorum çünkü artık filmleri ve dizileri internet üzerinden izliyoruz. İşte ailemizin cdcisi Can abi ve Necibe abla nasıl tatlı insanlar. İkisinin de gözlerinde ışık var. Can Abi şeker hastası. Hasta olduğu günler dükkana gelemiyor. Evin alışverişi için çarşıya çıkmıştım bayramdan hemen önce. Yufka, peynir, tavuk gibi şeyleri almak için. Dönüşte balıkpazarından da geçmiştim üstelik, geçerken hamsilere tav olup bir kilo da ben almış eve dönüvermiştim. Ama işte eve dönmeden önce onlara uğramıştım. İyi bayramlar dilemek için. Can Abi yoktu yine. Bugün çarşıya gitmişken belki onlara da uğrarım. Kısacık.



Pazar günü direksiyon sınavına gireceğim. Yazılıdan söylemesi ayıp 100 aldım. Ama 100 aldığım için çok korktum. Kopya çektiğimi düşünürlerse diye. Kpss’deki olaylardan sonra insan 100 almaya da korkuyor yahu. Hı ne diyordum, sınav demek benim için özgürlük demek. Günün birinde sınavla özgürlük kavramını bir araya getireceğimi aklıma bile getirmezdim. İşe bak.


Çok çok hareketli günleri geride bırakıp artık rutin hayatımıza dönmenin arefesindeyiz. Birbirine benzeyen, hareketsiz, durağan günlerimiz olsun hep. Hayat yavaş yavaş akıversin. Akşamlarımızı sıcacık evimizde geçirelim. Amin.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Bir bakalım

Neler oldu bir bakalım...
Bayram geldi geçti. Anlamadık. Annemlerin hem bayram hem geçmiş olsun ziyaretçileri vardı. Kafam oldu bir dünya. Şikayetçi değilim canım, çok güzeldi.

Geçen hafta bugün babamın hemşiresi aradı. Akşama iğneye gelemeyeceğinin haberini verdi. Babamın kan sulandırıcı iğneleri için her akşam bize geliyordu. Hayırdır dedim. Bugün düştüm, ayağımda yan bağlar koptu, hastanede yatıyorum, siz de zor durumda kalmayın haber vereyim istedim dedi. Bize arabasıyla gelip gidiyordu. Nereden bulucaz şimdi hemşire, üstelik bayram üzeri o kadar gün tatil derken, Sezen'e sordum. Bize hemşire lazım. O nasılsa bilir. Eczacı dediğin doktor ve hemşirelerle nasılsa haşır ve neşir. Aaa lafı mı olur dedi ben gelir vururum. Üst katımızda oturuyor hem. Tatilde bir yere de gitmiyormuş. Sorunu çözdük. Kolayca.

Bugün babamın doktor kontrolü var. Büyük ihtimalle son görüşmesi olacak. Annem doktora hediye alalım istedi. İş bana düştü. Dün akşam mağazaya girdim, bakınıyorum, ne alsam ne alsam? Böylesi de çok zor. Ne alsak yetersiz gelecek sanki. Aldığımız hediye şükran duygularımızı tam istediğimiz gibi iletemeyecek. Yine de işte, çam sakızı çoban armağanı. Mağazadayım demiştim ya, satış görevlisi yanıma geldi, kim için hediye aradığımı sorunca söyledim. Elimdekine baktı ve sonra "Erol Hoca M değil, L giyer. Elinizdekinden ziyade gri tonlarını sever, gelin ben size onun zevkine uygun bir şeyler göstereyim?" Hay allah işe bak, müthiş di mi? Satış görevlisi, aldığım ürüne bakıp "onun kaşe ceketi var, birlikte çok hoş olur hatta" dediğinde nasıl mutlu oldum anlatamam. Küçük yerde yaşamanın türlü çeşitli hoş yanlarına denk gelmiştim de bu biraz alışılmadık, ezberlenmiş hallerin dışında oldu. İnsan öğesinin, duygularının, beğenisinin, gözlem gücünün en güzel örneklerinden.



Harika bir film izledik, bayramın bilmem kaçıncı günü. Çok, çok hoş bir fransız apartmanında geçiyor. Hemen her dairede bir kedi yaşıyor. Paloma filmin baş karakteri. Filmin yönetmeni Mona Achache'nin ilk uzun metraj çalışmasıymış. Çok samimi, sıcacık bir film. Fransız ama hareketli, sahiden.

Günler işte böyle geçip gidiyor günlük. Bilgi vereyim dedim.

9 Kasım 2010 Salı

Hayat devam ederken

Bugün
 
Sabah uyandım, erkenden. Oğuz'un da erken çıkması gerekiyordu hem. O benden önce çıktı. Ben 8:15 sularında evden ayrıldım. Normal zamanda 8:45 gibi çıkıyorum. Evden çıktığımda hava sütlimandı, serince ama duru. Azıcık da rüzgar var. Aile hekimimin muayenesinin önüne geldim. Sıra numaramı aldım. 1 numarayım. Güzel. İşe çok geç kalmayacağım. İçerisi çok sıcak olduğu ve üzerimdeki montu çıkarmaya üşendiğim için dışarı çıktım. Kapının önündeki banka kuruldum, bir su damlası elmacık kemiğimin hemen üzerinde. Hay allah, yağmur mu? Biraz sonra doktoru gördüm. Geliyor. İçeriye girdi, önlüğünü giydi, bembeyaz. Beni çağırdı. Ben dediysem adımla değil elbet, unuttun mu? O an için ben 1 numarayım. Tiroid hormonlarımın ölçümü yapılacaktı, 3 ay önce bu tahlili yaptırmam gerekiyordu aslında, biraz geciktim kusura bakmayın dedim. Bembeyaz önlük beni anladığını kafasını sallayarak belirtti. Bilgisayara döndü. Yazdı yazdı ve en sonunda tıkladı. Hemşire "hadi benimle gel" dedi. Peşinden gittim.
 
Sabah böyle başladı. Durgun bir hava. Sonrası epey fırtınalı. Rüzgar çok, ama çok kuvvetli. Sanki çatılar uçtu uçacak. O derece. Biraz önce Oğuz aradı, gökkuşağı çıktığını söyledi neşeyle.
 
Dün
 
Eve gelmeden önce çarşıya gittim. Motorla. Giderken Davut'u gördüm, durakta dolmuş bekliyor. Atla dedim, çarşıya gidiyorum nasılsa. Bankaların orada bıraktım onu. Motoru nereye bıraksam diye Oğuz'a sormuştum, "Recai var bizim işyerinin orada, otoparkçı, onu bul beni söyle". İyi de Recai o saatte gitmiş, bakkal var sadece, bakkalın gözü önüne park ettim, kaskı da kır saçlı bakkal amcaya bırakıverdim, elimde taşıyacak değilim ya. Çarşıda ilk işim telekom bayisi. İnternet paketimizi değiştirdim. Oradan çıktım. Kaç zamandır istediğim ama bir türlü bulamadığım postallarımı buldum. Nihayet. İşlerimi bitirdiğime göre artık eve dönebilirim.
 
Yemekte ıspanak var. Yesem mi yemesem mi? Yedim. Ve bilgisayarımın başına geçtim. Bir süredir boş zamanlarımda -ama özellikle iş saatlerimde- nefes almak adına, kendimi iyi hissetmek, enerji ile dolabilmek, ne okuyacağıma karar vermek, ne izleyeceğimi kestirebilmek ... İşte bunun gibi bir sürü şey için Endişeli Peri'yi okuyorum. Kendisini bir yerde pusula gibi kullanıyorum. Hoşgörsün beni. Cebimde taşıdığım bir yol gösterici gibi. Edilgen olduğum zamanlarda özellikle, hareketlerimi kısıtlayan ve ne olduğunu tam kestiremediğim ama kendi kendime edindiğimi de çok iyi bildiğim engellerin süpürgesi o benim için. Geçen gün izlediği bir film vardı, oturdum onu izledim. Nothing Personal. Avrupa Sinemasını severim. Yavaşlığı büyüler beni. Durgun bir yaşam, kimsesiz bir ada, sadece iki kişinin oynadığı bir film ilgimi çeker. Minimal hareketler ve iç dünyalarındaki çalkantılar sıkıcı değildir hem de hiç... Oğuz gelene kadar filmi izleyebildiğim kadar izledim. O gelir gelmez ara verdim. Mutfakta çay sohbeti, günümüzü anlatıp durduk, ben botlarımı gösterdim tıpkı bir çocuk gibi sevinçle, sonra sinemaa.com sitesindeki filmleri, izlediğim filmi... Tıpkı birer ayna gibi...

7 Kasım 2010 Pazar

22. Kitap : Efresiyab'ın Hikayeleri - İhsan Oktay Anar

Pirinç ayakucuma kıvrıldı, dışarıda kasvetli bir hava var. Biraz sis, çokça karanlık. Keyifli bir kahvaltının ardından Oğuz'u işe geçirdim. Kahvaltıdan önce nevresimlerimizi değiştirmiştim, belki birazdan şu rahatımı  bozup çamaşır makinesini çalıştırmak için kalkarım. Kalkmışken kendime kahve de alırım, rahatımı bozduğuma değsin. Bugün o derece tembelim.

Sabah uyandıktan sonra, yataktan kalkmadan ve kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa yollanmadan hemen önce kitabı son kez elime aldım. Son 10 sayfası kalmıştı da okumadığım, güne onu bitirerek başladım. Oğuz da uyanmak üzereydi hem, günaydınlaşıyorduk bir yandan. Farkındaysan kitap hakkında yazasım yok. Oysa Puslu Kıtalar Atlası'nı ne çok sevmiştim. Yok bunu sevmediğim anlaşılmasın. En az o kitap kadar üzerimde etki bırakmasını dilemekle hata etmiş olabilirim. Üretmek zahmetli, yazmak yetenek işi. Yazarak anlatmak çıplak ayakla keskin kırık camların üzerinde yürümek gibi. Her daim aynı vurucu tadı bulamayabilir insan. Aynı leziz çekiciliğe kapılamayabilir her yaprak. Rüzgar harflerle köşe kapmaca oynamayabilir. Demek istediğim her yazar her daim aynı güzellikte yazamayabilir.

Birazdan birkaç bölüm Nip Tuck izleyip sonra kahvemi de alıp harika bir kitaba başlama niyetindeyim. Marcel Proust bana üniversite yıllarında Özlem'den hatıra. Elimdeki kitap da onun zaten. İlk sayfasında
"2 Temmuz 99' Beyazıd - Fatoş'la" notu var, kurşun kalemle yazılmış. Sonra kitap bana gelmiş, ben de şöyle bir not düşmüşüm; "14 Ağustos 2000 - Dolunayın doğuşu - Beşiktaş" Okulumuz Beyazıt'da. Beşiktaş o zamanlar kaçış yerimiz. Sahildeki çay ocağında alçak masalarda kitap okuyup, dalıp gittiğimiz yıllar. Vakit bol. Okumak için, aylaklık yapmak için, düşünmek, dinlemek, aşık olmak için. Her yeni insana emek harcayabilir, her acının üstesinden pekala gelebiliriz... Son otobüsle Beşiktaş'tan Beyazıd'a dönerdim. Çemberlitaş Kız öğrenci yurdunun kapıları isteksizce açılırdı. Kocaman göbekli, esmer adam kapıdan girenlere bakardı ve tanırdı. Kimlik göstermeden kalabalığın arasına karışırdım.

Kayıp Zamanın İzinde serisine başlamış sadece üç kitabını okuyabilmiştim. Şimdi eksik olan parçaları da tamamlamak için yine baştan okumaya niyetliyim. Proust'u otuzlu yaşlarda okumanın nasıl bir şey olduğunu çok merak ediyorum.

5 Kasım 2010 Cuma

Nerede Kalmıştık...

Akşam Roma'nın son bölümünü izlerken ben uyuyakalmışım. Oğuz'a sen devam et dedim, uykuyla uyanıklık arasında. Biraz önce o gelmeden oturdum, final bölümünü bitirdim. Neden iki sezonla yetinmişler bilemedim. Diziyi izlemiş olanlar bilir, hikaye Roma'nın adı üstünde işte, jeneriği muhteşem ve ana karakterler Titus Pullo ve Lucius Vorenus. Evet tamam Caesar var, Pompey Magnus, Cicero ve Brutus de var ama en başından en sonuna bu iki lejyon var. Onlar dost. Her koşulda.

Dizide en sevdiğim karakter ise tombik tellal oldu. Hareketlerine bayıldım. Her çıktığında ha işte geldi bizimki dedim. Kendisini pek sevdim. Verdiği haberleri özümsemesine, savaşa giden Caesar'ın duyurusunu yaparken Caesar'ın gücünü vücudunda hissetmesine hayran kaldım. Kollarını da bir görsen..

Neyse işte...
Bir sonbahar akşamı, kış mı demeliyim, geceye yakın, bir diziyi bitirdim. Şimdi gidip çay demleyeceğim. Belki yemek sonrası uzun zamandır yapmadığımız bir şeyi yapar, bu akşam film izleriz.