4 Kasım 2011 Cuma

Ah panik yapma lütfen... Buradayım.

Sevgili Gks meraklanmış, Ali Bey desen o da öyle. Neredeyim merak içindeler. Şöyle söyleyeyim, iyiyim. Tam bir kış keyfi içindeyim. Aksayan şeyler de var elbet, mesela merkezi ısınma sistemimizdeki köklü değişiklikler hayatımızı bir odaya endeksledi. Elektrikli bir sobamız var, doğalgaz bağlanana kadar onun gözünün içine bakıyoruz. Pirinç yavrum battaniyelerin arasında sürekli.

Bu arada abim iyi. Bir başka nöbeti olmadı. İlaca devam. Ben psikolog ile görüşmelere devam ediyorum. Sanki pek bir şey değişmedi henüz. Farkında değilim. Ama görüşmelerden keyifli ayrılıyorum.

Bu arada sigara ile aramıza koymak istediğimiz mesafeyi nihayet bugünlerde başarabildik. Ben çok kararlıyım. Tüm yoksunluk nöbetlerini şimdiye kadar başarı ile kışkışladım. Ben bile bu kadar uzun zamandır nikotinsiz kaldığıma şaşırıyorum. Kendisi ile 95 yılından bu yana olan birlikteliğimize ilk ciddi darbe oldu bu. Önceleri denemeler var ama bu kadar başarılı olanı yoktu. Keyifliyim.

Öyle tatsız şeyler yok hayatımızda. Akşamları sığındığımız çalışma odamız, kitaplarımız (ben Karamazov Kardeşler'e devam ediyorum, Oğuz Adalet Ağaoğlu'nun Ölmeye Yatmak kitabına başladı bayıldı) elbette sobanın yanında Pirinç, ah o küçük odada kurutmaya çalıştığımız çamaşırlarımız, çalışma masasında kendisine yer bulmuş elektrikli çaydanlığımız, kendi elceğizlerimle yaptığım kurabiyelerimiz, camda buhar, içimizde sevinç...

3 Ekim 2011 Pazartesi

Ne oldu?

*Pek bir keyifsiz eylüldük, ekim olduk.
* Eylül ayında "sağlık" ana temamız oldu, malum.
* İznimin son günü dedim ki, ben bari işe başlamadan önce şu doktor işimi halledeyim. Gitmek istediğim doktorun tüm randevuları dolu olunca, önüme çıkan ilk doktora gitme gafletinde bulundum. Doktor seçimi gerçekten önemli, bir kez daha anladım. Adam gerçekten saçmaladı, panik bozukluğumun altını çizdiğim halde beni yeterince korkutmak için elinden geleni yaptı, dört gün boyunca kendime gelemedim, MR cihazına girip yaklaşık 1 dk sonra kendimi aşağıya zor attım, neyse sonuca gelince, 3.5 cmlik sağ over kistimin ameliyatsız, ilaçlarla çözülebileceğine inanan çok şahane bir doktorum var. Vücuduma şu günlerde hormon takviyesi alıyorum, bir gün Oğuz'a dönüp "şu kisti çözelim, galiba anne olmak istiyorum, çocuk düşünsek mi?" gibi benden duyulması neredeyse imkansız cümleler kuruyorum, hemen ertesi günü o fikir bana o kadar uzak, o kadar yabancı geliyor ki, kendime inanamıyorum, sonra yine Oğuz'a dönüp "hani dün konuştuğumuz konu vardı ya, onu unut" diyorum. Oğuz görüp görebileceğim en anlayışlı erkek imajını gözümde bir kez daha perçinliyor, ben kendimi anlayamazken sanki beni benden daha iyi anlıyor...

* İyi şeyler de oldu elbet. Psikolog ile görüşmelerimize başladık, ilk görüşmemiz tanışma görüşmesi gibiydi, bir sonraki randevum 14 ekim'de. Umutluyum.
* Karamazov Kardeşler'i yarıladım. Kesinlikle muhteşem. Dostoyevski seviyorum seni.
* Renk renk ipliklerle battaniye örmeye başladım, bu demektir ki, kafamı biraz boşaltmak, bakışımı kendimden uzaklaştırmak, düşünme yetimden ayrı kalmak niyetindeyim.
* Ben şimdilik bu kadar yazayım, daha bir sürü şey olmuştur olmasına şimdilik bunlarla uzun zaman sonraki sessizliği bozmuş olayım.

15 Eylül 2011 Perşembe

Sabah Uyandım

Sabah uyandım. Şu son 4 günü yok saymaya meyilliyim. Bu iyi. Çok iyi.

Pazartesiden bu yana izinliyim. Pazartesiden bu yana yok gibiydim, şimdi şimdi var'a dönüşme çabası içindeyim. Dün doktorumdaydım. Anafranile tekrar başladım. Hayatın içindeki kötülükleri süzen bir güç yok, yok olduğunu kabullenemiyorum.

En büyük abim, pazar sabahı nerolojik bir nöbet geçirmiş, ilk kez. İlk teşhis dilim varmıyor ya, epilepsi gibi görünüyor. Şimdi tüm tetkikleri yapıldı, dün gece yarısı bir teste daha girdi, tüm sonuçları toparlanıp buradaki profösrlerden birine gösterilecek. Kesin tanı konulana kadar ilaç alıyor. Ailemizde, etrafımda bu hastalığı yaşayan tanıdığım kimse yok. Şaşkınım. Kabullenmeye çalışmakla geçen bir dört gün yaşadım. Ailedeki herkes çok korktu korkmasına ama ben onlardan biraz daha farklı olarak anksiyete halleriyle geçirdim günlerimi. Annem mesela turşu kurdu iki gün önce, ben yatak odasına yerleşip büzüştüm, tek bir noktaya asılı, binlerce soru, ya ilaçlarla birlikte nöbet geçirmeye devam ederse.

Bazen olaylara iyi yanından bakmayı denemek şart, ambulans 3 dakika içinde kapıdaymış, başka bir şehirde olsak şu üç günde yapılan testleri belki 1 ayda yapılabilecekti, doktorlara ulaşmak bu kadar kolay olmayabilecekti vesaire...

Sevgili doktorum Mehtap Hanım, artık benim durumuma da hakim, her şey yolundayken iyi olduğumun, raydan çıkan en ufak bir durum karşısında çok ama çok bocaladığımın farkında. Kendisine dedim ki, "tüm dünyamın ışıklarını kapatıp bir odaya giriyorum ve o odadan çıkamıyorum." Mehtap Hanım, odadan çıkma noktasına kadar herşeyin normal olduğunu söyledi, Anafranil bu sabah anlıyorum ki iyi geldi.

Bir diğer gelişme şu, ilaçlarla birlikte terapiye başlamamı önerdi. Kabul ettim. 28 Eylül'de ilk görüşmem olacak psikologla. Bugüne kadar terapiye başlamamış olmam bile hata, tek başına ilaçlar sadece bir şeyleri örtüyor. İlaçsız yaşadıklarım işkence. Çıkmaz sokak. Sanırım böyle olmayı kabullenip ilaçlarla bir süre daha devam edeceğim, şimdilik öyle görünüyor.

Sabah uyandım, cumartesi akşamından bu yana iştahsız geçen yemek sürecimi, krem peynir ve grissini ile iştaha çevirmeye çabaladım, Pirinç önüne yuvarladığım kayısı çekirdeği ile pıtır pıtır koşup oynarken tatil planım olan kitabımı elime aldım. Yazın bu son günlerinde, balkon kapısı ardına kadar açık, etraftaki inşaat seslerini, yaşamın devam ettiğine işaret olarak algılayıp Karamazov Kardeşler'in sayfalarını usulca çevirmeye başladım.

Ben klasikleri okuma konusunda çok geç kaldım oysa, ilk gençliğim onları okuyarak geçmedi. İnsanoğlu böyle, hep bir şeyler ıskalanıyor, ister istemez.

Bu on günlük tatil planımız böyle değildi, Oğuz da tatile çıkabilecek gibi duruyorken, şartlar izin vermedi, bu yıl işte böyle, evin içinde, kimi zaman dışında, okuyarak, izleyerek geçsin, bir çok gün işe giderken şimdi evde kalsam şunu yapardım dediğim şeyleri yaparak.

1 Eylül 2011 Perşembe

Jan Svankmayer üzerine

Tesadüfler sonucu tanıştım kendisiyle, yani Svankmayer ile. Anladım ki, kısa filmleri ile tanınıyor. Henüz uzun metrajlı filmleri olup olmadığını bilmiyorum. Ben bugün Jidlo diğer adıyla Food isimli kısa filmini izledim. Film toplam üç bölümden oluşuyor. Breakfast, Lunch ve son bölüm Dinner.

24. İstanbul Film Festivalinde yönetmenin filmlerine yer verilmiş. Kendisi Edgar Allan Poe öykülerinden yola çıkıp filmler çekmiş, stop motion tekniğini en iyi kullananlardan, sanırım ilk kullananlardan, benim de çok sevdiğim Poe öyküsü "Usher Evinin Çöküşü" kendisinin elinden geçmiş. Ekşi sözlük yazarları, Poe öykülerini bozup yeniden yapmamakla, sadece bozmakla tanımlıyorlar kendisini.

Ben buraya seyirlik olarak Jidlo - Food filmini yerleştiriyorum. Svankmayer ile ilişkimizin gelişimini ayrıca bildireceğim.

23 Ağustos 2011 Salı

Diken diken ya da tel tel

Ayıptır söylemesi pms dönemimin eli kulağında. Bunca yıllık pms üyesiyim, hiç belim ağrımamıştı, sanırsın ilk kez yaşayacağım bir deneyim. Sinirlerim tel tel. Bel ağrısı insanın yaşamında olmasa da olurmuş, bacak kaslarım da öyle ağrıyor ki, bacaklarımı koyacak yer bulamıyorum, sanki ben uyurken birileri bacaklarımı ödünç alıp Edirne'nin çevresinde tur attırıp sabah olunca geri bırakmışlar. O derece sefilim.

Bişeyler okumaya çalışıyorum. Her okuduğum şeye bir kulp buluyorum. Kimi okuduğum çok küstah, kimi okuduğum çok cafcaflı, çok düzenli, çok temiz, hmm, kimisi didaktik, çok bilmiş.. Hıh diyor geçiyorum.

Sezinlediğim bir şey var, kendimde de bulunan, eleştirdiğim bir yan. Mesela bir önceki posta izlediğim filmi yazmışım. Truffaut hakkında ne doğru dürüst bir yazı okudum, ne başka bir filmini izledim, kendisini özümsemedim de, bana nüfuz etmedi, zeytinyağında dinlenmiş Ayvalık peyniri gibi olsun istiyorum okuduklarım, izlediklerim, yaşadıklarım, olmuyor. Sonra kalkıp bir öğleden sonrası filmi olur gibi ukala cümleler kuruyorum. Ayrıca -malısınız ile biten cümleleri de hiç sevmiyorum. 400 Darbe'yi izlediğimi söylemeyi değil de hissetirebilmeyi istiyorum. Sonrasında ne diyorum biliyor musun? Bunun için zamanım yok. Bahanem de hazır, geçelim.

Bugün Simon'u ziyerete gittim, annem ve babam çıktıkları tatilden yarın dönmeyi planlıyorlar, geldiklerinde en azından Simon'un kumunu temiz bulsunlar istedim, onlar yokken bizim turuncu kafaya çocuklar bakmışlar, Simon tosun gibi, çok sağlıklı göründü gözüme, hoşuma gitti.

Belki söylemişimdir, anafranili bıraktıktan sonra rüya görmeye başladım, her akşam hiç susmadan anlatması yarım saat sürecek rüyalar görüyordum ama bu sabah kabus ile uyandım, Oğuz evi terketmiş, Beyoğlu'ndaki Cambaz barda yatıp kalkıyormuş. Uyandığımda ağlıyordum, balkonun kapısı aralık uyumuşuz, ürpermişim, Oğuz kalkıp kapıyı kapadı, kollarının arasına aldı, "buradayım ama seni rüya tamircisine götüreceğim en kısa zamanda" dedi, sonra huzurla başka bir rüyaya uyudum.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Antoine ve Truffaut


    

  • Türkçemize 400 Darbe olarak çevirilmiş olan François Truffaut filmini dün gece izledik. Truffaut bu filmi 1959 yılında 27 yaşındayken yönetmiş, bu filmle kendisi Yeni Dalga akımının öncüsü kabul edilmiş, son sahneler bir çok filme emsal olarak gösterilmiş, başroldeki Antoine'ı Jean Pierre Leaud oynamış, ama ne oynamak, sonra Truffaut'nun dört filminde daha böy gösterip yönetmenin alter egosu oluvermiş.

    Filmin orijinal ismi fransızca "okulu kırmak" gibi bir anlama denk düşüyormuş. Çok çok etkileyici sahneler var, finali olağanüstü, Truffaut filmi nasıl bitireceğini bilemediği için böyle bitirmiş olduğuna dair söylentiler var, o zaman "iyi ki de bilememiş" diye düşünüyorum ister istemez.

    Konu 13 yaşındaki Antoine'nın okul ve ailesi ile geçirdiği sorunlu ilişkinin üzerine şekilleniyor,  baskıcı okul zihniyetinden kaçıp evden uzaklaşıyor, başının çaresine bakmaya çalışıyor, daktilo çalıp sonra o daktilo ile ne yapacağını bilemeyip geri getirirken yakalanıyor ve karakolda bir yetişkin gibi muamele görüyor, nakil aracındaki gözyaşı çok şeye işaret..

    Bence, eğer izlemediysen, güzel bir yaz günü öğleden sonrası filmi olabilir.

  • 16 Ağustos 2011 Salı

    Yaşlı bir nehrin yamacında...


    Bilenler bilir, sessiz sedasız iki nehir akar Edirne'nin içinden. Biri işte bu, Meriç. Akmakla akmamak, durmakla kalmak arasında kararsız bir suyu, coşkun değil, bakanı dinlendiren bir hali var. Yaşlı bir nehir gibidir Meriç, gezmiş dolaşmış da artık bu kentte kalmaya karar kılmış gibidir, arkasından gelen yine kendisi, kendi kendisinin sözünü dinler, gözü arkada alıp başını gider...

    Pazartesi akşam üzeri, bizim Süslü ile akşamüzeri pikniği yaptık burada, hoş bir sohbetin eşiğinden girdik içeri, oradan buradan derken karanlık çökerken hem nehri hem ormanı terkettik...

    Sıdıka ...


    Heidi ile dün iletişim içindeydik. Bu güzel kedi ile birlikte süren yaşamları bozulmak zorunda. Heidi ve oğlu Mahir alerjik astım.  Hemen kısa bir bilgiyi araya ekleyeyim, Mahir, Sıdıka'dan sonra dünyaya geldi, böyle olacağı bilinmiyordu, Sonya, Sıdıka, Mahir, Heidi ve Kuzu birlikte mutlu ve geniş bir yuva olmayı diliyorlardı, olmadı, Mahir'in astım nöbetleri nedeniyle geçici de olsa bir çözüm bulundu, bir süre hem Sonya hem Sıdıka başka bir evde misafir olarak kaldılar, Sonya talihsiz bir kaza yaşadı, o kazanın sabahı Heidi'nin arkadaşı yurtdışına çıktı, Sıdıka hem Sonya'dan hem de alıştığı ortamından yeniden ayrıldı, Heidi'lerin evine, eski yuvasına geri döndü. Heidi'nin arkadaşı dönüşte Sıdıka'yı Heidi'den alacaktı, ama kazadan çok etkilendiği için Sıdıka ile de birlikte yaşayamayacağını belirtmiş. Kötü haber.

    Şu an Heidi gerçekten çok çaresiz. Gerçekten yardıma ihtiyacı var. Çevrenizde böyle bir talebi olan varsa, yaşamını bir kedi ile birlikte geçirmek isteyen varsa, lütfen, bence Sıdıka harika bir ev arkadaşı olabilir. Heidi, şöyle tanımlıyor Sıdıka'yı...

    "Sıdıkamın özelliklerini vereyim kısaca: 07.05.2009 doğumludur. 2 ay anne sütü ile beslendikten sonra ailemize katıldı. Sorunsuz bir kedidir. Maması suyu bitince söyler, kumu kirliyse haber verir. Tuvalet sorunu asla yoktur.Henüz kısırlaştırılmadı. Bir bacağında platini var ama yürümesine ya da ona bir zararı yok. Platinin alınması için ameliyat yapılırken kısırlaştırmaktı niyetimiz ama aksilikler vs. olmadı bir türlü...

    Her şeyi anlatır ve her halden anlar. Sevdiği kişinin ağlamasına asla müsade istemez. -Sürekli gözyaşlarını yalamak suretiyle... - Biraz konteslik vardır ruhunda. Hep ilgi ve şımartılmak ister. Buna rağmen çok mıncıklanmaktan hoşlanmaz. Çocuk sevmez. Asla zarar vermez ama çocukların gelip ona dokunmasına kolay kolay müsade etmez...
    Mamasını kumunu her şeyini temin edebilirim. Kısırlaştırmak istenirse ameliyat masraflarını karşılarım. Yeter ki ona evini açacak sevgi gösterebilecek birileri çıksın. "

    Böyleyken böyle işte...
    Daha detaylı bilgi için Heidi burada.. Ben buradayım. Bir yorumcuk bırakın, iletişeme geçelim.

    13 Ağustos 2011 Cumartesi

    Buradayım

    rispostesenzadomanda:

;)


    Gif kaynağı şurası ...  Ayrıca Maru'ya ve günlüğüne bayılıyorum. Buralardayım, kapının arkasına saklanmış ve sessimi çıkarmıyor olabilirim. Bekliyor olabilirim. Kapının arkasındaki oyunu yaşıyor olabilirim, yahut oyun filan yoktur. House vicodinsiz nasıl çekilmez birine dönüştüyse, işte ben de tıpkı onun gibi, anafranilsiz katlanılması güç birine dönüşürsem korkusu yaşıyorum, şaka tabi, abartıyorum, ama hafiften başağrıları başladı. Kafam sersem. Sanki düşünemiyor gibiyim. Günlerin geçmesini bekliyorum. İlacımdan bir tam dolu blisterim var, başucumda duruyor, House gibi banyo aynasının arkasına saklamıyorum elbette, sonra ayna kırmakla uğraşmak istemiyorum, yok yok bu da şaka, nasıl abartıyorum görüyorsun, huyum kurusun...

    11 Ağustos 2011 Perşembe

    Vesaire

    Cumartesi
    İşten çıkıp eve geldim, motoru eve bıraktım, hiç yukarı çıkmadan Oğuz'la çarşıya çıktık, ne zaman çarşıya çıksak, ilk işimiz Can Abi'lere uğramak oluyor, Necibe Abla ile ayak üstü sohbet etmek gibisi yok. Çarşıya en son sanırım inmeyeli 2 aya yakın olmuş. İnsanın çarşıya her zaman çıkma zorunluluğunun olmaması güzel bir şey, evimizin kırtasiyecisi Ersin Abi'ye uğradık, spiralletmem gereken şeyler var, Ersin Abi aldı elimdeki a4 leri, sadece 3 liraya matbaada spiralleterek geri getirdi. Fazladan verdiğim 1 lirayı almadı. Sonra kapalıçarşıdaki abime uğradık, çarşı bomboş, çok kalmadık, çıktık, arabaya atlayıp annemlere geldik, çocukları alıp dışarıda yemek yedik, eve döndük, ben hem bizim hem de çocukların yataklarındaki nevresimleri değiştirdim, eşofman altımdaki söküğü diktim, dikiş kutusunu hazır bulmuşken Oğuz'un sevdiği tişörtün etiketini çıkarmasıyla açılan dikişi de tazeledim, sonrası hep oyun çocuklarla, önce Monopoly, sonra Tabu. Saat 2 sularında nihayet yataktaydım.

    Pazar
    Çocukları uyandırıp evden hızla çıktık, Batı, Sezen, Annem, çocuklar çiftliğe doğru yola çıktık. Zeynep'in yola çıkma fobisi var, midesi bulanıyor, bizimle gelemedi, dilerim bu sorun kalıcı olmaz, zira bazen yolda olmak gibisi gerçekten yok. Çıktığımız yolun sonunda, 35 Km lik mesafenin yamacında bizi bekleyen dev bir boşluk, yokluğun boşluğu. Hiçlik değil ama. Püfür püfür esen rüzgarda kahvaltı yaptık, Bulgaristan sınırındaki tepelere baktık, gözümüzü yokluğa alıştırmaya çalıştık, benim hep ertelediğim bir ziyaretti bu. Zordu. Geçti, gitti. Çocuklar ne şanslı. Ortama nasıl da uyum sağlayıveriyorlar di mi? Akülü araba ne güzel. Oğuz arabanın kontak anahtardaki problemi ile bile ilgilendi, Himalaya kedisi Angel köy havasında daha güzel, daha sağlıklı, Fatma Hanım Teyze'nin söylediğine göre, Angel Oğmaç çorbasına bayılıyormuş, sanki ben o çorbadan hiç içmedim, tadını anımsamıyorum, hazır olanından önce bir denemek gerek, aslında evde neredeyse hiç hazır çorba pişirmiyorum, belki Oğmaç, denenebilir, Angel sevdiğine göre...
    Akşam abimlerde yemek. Sonrası duş ve koltukta uyku. Sabah uyandığımda ne zaman yatağa geçirildiğimi anımsamıyorum.

    Pazartesi
    Nihayet iş yerimde dinleniyorum. İş çok yoğun. Eve geldiğimde tek düşündüğüm mutfak tezgahım. Cillit Bang ile tüm tezgahı ve duvardaki taşları ovuyorum, ocağı da temizliyorum. İşte şimdi güzel. Leyla ile Mecnun'un 10. bölümünü izlemeye başlıyoruz yemekten sonra. Bitiremeden uyuyakalıyorum.

    Salı, Öğleden önce
    Sabah erken saatlerde yola çıkıyorum, doktorumla görüşeceğim, ne zaman onun karşısına dikilsem taze atak geçirmiş oluyordum, bu kez böylesine iyiyken görüşelim istedim. Akşam ilacımla vedalaşabileceğimi söylediğinde çok sevindim. Bu çok güzel haber, beni havalara uçuracak cinsten.
    Annemi aradım, ilacı söyleyecektim, yoldalarmış, Tekirdağ'a gidiyorlar motorla. Bunu neredeyse her yaz yapıyorlar. Onların bu hallerine bayılıyorum.

    Salı, Öğleden sonra
    Güney yarımkürede yaşayan bir kuzenim var, 9 aydır Tanzanya'da. Onunla msn'de sohbet ediyoruz. Pazar günkü köy ziyaretimizi anlatıyorum ona, O yaşadığı değişimden söz etmiyor ama, ben yazdıklarından bunu farkediyorum. Laf dönüp dolaşıp geçmişe geldiğinde, "ben geçmişe dair tüm öfkemi, kızgınlıklarımı geride bıraktım" cümlesi çıkıyor ağzından. Acıya karşı yatkınlığa dair bir yan da seziyorum söylediklerinden. Nasıl anlatabilirim sana bu değişimi emin değilim. Kilimanjaro Dağı'na bakarak geçirdiği aylar kendisine bir bakıma yaramış. Özlem duygusundan aldığı hazzı bana anlatırken yakalıyorum mesela onu, mesela paraya olan bakışının değişmesinden sezinliyorum bu durumu, bir geniş hal var, yaşı benden küçük olan kuzenimin yaşadıklarından sonra benden yaşlı olduğunu farkediyorum.

    Salı, Akşamüzeri
    Gün içerisinde Zeyno ile Ayşenur aradı. Simon hastaymış, iş çıkışı gidip bakayım, abartıyorlardır diye düşünmüştüm, ben gittiğimde kusuyordu, elbette soluğu Emre'de aldık, ateşi olmadığı için sadece mide koruyucu ve anemisi olduğu için B12 iğneleri yapılıldı, Simon'u tekrar Kerem'le birlikte eve bıraktım, yorgunum.

    Salı, Gece
    Uzun uzun annemle konuştuk, enteresan bir tanışma yaşamışlar Tekirdağ'da, ilginç bir hikaye, tesadüf eseri tanıştıkları kişi sayesinde hiç hesapta yokken Polis Evinde konaklayacaklar, hoş anıları olmuş bizimkilerin. Annem telefonda bir oğlum daha oldu artık dediğinde ben şaşırmıyorum da, bunu duyanlar hali ile nasıl yani diye soruyorlar. Yahu evden adımını atıp oğul sahibi olan bir annem var, ben hala tek kızıyım:P
    Anafranilsiz ilk gece.

    Çarşamba
    Rüyalardan kendimi çekip çıkaramadım. İşe giderken sinyallerimle anlaşamadım. Çok yoğun bir telefon trafiği. Annemler nihayet yazlığa ulaşmışlar. Zeyno, Simon'dan iyi haberler verdi, kusması kesilmiş.

    Pek konuşasım yok, bugün şuna kesinlikle inandım, sonu -cim ile biten seslenişlerden hiç hazetmiyorum. O "cim" benim şahsen kulağımı tırmalıyor, normalde adıma "cim" eklenmezken nedense bir ünlem cümlesi varsa cim eklendiğini farkediyorum, bu bahsettiğim ünlem cümlesi, içten içe sinir içeriyor ama "alttan alıyorum ve seni usturuplu uyarıyorum" imajı da veriyor, neticede cim ile biten seslenişleri samimi bulmuyor ve hiç sevmiyorum. Pıh...

    3 Ağustos 2011 Çarşamba

    Yaşam Halleri

    Uyanıyorum. O kadar acıkmışım, o kadar acıkmışım ki, yataktan dolaba gözlerim kapalı resmen koşuyorum, soğuk süt ve bisküvi ile olan birlikteliği çok seviyorum. Etraf sessiz, çıt yok, kapkaranlık bir gökyüzü, Pirinç yanımda bitiyor, evi teftiş memuresi kendisi, "gurrkk" gibi bir ses çıkıyor boğazından. Tam böyle de değil aslında, ama harflere de dökemiyorum o sesi. Garip. Güvercinlerin çıkardığı gibi bir ses. Nasıl beceriyor, hiç anlamıyorum.

    Dün Simon'u Emre'ye götürdüm, içparazit aşılarının üçüncüsünü olmamıştı, götürememiştim, Oğuz işten erken saatlerde ayrılamayınca, Emre kliniği kapatmadan en iyisi ben götüreyim dedim, turuncu bir çantam var, dev bir çanta, sırtıma ne istersem alabileceğim cinsten, koydum çantanın içine, bebeklerini kanguruda taşıyan anneler gibi, aldım önüme de çantayı, atladım motora, hooop Emre'nin yanına. Simon yolda hiç susmadı, mauv da mauv. Kliniğin önünde iki genç kız, Emre'nin sokaktan toplayıp sahiplendiği kedileri seviyorlar, çantanın fermuarını açtığımda Simon kafasını çıkarınca kızlar şaşırdılar, beklemedikleri bir şeydi turuncu çantadan çıkan turuncu kafa. Hasta muayene odasında, tatlı bir köpek yatıyordu sedyenin üzerinde. Kulağını temizleyeceklermiş, Simon kucağımdayken, "sedyenin boşalmasını beklemeyelim, kucağındayken yapayım şunu" dedi Emre, aşı yapılırken bizimki bastı yaygarayı, düşündüm de, Onun da bir canı var yahu, bit kadar filan ama acıyı biliyor ve şimdiden Emre'yi sevmiyor.

    Leş'i okumaya devam ediyorum. Kitap Edgü'nün öykü kitaplarını günümüzden geçmişe olarak derlemiş. Yani Edgü kronolojik olarak okunmak istense, sondan başlanması salık verilmiş, ben baştan başlamıştım, şu an 1960'lı yılları okuyorum ve günümüz öykülerini nasıl desem, daha bir sevdim, daha etkilendim, Edgü kesinlikle okunası öykücülerden.

    Oğuz tam da Foucault Sarkacı'na yeniden başlamıştı geçen cumartesi, akşamları başına Leyla ile Mecnun'u çıkardım. Akşamlarımız genelde şöyle oluyor, yemek faslımız var, sonra evin içinde şöyle bir dolanma kısmı var, dünün yaşananlarını toplama adına, sonra işte bir şeyler izleyelim durumu var, tüm bunları yaparken konuşuyoruz, Oğuz'la en çok konuşmayı başarıyoruz, seviyoruz, hiç bitmeyen bir anlatma hali, telefonda ise bir o kadar az iletişim kuruyoruz, Evde yoğurt var mı? Bir şey lazım mı? gibi kısa ve net cümleler.

    Babam ben küçükken anneme sormadan eve nerdeyse hiçbir şey almazdı. Eve alışveriş yapmayı çok sever üstelik, aile kasabımıza uğramışsa mesela, mutlaka oradaki telefonu kullanır, anneme "hanım kasaptan ne lazım?" diye sorardı. Cep telefonu olmayınca, uğradığı tüm dükkanlardan annem ısrarla aranırdı, annem "bana sormadan iş yapamıyor bu adam" diye söylenirdi telefonu kapatınca ama ben içten içe bu durumdan hoşlandığını da bilirdim.

    Bir erkeğin "eve bir şey lazım mı?" sorusu çok duygusal bir soru gibi gelir bana, aile kavramını o sorunun altına yazarım, Oğuz'un buzdolabındaki süt stoklarını kontrol edip bana sormadan almasına da hayran olurum, böyle söyleyince, hem soru sorulsun ama bazı şeyler de sorulmadan alınsın durumu çıkıyor ya, "kadın olmak böyle işte" diyerek sıyrılırım ben bu işin içinden, olur biter :)

    1 Ağustos 2011 Pazartesi

    Yarın yine martıları dinlemeye gelecek misin?

    Önce Oğuz bu dizinin seveni oldu evimizde. Ben pek yüz vermemiştim, Oğuz'un kahkahaları evi doldurunca göz ucuyla izlemeye başlamıştım, baktım böyle yarım izlemelerle olmayacak, internetten izlemeye başladık birlikte. Leyla ile Mecnun'dan bahsediyorum.

    Bugün 6. bölümü tekrar izledik. Bence dizinin kendini bulmaya başladığı bölüm. Yavuz Hırsız'a bu bölümde vuruldum, İsmail Abi bu bölümden sonra kendisini bulmaya başladı. 6. Bölüm bence Leyla ile Mecnun'un koptuğu bölüm. İzleyenlerini reklamlar yoluyla değil de daha çok kulaktan kulağa toplamış, ben bu kadar seveni olduğunu bilmiyordum, İsmail Abi'nin fanları var, ah İsmail Abi de fanları olmayacak gibi de değil ki.
    Şimdi ben böyle konuşuyorum, izlemeyen biri için söylediklerim çok havada kalıyor farkındayım, çok da anlatmak istemiyorum, konu kavuşamama üzerine dermiş çatmış yuvasını, modernize bir "Leyla ile Mecnun" hikayesi gibi ama değil..

    Ben bu 6. bölümde Zeynep'in diziye girmesiyle Hırsız Yavuz'un nasıl bir adam olduğunu görmeye başladım, ah nasıl da içten, Zeynep'e bakışı nasıl da güzel. Zeynep'in denizin kenarında Yavuz'a bahsettiği Sait Faik'in "Ermeni Balıkçı ve Topal Martı" öyküsünü bilmiyorum. En kısa zamanda okumayı istiyorum.

    Söylemeden geçemeyeceğim, dizi feci şekilde edebiyattan besleniyor, Attila İlhan'ın "Aysel Git Başımdan" şiirinin bir iki dizesini duyunca, ah diyorum, ne güzel!
    Sonra anlatım harika bak, Zeynep Yavuz'la kaşar ekmek yiyerek eve dönerken "seni yarın yine görebilecek miyim?" diye sormaz da, "yarın yine martıları dinlemeye gelecek misin?" cümlesini tercih eder, sonra öper yanağından Yavuz'un, sonra o an Yavuz olur seyirci, bir zil sesi ortalığı kaplar. 

    Ayrıca Zeynep çok hoş, elinde şemsiyesi, martıları dinler, Yavuz Zeynep'in evine girip tokasını çalacak kadar duygusal, Zeynep'in gözleri görmediği için yürürken önüne çıkabilecek engelleri o farkında olmadan bertaraf edecek kadar düşünceli, neyse, diyeceğim o ki, şu sıcak yaz günlerinde, ne izlesem dediğin olursa şayet, bak kolay kolay "izle" gibi önerilerde bulunan bir kimse değilim, bilirsin, ama bu diziyi bence izle, gerçekten vakit kaybı değil, sahiden sahi...

    29 Temmuz 2011 Cuma

    İsim Kargaşası

    Dün akşam anneme gittim, Sonya kıvrılmış koltuğun köşesine, sırtı rahat ettirme amaçlı yastıklardan birinin altına doğru sokmuş başını, gölge- karanlıkta derin bir uykuda. Bıyıklarının çıktığı yerlerde siyahlıklar var, sanki sürtünmüş de, azıcık kanayıp kabuk bağlamış gibi. Hem bunu gösteririm, hem de parazit tedavisine başlanır düşüncesiyle Emre'yi aradım, "Klinikte misin?" 15 dakika sonra orada olacağını söyledi. Kapattım. Baktım annem kaybolmuş ortalıktan, yatakodasından çıktı geldi, elinde beyaz örtü gibi bişey. "Şimdi sepeti yok ya, kutunun içine koyarız ama kutunun içine koymadan önce de bu bezi yayarız" dedi. Bembeyaz sakız gibi, pembe şeritleri var kumaşın, annem benim altımı onun üzerinde açar bezimi onun üzerinde değiştirirmiş, bebekliğimden bugüne kadar saklaması garip, odaya girip 3-5 dakika içinde bulabilmesi daha da garip. Ben zaten annemin dolabının gizli bir paralel evrene açıldığına inanıyorum. Utanmadan bizden de saklıyor bu durumu, sanki ona dönüp "hani ben 5 yaşındayken bir mont giyerdim, şapkası ponponluydu" desem, "dur getirip göstereyim" diyecek, o derece! Bu kuyu dolap sanki içine aldıkça alıyor annemin, babamın ve benim geçmişimizi. Geçmişteki Giysilerimizi. Öyle olduğuna inanıyorum. Hele bezlerimin değiştirildiği altaç örtüsü de çıktıysa oradan, kimbilir daha neler çıkabilir.

    Konumuza dönelim. Kliniğe girdik. Muayene odasındaki masanın üzerine bıraktık Sonya'yı, tartıldı ve tam 920 gram. 1,5 aylık ya var ya yok. Ve asıl bomba! Erkek!

    E ben bu durumda erkek bir kediye Sonya adını vermiş durumdayım. Bir önceki postun yazışmalarında dün akşam Justine'e dert yandım, ondan çok şahane bir öneri geldi, isim için şartları çok da zorlamamaktan yana bir tavır sergileyip "Sony" olabilir dedi. Bence iyi fikir.

    Bugün çok zor adapte oldum hayata, bedenim yat, kalkma komutları veriyor sürekli. Yatamadım tabi, beynimin içi, terkedilmiş, kimsesiz kalmış arı kovanı gibi.

    28 Temmuz 2011 Perşembe

    Sıradışı Bir Gece

    Toplam olarak tam altı kişiydik. Sezen dahil herkes Sezen'in ağzından çıkacak olan kelimelere bakıyorduk. Ortalık koli yığınları ile doluydu. Adım atmakta zorlanıyorduk. Ömrü hayatımda görmediğim ilaç isimleri ile karşılaşıyordum, Oğuz tüm muzırlığı üzerinde, herşeye espri ile yaklaşıp Sezen'in üzerindeki "bunca ilaç nasıl dizilecek bu raflara bir gecede" gerginliğini almaya çalışıyor, başarıyordu. Ben durup durup, "tamam, olmadığı yeri söyle raflar arası kaydırma yaparız, gerekirse bir daha dizeriz" diyordum, arada bir kapı önüne çıkıp köy kahvesine oturmuş yaşlı amcalara göz atıyordum. Klima takılmadığı için her yanımızdan şakır şakır terliyorduk, ama orada bulunan herkes o ilaçların o raflara yerleşmesi için çok istekliydik, yeter ki her şey Sezen'in istediği gibi olsundu.

    Ben tabii işin başına geçmeden bu rafları yerleştirme işini çok hafife aldığımdan habersizdim, zannediyorum ki alıp konulacak ilaçlar hoop bitecek, öyle kafaya göre dizilmiyormuş, etken maddelerine göre ayrılmaları gerekliymiş, e hadi vitaminler, ağrı kesiciler, antibiyotikler tamam da, ilaç dünyası bunlarla da sınırlı değilmiş, çıldırdık. Oğuz, ben ve Mutlu kutunun içinden aynı isimli ilaçlar çıkınca puzzle yapar gibi, mutlu olduk, Sezen'in ağzının içine bakıp komut bekledik, durduk.

    Köy ile Edirne arası tam 20 kilometre. Köye gitmek için çeltik tarlalarından aralarından geçmek gerek. Yol çok düzgün. Bir yere kadar anayol, sonra ara yola sapılıyor ama, ara yol da beklediğimden düzgün çıktı, motoru kullanırken hiç zorlanmadım. Köy, bildiğimiz köylerden. Biz gece boyunca çalışırken birileri gelip gidip köy kahvesinden çay ısmarladılar, sürekli lokum sandıkları geldi önümüze, uzattık elimizi lokumlara, nişan ve düğün haberleri olduğunda köy içinde âdettendir lokum dağıtılırmış, biliyordum da, karşılaşınca yeniden hatırladım. İkinci lokum sandığı geldiğinde, "biz aldık biraz önce" dedik hep bir ağızdan, "bu başka, o nişandı bu düğün" dedi bize lokumun tatlılığını sunan kişi. Aradan biraz zaman geçmişti ki, kırmızı kurdele ile göbeğine davetiye bağlanmış bir havlu bırakıldı dağınık kolilerin arasına, işte yine bir köy âdeti. Bir gün içinde o köyden biri gibi olup çıkmıştık. Kahvenin önüne bir ara kırmızı bir araç geldi, dondurmacıymış, Derviş almadan durur mu? Gitti hepimize dondurma aldı, külahta. O dondurma hepimize öyle iyi geldi ki. Bir ara Oğuz'un telefonundan, ses sistemi bilgisayara bağlanınca bilgisayardan müzik dinledik. Derviş, Amy çaldı durdu bilgisayardan, alt raflara eğilmiş antihistaminiklerle haşır neşirdim ki, o an "vay anasını be, bu kadın da gitti" dedim.

    Eczane köyün göbeğinde, biraz ilerisinde sağlık ocağı var, iki köy kahvesinin arasında kalmış durumda, eczanenin önünde bir ağaç var, önünde bir bank vardı, muhtarın âzalarından biri saat 23 sularında hem "kolay gelsin gençler" dedi hem de ilerideki bir depodan ikinci bir bank daha getirdi, iki bankı karşılıklı koyduk, ha şöylee. Oturalım mı? Oturamadık tabii. Henüz köy meydanı sessizliğe kavuşmamışken, çocuklar top oynarken, atladık araçlara, Derviş önümdeki, Oğuz, Sezen, Mutlu, Murat ardımdaki arabada, ben ortada, uça kaça sessiz kentimize geldik, evlere dağıldık, duşumuzu aldık. Uzun zaman sonra özlediğim beden yorgunluğu vardı üzerimde uykuya dalmadan önce. Yaşamak güzel.

    Oğuz uykuya dalmadan önce yolculukla ilgili aklına takılmış olmalı ki, hızınmın bir ara 100'ü vurduğunu, bunu farkettiğini, biraz tedirgin olduğunu, hafif bir korku da duyduğunu söyledi, en kısa zamanda "sana dizlik, kolluk gibi diğer aparatlardan da alalım" dedi. Anlaşılan kaskımın olması yeterli gelmedi gözüne. Uyuduk.

    27 Temmuz 2011 Çarşamba

    Umut

    Her taşınmada umut dolu bir yan vardır. Öyle bilirim. Zihnim umuda yorar yeniliği. İçinde korkular barındırmayan yenilik de yok işte. Ama olsun.

    Sezen radikal bir kararla, eczanesini taşımaya niyetlendi. Hem de Edirne'nin bir köyüne. Onun köy macerası biraz da şartların getirmesiyle başlıyor, bizim istediğimiz gibi değil biraz onunkisi. Neyse, dün işyerime geldi, üst katımda oturmasına rağmen görüşemiyoruz günlerdir. Bir kahve içimlik kaldı, anlattı anlattı, gitti. Ben onu uğurlarken ve o arabaya binerken seslendim, "belki biz de o köye yerleşiriz, sen gece bize kalmaya gelirsin" dedim. "Hıı hıı tavuklar filan" dedi. Kafası artık nasıl doluysa, günlerdir koşturuyor. Bürokratik işler kolay değil. Telefon ve adsl bağlatmak sorun olmuş, telefoncudan klima servisine kadar çeşitli mırın kırın durumları ile karşılaşmış.

    Biraz önce aradı, "Valilik'teyim, akşam iş çıkışı eczaneye gelsene, ilaç dizmek için yardıma ihtiyacım var" dedi. Gelmez miyim hiç? Elbette gelirim. Motor var nasılsa. Hem ben zaten çok şahane ilaç dizerim. Çocuk gibi seviniyorum ben böyle şeylere. Şapşalca bir sırıtma gelip yerleşiyor yüzüme. Öyle.

    26 Temmuz 2011 Salı

    Tango'da Karşılaşma

    Bu fotoğrafı çekerken çok heyecanlandım, görür görmez "Aşk" dedim. Sonra kafamdaki ikinci ses konuştu, "ne yani, herkes kendi yolunda yürüyerek aşkı yaşayamaz mı?"  Yaşanır belki, belki başkaları için "herkesin kendi yolunda yürümesidir aşk" bilemedim. 

    24 Temmuz 2011 Pazar

    Leş

    En son kitap alışverişimde elim Ferit Edgü'ye gitti. Öyküsever olduğumu söyleyebilirim ya pekala, bu adamı tanıyıp bilemediğimi de utanmadan söyleyebilirim. Hakkında neredeyse tek kelime bilmiyorum. İşte bir cuma gününe denk geldi tanışmamız. Suç ve Ceza'ya başlamamın üzerinden tam üç hafta geçmişti. Raskolnikov ile aramızda başlayıp gelişen o muazzam üç haftalık ilişki, kitabın son sayfasını da okuyup kapattıktan sonra elbette bitmedi.
    Zihnimde Rasko'yu taşımaya devam ettiğim o sabah hava günlük güneşlikti. Bilindik, tanıdık sıcak bir temmuz günü. İş çıkışı soluğu Limon'da aldım. Ferit Edgü 1953 ile 2002 yılları arasındaki öykülerini elimde tuttuğum bu kitapta toplamış. Adını Leş koymuş. Ağustos böcekleri tepemdeki ağaçların dallarına saklanmış ortalığı yaygaraya veriyorlar, o an okumakta olduğum şiir gibi öykülerle arama girip neşe içinde Limon'un müziğini bastırıyorlar. İki ay sonra bu sesleri duymak istesem de duyamayacağımın bilincindeyim.

    Neden elimdeki kitabın adı Leş? Ferit Edgü şöyle açıklıyor, paylaşmayı uygun görüyor;

    "Bugüne değin hiç kimseyle paylaşmadığım bir anıyı, sırasıdır burada okurla paylaşayım.

    Yıllarca önce, yanılmıyorsam, Sait Faik ödülünün Bir Gemide'ye verildiği sıralarda, bir akşam telefonum çaldı. Karşımda tanıdığım bir ses, bir kadın sesi, kendisiyle konuşacak birkaç dakikam olup olmadığını sordu. (Tanıdığım insanın sesi olamazdı bu, çünkü o çoktan ölmüştü.) Tabiî ki vardı. Adını sorduğumda, " Beni tanımazsınız, dedi. Önemi de yok." Sonra "Bir zamanlar Leş adlı bir öykünüzü okumuştum, diye sürdürdü konuşmasını. Merak ediyorum, hâlâ, arada bir de olsa, teknenize gelip yapıştığı oluyor mu?.."

    Donup kalmıştım.
    Hemen yanıtlayamadım. Uzun bir süre sustuktan sonra, bilmem niçin yalan söyledim:

    "Hayır, kurtuldum ondan."
    "İşte buna memnun oldum" dedi karşımdaki ses.

    Sonra bana mutluluklar dileyerek kapadı telefonu.
    İşte bu nedenle, Baudelaire'in bir şiirinden ödünç aldığım başlığı seçtim bu kitaba : LEŞ

    Kitabı okumaya dalmıştık ki, gizli bir ses sanki düdüğünü öttürdü, bir fabrikada işçiler bir anda nasıl makineleri kapatırlarsa, fabrika binasına nasıl bir sessizlik yayılırsa, öyle. Hep bir ağızdan sustu Ağustos böcekleri. Vardiyaları bitmişti.

    Bitmeden hemen önce elime fotoğraf makinemi alıp 34 saniyeyi kayda geçirdim. Bir im olsun istedim, Leş'in imi.




    Günün finali; daha önce yağmurlu bir cuma akşamı gittiğim Limon'dan, bu kez gittiğimde yağmursuz, kalktığımda dev yağmur damlaları eşliğinde ayrıldım. Üzerimde ince askılı bir şey, eve dönene kadar, yağmurun etrafa yaydığı ağaçların kokusu, haftalardır sıcaktan kavrulan otların suya doyamamaları, toprağın çatlakları, ben motorun gazına bastıkça göğsümü döven yağmur...

    22 Temmuz 2011 Cuma

    Yeterli


    * Fotoğrafın hikayesi; Çok sevdiğimiz birini, -köyde yaşayan, tavuk sesleriyle uyanan, yaşamının son bir yılını pencereden dışarı bakarak, hayaller kurarak geçiren- ziyarete giderken çekmiştik. Arabayı Halim kullanıyordu, baklavalı kahvaltının yolcusuyduk. Şimdi ne Halim burada, ne de ziyaretine gittiğimiz kişi.

    20 Temmuz 2011 Çarşamba

    Bir akşam kahvaltısı

    Akşam kahvaltısı yaptık bugün, sıcak yemekle uğraşmadık, bol bol domates tükettik, köy hayalimizi gerçekliğe bağlamaya çalıştık, köyde yaşarken geçimimizi neyle sağlayabiliriz sorusunun peşinden gittik. Köyde doğmuş büyümüş olmayı çok isterdim ben, küçükken istemezdim sanırım, şimdiki halimle istiyorum. Eğer köyde doğmuş olsaydık, şimdi hayvancılık üzerine araştırmalar yapmak zorunda kalmazdık. Gerçi bu plan çok kısa vadede gerçekleşebilecek gibi değil, bir süre daha bu sistemin yürümesi gerek. Farkındaysan ben gelecek üzerine de konuşmaktan hiç hoşlanmıyorum. "Ne planlıyorsun?" diye sorsa biri, "ömrüm işte böyle sürsün gitsin" derim. Böyle iyi çünkü. Değişecekse de, hayat; kente 15 km mesafedeki bir köye yerleşerek değişsin isterim. Ben yine atlayayım motora, püfür püfür bir rüzgar, ardımda motorun tekerlek izleri...

    Bu akşam yemek yerken Oğuz yaptı yine müzik seçimlerini. İşte aşağıdaki parçayı hiç bu kadar dikkatli dinlememiştim, Atze'nin anlattıkları ile parçanın hem ritmi, hem sözleri örtüşüverdi zihnimde. Atze hoş kız. Alem kız. Ömürsün vallahi denilecek kız. Doğumgünüm olmadığı halde bana iyi ki doğmuşsun diyebilecek kadar hisli, ince kız. El üstünde tutulası. Şaşılası kız. Ah evet bi de şimdi aşık kız.

    Ekşi sözlük'ten aşırdım şarkının sözlerini, gözümüzün önünde olsun şöyle. İyice bir ezberleyelim.

    P.s.: Dün akşam bebekler gibi uyudum, Unisom bir numerosun.


    magic, moments
    when two hearts are caring
    magic, moments
    memories we've been sharing
    i'll never forget the moment we kissed
    the night of the hayride
    the way that we hugged to try to keep warm
    while taking a sleigh ride
    magic, moments
    memories we've been sharing
    magic, moments
    when two hearts are caring
    time can't erase the memory of
    these magic, moments
    filled with love

    the telephone call that tied up the line
    for hours and hours
    the saturday dance, i got up the nerve
    to send you some flowers
    magic, moments
    memories we've been sharing
    magic, moments
    when two hearts are caring
    time can't erase the memory of
    these magic, moments
    filled with love
    the way that we cheered
    whenever our team
    was scoring a touchdown
    the time that the floor
    fell out of my car
    when i put the clutch down
    the penny arcade
    the games that we played
    the fun and the prizes
    the halloween hop
    when everyone came
    in funny disguises
    magic, moments
    filled with love

    17 Temmuz 2011 Pazar

    Sonya'lı Günler ve Heidi'ye Mektup

    Canım Heidi,

    Sana bu mektubu aslında çok daha önce yazmalıydım, yazamadım. Zor günler geçiriyorsun, biliyorum. Seninle yazışmamızın ardından İstanbul'daki arkadaşıma evlerinde bir kediyi misafir edip edemeyeceklerini sordum, onlar onaltı yıllık arkadaşları Kanika'nın yokluğundan sonra yeni bir ev arkadaşına sıcak bakmıyorlar, başka da bu konuda yardım isteyeceğim kimse yok, bir arkadaşım yalnız yaşamaya başladı ki, hep bir kedili ev isterdi, onun da Sıdıka ile sorunsuz bir ilişki içinde bulunacağına kanaat getiremedim, Pirinç biliyorsun, daha bugün masanın altından onun sandalyesine dinlensin diye uzattığım şeyin ayağım olduğunu algılayamayıp tıslamaya başlamıştı ki, sonra o şeyin benim bir parçam olduğuna ikna oldu, ortalık sakinleşti, Sıdıka bu eve gelse bile rahat edemez biliyorum.

    Geçen hafta üç gün üstüste kısa süreli de olsa anneme ziyarete gittim, evin yeni üyesiyle haşır neşir olma hevesindeydim, aşağıda gördüğün fotoğrafta uyuyan melek görünümlü şeytan, uyanıkken o kadar hareketli ki, bilirsin işte bebek kedileri. İlk gün isim konusu hiç açılmadı, mahallenin çocukları her zamanki alışkanlıkla elbette renginden tarçın ismini benimsemişlerdi, ikinci gün bu haylazla epey oynaştık, ismini de o gün koydum, biraz olsun, hüznünün de hafifleteceğini umarak. Bu minik yavrunun gelip annemi bulmasını hayatın manidar oyunlarından biri varsayarak... Ayrıca işe bak ki, bugünlerde elimden düşmeyen kitabın ana karakterlerinden biri de evet Sonya, hem daha da güzel bir isim olamazdı düşüncesindeyim.


    Hemen belirteyim, annem bahçeli bir evde yaşıyor, gün içerisinde, işten başımı kaldırıp telefonu alıyorum elime, annem "efendim" der demez "Sonya ne alemde" diye soruyorum, kimi zaman "tek kişilik koltukta tam vantilatörün karşısında" yanıtı alıyorum, kimi zamansa yaz tatilini annemle geçiren Zeyno'nun çıplak ayağına yaslanmış, ikisinin birlikte derin bir öğle uykusunda olduklarını öğreniyorum.

    Ayrıca Babam iki haftadır sayısal oynuyormuş hem Sonya'nın hem de uzaklarda yaşayan kuzenimin şansına. Gördüğün üzere bu kız iyiden iyiye bizim eve alışmış, ileride nasıl olur bilemiyorum, yarın öbür gün büyüyüp de özgür kız ayaklarıyla bizimkilere sırtını döner mi, şimdiden kestiremiyorum. Demem o ki, karnı acıktığında kapısını çalacağı bir kapı, vantilatörlü bir koltuk, oyun arkadaşları mevcut, kendisi de bunun bence gayet farkında.


    Bütün bunlar senin kederini hafifletmez belki, ama bu mektuptaki bilgi, hüznünün yanına küçücük de olsa bir tebessümü belki kondurabilir ümidindeyim. Kimi zaman insanoğlu gündelik koşturmacaların esiri olsa da, hani kimi zaman belli edemesem de, lütfen kalbimin seninle olduğunu hep bil.

    Ayrıca Kuzuya selam eder, Mahir'in gözlerinden  öperim.

    * Dipnot : Sevgili okuyucu, Heidi'ye yazdığım bu mektupta konuyla ilgili aklında havada kalan soru işaretleri varsa işte burası belki birazını giderebilir.

    15 Temmuz 2011 Cuma

    Pirinç'li bir akşamüstü

     Justine haklı, bu gözlerdeki cin bakışlar sayesinde rahatlıkla Dosto'nun kahramanlarından biri olabilir.

     Fotoğraf makinesinin askısıyla oynuyoruz aslında, arada bir "ilgilenmiyorum" anlarından biri. Birazdan saldırıya geçecek gibi.

    Kediler nasıl yaşlanır bilmiyorum, bunu ilk Pirinç ile deneyimliyorum. Bu surat bana hiç 9 yaşında bir kedi suratı gibi gelmiyor. İnsanların sevdikleri hep genç kalıyor gibi...

    14 Temmuz 2011 Perşembe

    Organları yutan sokak

    Gündelik ilişkilerin en tehlikeli sokaklarından birindeyim. Sakin, sevecen ve anlamaya çalışan yanımın boy göstermesini istiyorum bu sokaklarda. Hırçın, öfkeli birine dönüşmeye hiç niyetim yok. İstemiyorum ki içinde karmaşası olan birine dönüşmeyi. Karmaşam varsa da benim kendimle olsun. Kendimle kavga ederken mesela, bir karga havalandıysa kuru bir dalın üzerinden, o kavgayı karga sayesinde gülümseyerek sevebilirim. Uzlaşmacı yanımın karga ile işbirliği içinde olmasına ben pekala izin verebilirim.

    Öyle hassas ki bu ilişkiler sokağı, sokakları da hiç tekin değil bazen. Yutkunup, sakin olmaya çalışarak yaşamalıyım burasını. Deneyeceğim.

    Gerginlik anında, ne olduğunu anlamaya çalışarak yazdığım bir mektup havada asılı kalınca, cevaben bir "sus" bile denmediğinde, gerek görülmediğinde, "bekle" komutu verilmediğinde, karanlık ve sessiz bir kavga içine girildiğinde, çok yıpranıyorum. Bir çıt çıksa, dondurucuya konulmuş bir organ gibi olup sanki hasar görmeyeceğim. Şimdi iyiden iyiye yaralı bu organ desem ne değişecek? Hiç. Oysa ben sesli kavgaları severim. Sesli, gürül gürül, anlamaya ve anlaşılmaya yönelik olanlarına sempati duyarım.

    Şimdi, sırtımı dönsem bir türlü, beklesem bir türlü... Ben en iyisi yine gökyüzüne bakadurayım. Ne varsa onda var nasılsa...

    12 Temmuz 2011 Salı

    Göttingen Edirne arası konuşmalar

    95-96 yıllarında girdi benim hayatıma. Birlikte Çemberlitaş Kız Öğrenci yurdunun ıslak paspas kokan merdivenlerinde oturup sohbetler ederdik, yurdun balkonundan en muazzam manzaraya bakakalırdık. Kitaplardan, insanlardan, hayallerimizden konuşurduk. O zamanlar, onu tek başına düşünemezdim, düşünürdüm de şöyle; başka bir insanın imgesi ille de onunla ilgili düşüncemin yakasına gelip, yapışırdı. Dostunu sırtında görünmez bir kambur olarak taşıdığını düşünürdüm. En yakın dostu sonsuza dek ayrılmayacağı bir parça gibiydi. O zamanlar öyle görünürdü gözüme.

    İşte yurt koridorlarında başlayan dostluğumuz aynı evi paylaşarak devam etti. Nasıl çalkantılı, nasıl gürültülü yıllar anlatamam. Taşra kasabalarında oluşan benliğimizi, İstanbul içindeki düzene karşı korumak için bıçaklarımızı bilediğimiz günler. Neyi neden yaptığımızı pek bilmeden, önsezilerimize fazlasıyla güvendiğimiz yıllar. Hayatı el yordamıyla tanımaya çalışıp, gözlerimizdeki perdeleri aralamaya çalıştığımız anlar. O günlerde dünya, bir rock barından çok farksızdı yahu. Karmaşanın içinde ne gerçek bir ses duyabiliyor, ne de tam olarak birilerini görebiliyordum, zaman zaman birinin yüzü sanki aydınlanır gibi olur sonra yeniden karanlığın içinde yitip giderdi, önemser miydim? Sanmıyorum.  Ama müzik güzeldi.

    Onunla aynı evde aynı odayı ikimizin paylaştığı günler geride kalıp yollarımız çeşitli sebeplerle ayrıldıktan çok sonraları öğrendim ki, bir parçası haline gelmiş olan dostuyla araları açılmış, görünmez olan kamburunu sırtından atmış ve Hukuk Fakültesini bitirip yüksek lisans için Almanya'ya taşınmıştı. Biz tekrar görüşmeye işte o Almanya'daki günlerine alışmışken başladık. İstanbul'a geldiğinde kısıtlı zamanlarda da olsa bizim için önemli mekanlarda kahveler içmeyi başardık. Kopmayan bağlarımızı sağlam kıyılara bağladık. O, bu kadar uzaktayken sevdiklerine yakın olmayı nasıl başarır hiç bilmem, sanki koruyup kollayan bir gözü vardır da, hiç kapamaz o gözü, o göz hiç uyumaz, belli de etmez üstelik, uzaktan bakar, korur, kollar gibidir. Doktora tezinden sıkıldığı anlarda, soluğu ya sokaklarda alır, Avrupa kentlerini dolaşır, elinde fotoğraf makinesi ile o diyarlardaki gözümüz olur, ya da internet başındadır da kısacık laflıyor oluruz, minik minik, adım adım...

    Aslında tüm bunları anlatmamın sebebi güne başlar başlamaz kendisiyle yaptığımız msn sohbetini paylaşmak içindi. "Bir dostumla sabah konuşuyorduk" diyerek cümleye girmek pek tatsız geldi. Başardıklarıyla gurur duyduğum, üstelik beni dostu olarak gören bu güzel insanı ucundan da olsa buraya iliştirmeden geçemedim, hoş gör.

    Onun elinde bugünlerde yeni bir fotoğraf makinesi var, akademisyen damarı burada da başgösterdi, gidip kısa süreli de olsa fotoğrafın eğitimini aldı, teknik öğrenmeyi şart koştu, şimdilerde ışığı öğrenme hevesi içinde. Fotoğraf işinin zor olduğundan yakınıyor. Bense fotoğrafta teknik bilgiyi çok önemser değilim, kompozisyon ağırlıklı fotoğrafları severim, fotoğrafa bakarken; hangi makine kullanılmış, objektifi neymiş bakmam, belki bakarım da, ön planda tutmam, gözüm duygunun peşindedir, bana nasıl nereden değip geçer o kare, bunu önemserim. Konumuz fotoğraf olunca dilimizin bağı çözüldü, konu döndü dolaştı bugünlerde kafamda netleşmiş "fotoğrafçı" kavramına geldi, ben fotoğraf çeken her kişinin fotoğrafçı olmadığına dair düşüncemi netleştirdim,  teknolojik günlük tutuyorum cümlesini, blog yazarıyım cümlesine de tercih ediyorum. Kelimeler ve anlamları üzerinde bu kadar durmak da yersiz, farkındayım. Dostum "profesyonel düşündüğümüzde sen kesinlikle haklısın" dedi sonunda, sonra da "onbeş yıldır hukukla uğraşıyorum kendime hukukçuyum diyemiyorum, çünkü diploma adamı hukukçu yapmaz, ne zaman ki bilirkişi raporlarım hakim karşısına çıkar, ya da doktora tezim kurul tarafından onaylanır, onlar benim görüşlerimin hukuk payını doğrular" diyerek çıktı işin içinden. Aslında hemen hemen aynı şeyleri söylüyoruz. Sıfatların içinin boşaltılıp, kavramların anlamsız hale bürünmesinden hoşnut değiliz.

    Bugünlerde Suç ve Ceza'ya ara verdiğim zamanlarda, tekrar tekrar okuduğum bir kitabın yeniden üzerinden geçiyorum, Roland Barthes "Camera Lucida" ile çok derin bir fotoğraf yolculuğuna kısıtlı cümlelerle çıkmayı deniyor. Okudukça bir kavramı kullanırken özenli olmam konusunda kendimi daha titizlenir buluyorum. Sonra dönüp, düşünme biçimini bilgiler üzerine kurmayı seçen dostumu daha bir önemsiyorum. Orada yalnız geçen günlerini dolduran kelimeleri dikkate değer buluyorum. 

    Yalnızlık demişken, üzerine son günlerde okuduğum nefis yazılardan birinin linkini buraya iliştirmeyi ihmal etmiyorum. Yorumları bile bu yazının gelişen bir parçası gibi, sırf bu nedenle atlanmamalı.

    Şimdilik gidiyorum, fotoğrafçı değilim, hiç olmadım.

    10 Temmuz 2011 Pazar

    Haftalık Rapor...

    Uyku bazen sırtından atar insanı. Öyle uyandım o sabah, ne oldu da yeniden atak geçirir oldum? Neler değişti? İstanbul'a gidip geldim, gelir gelmez çok koşturdum, uykusuz kaldım, sarma tütüne geçtim, kahveme krema koymadım. İlaçlarımı atlamadım. Hımmm. Herşey olabilir. Oğuz'u uyandırmadım. Onun yapabileceği bir şey yok, o uyurken elini tuttum bir süre, baktım olmayacak, kalktım, saate baktım, 04.30 suları. Sırtıma battaneyiyi pelerin gibi doladım, balkona çıktım, araba bakımda, kapının önünde olsa hadi hastaneye gidelim demem için ramak var, nasıl serin bir hava anlatamam, tarlalardan balkona doğru esen rüzgar, çok iyi geldi, biraz sakinleştim, masaya alnımı koydum, Pirinç masaya çıkmış, başımda bekliyor, biraz uyumuşum. Sonra yatağa geçtim, uyandığımda daha iyiceydim. Panik atak böyle işte, sersemletiyor.

    Sarma tütüne biraz da sigarayı bırakırız ümidiyle, Harun'da görüp özenmiştim. Tütünün tadını da sevmiştim. Atakla uyandığımda, derinlik duygumu bir an kaybettim, sanki su yatağında gibiydim, garip bişey, ben nefes aldıkça şeklimi alan bir yatakta yatar gibi hissetmiştim, bu duygu biraz korkuttu beni. Sarma tütünü o gün bıraktım. Kahve bir gün boyunca içmedim. İşten erken çıkıp eve geldim, iki  saat kadar uyudum, huzurla. Beni sırtından atan uykuya özlemle inadına sarıldım.

    Sürekli eleştirel gözlüklerle etrafındaki insanlara bakanları anlamıyorum. Atakla yaşamamı kabullenmemiş olan insanlar var çevremde. Önemsemiyorum. Sanki herkes zımba gibi sağlam sinirlere sahip olmalı, hassas yanları kimsenin olmamalı. Panik Atak hastası olmak bir zayıflık, hala ilaç kullanıyor olmak güçsüzlük emaresi, nasıl oldu da kurtulamadım bu ilaçlardan. Böyle olmak en fazla Oğuz'u ilgilendirir, zira gecenin bir yarısı atağımla ben başetmeye çalışırken o benden çok çaba sarfediyor, üstelik tanımadığı ve anlamakta çok zorlandığı bir duygu. Her sabah kahvaltıdan sonra içtiğim o kimyasal nesne benim zayıflık emarem, İstanbul kaosundan ürküyor olmam benim sorunum. Hoş dedim ya, bu konuda söz hakkını sadece Oğuz'a veriyorum, gerisi gerçekten umurumda değil. Panik Atakla başetmesini bilmeyen biri olmasın istiyorsa insanlar hayatlarında, hiç itirazım olmaz, rahatlıkla çekip gidebilir. Burada iyi olmamı istemenin dışında bir sinir seziyorum, asıl canımı sıkan o sinir oluyor, neden sinirlenildiğini anlamıyorum.

    Bir önceki sabah beni terkisinden sinirle atan uykunun kollarından gayet güzel indim dün sabah aşağıya. Kalktım, duş aldım, sabah çok erken, uykumu almışım, atladım motora, yanıma da Raskolnikov'u aldım, söylemeyi unuttum, Suç ve Ceza, sandığım gibi zor değil, gayet akıcı, su gibi, bir filmi izler gibiyim, Sezen sırf benle oturup kitabı konuşmak için tekrar tekrar başlayıp bıraktığı kitaba yeniden başlamış, Çiğdem elindeki yarım kitapları hızla bitirip eline Suç ve Ceza'yı almış, heyecanımı çok kıskanmış, kıskanmaların böylesi çok güzel. Bir de iki kişinin birlikte yaşadığı hoş bir anıyı tadamadığı için, o anın içinde yer alamadığı için, sevdiği kişiyi bir başkasıyla paylaşmayı kabullenemediği için, yaşanılan kıskançlıklar var, işte onu pek anlamıyorum. Hayır hayır konumuz iki kişinin yaşayıp birbirini kıskandığı aşk kıskançlıkları değil, arkadaşlar arasındakinden bahsediyorum, kıskançlık derin konu, duralım.

    Dün Oğuz'la pazara gittik, ne zamandır istediğim kırmızı koltuklarıma krem pikeleri nihayet aldım, pazarda sebze meyve alışverişi Oğuz'un görevi gibi, ben yanında daha çok süs gibi dolaşıyorum, ağırlığı olmayan poşetleri elime tutuşturup duruyor, böyle olunca bir işe de yaramıyor, iyisi ben fotoğraf çekeyim.


    Oğuz kırmızı biber seçiyor (kelinde güneş nasıl da güzel parlıyor:) İşini o kadar ciddiye alıyor ki, bir kırmızı biber almak bu kadar uzun sürer mi diye hiç mızırdanmıyorum, pazar yeri gayet kalabalık olmasına rağmen, mekanla gayet uyum içindeyim.

    Akşam eve geldiğimizde salonu toparladık Oğuz'la. Sonra yeni pikelerimizi yaydık, ben Rasko ile başbaşa kalmışken Pirinç dayanamayıp zıplıyor yanıma, tam da işte böyle, ayak ucuma... Kıvrılıp gidiyoruz yaşamın içine, krem renginde...

    5 Temmuz 2011 Salı

    Ayak

    tdk :ayak,    
    a. 1. anat. Bacakların bilekten aşağıda bulunan ve yere basan bölümü.

    Babam bypass ameliyatı için ameliyathaneye gitmeyi beklerken, ya saçlarını kokladım, ya da ayakucuna geçip ayaklarını öptüm. Sevgimin taşıp akacak yer bulmaya çalıştığı anlarda karşıma çıkarsa eğer ayak, öpmeden duramadığım bir çıkıntı. Yere basıp basmaması önemli değil, temiz olup olmaması hiç mühim değil.

    Bebeklerle aramda pek sıkı bağlar kurulamıyor, böyle kırılgan bir beden nasıl taşınır? Pratikte korkmadan kucağıma alıp taşıyabiliyorum ama düşününce ele avuca almak cesaret istiyor. Bebeklerin o pembe, yumuşacık, mis kokulu topuklarına karşı kayıtsız kalamıyorum, ne zaman bir bebek görsem, mesela yaz günü çorapları çıkarılmış, ayaklarını alıp ham ham ham yaparak ayağın sahibini eğlendiriyorum, şaşırtıcı biçimde komik buluyorlar bu oyunu, kıkır kıkır katılana kadar gülenine bile rastlıyorum. Oyunu kuralına göre, gıdıklamamaya özen göstererek oynuyorum, zoraki atılan kahkaha ile pek ilgilenmiyorum, eğer ben oyun havamızda değilsem, usulca sokulup yanına, yusyuvarlak topukları koklayıp doya doya öpüyorum. Sanırım ben ayakları iyiden iyiye seviyorum.

    Sabaha karşı uyandım, hoş bir aydınlık var odada, tam da aydınlık olmayan bir aydınlık, bu an kısa sürecek, birazdan perdeler engel olmasa oda ışıkla dopdolu olacak, Oğuz uyuyor, nefesini dinliyorum, göğsü usulca inip kalkıyor, bu hareketi oldukça düzenli. Biliyorum ki, huzurlu bir uykunun elinde. İstanbul'dan döndüğümüz akşam havanın serinliği ile tekrar çıkarmak zorunda kaldığımız yorgandan ayaklarını çıkarmış, bir insanı ayaklarından sevip okşamayı seven biri için bu o kadar hoş ki... Hayır hayır, elbette gidip uyuyan birinin ayaklarını öpmeye çalışmak hiç akıllıca olmazdı, sırtımı pencereye dönüp ayaklarımı yorganın dışına çıkararak alarma kadar uykunun kollarına atıldım.

    4 Temmuz 2011 Pazartesi

    Şenlikli

    Cumartesi günü, akşamüzerine doğru kendimizi yolda bulduk, şehre girer girmez soluğu amcamızın yanında aldık. Akın Amca'nın evi fevkalade bir yerde. Mesela yatak odasından, tertemiz çarşaflar serip bize hazırladığı yataktan büyüleyici kuleye bakarak uyuyakalıyorum, saat 3 suları, Oğuz çoktan yorgunluğa yenilip uyuyakalmış, ben Akın Amca ile doyumsuz bir sohbeti ardımda bırakmışım ...  


    Gözümü açtığımda ilk gördüğüm. Akşam nerede bırakmışsam, sabah da orada, yerli yerinde, etrafında kırlangıç sürüleri heyecanlı, çığlık çığlığa, soluk soluğa. Saat 9 suları usulca evden çıktık, Galata'yı ardımızda bıraktık, Yonca ve Harun'la kahvaltıya koştuk, kahvaltı müthişti, zaman kısıtlı, konuşacak çok şey var, soluk almadan konuştuk, soluk almadan güldük, derin bir nefes alarak ayrıldık.

    Amcanın diğer balkonundan baktığımızda gördüğüm...  Ev tanıtımı gibi oldu bu biraz, gel ben sana biraz amcamızdan bahsedeyim ne dersin?

    Canım Akın Amca, o öyle güzel anlatır ki hikayelerini, onun karşısında "dinlemek" en güzel eylemlerden biri, yanında öyle rahatım, kendimi ifade ederken o kadar özgürüm ki, o beni tanımaya o kadar meraklı ki, araya mesafelerin girdiği görüşmelerimize rağmen, araya hiç zaman girmemiş gibiyiz, iyi ki de biz böyleyiz.

     Güneşli ve kalabalık, bina yığını İstanbul'u bu şekilde geride bıraktık. 

    İstanbul'da sıcaktan bunalmışken, Edirne yağmurlu ve serin, sessiz ve ıssız, bomboş. İşte tam da istediğimiz gibi.

    Not: Cumartesi akşamı Galata Kulesinin hemen altında Caz Festivali kapsamında Tünel Şenliği vardı, kalabalığın arasından eve zor ulaştık, eğer bu kadar özlem dolu ve yorgun olmasaydık, konserlerin tadını çıkarmaya hazırdık, bir ara uzaktan, maçları beleş izleyen seyirciler gibiydik, ama benzer mi hiç aşağıdaki havaya, bu senekini mecburen es geçtik...

    2 Temmuz 2011 Cumartesi

    Usulca yaklaştım Raskov'un yanına, temkinliydim.

    Yağmurluğum yanımda olmamasına rağmen yola çıkmaya kararlıydım, üzerime iki tane sweat giydim, oturduğumda birini çıkardım, altta kalan ıslanmamış, diğeri sırılsıklam, hiç temmuz havası yok, insanı serinliği ile ürperten bir hava dolaşıyor ortalarda, kasvetli, karanlık, Raskolnikov ile tanışmak için şahane bir gün. Ormandayım. Olmak istediğim yer tam da burası.

     Gözlüklerimi kuruladım, başıma gelen garsona gülümseyerek biramı söyledim, etrafta kimseler yok, ben verandadayım, yeterince ıslandığıma göre içeride olmamın bir anlamı yok, üzerimdeki tenteye düşen yağmuru dinlemek en iyisi, içeriden çıkan kızlar hazırlıksız yakalanmışlar belli ki, parmakarası sandaletler, kısacık şortlarla çıkmışlar sokağa, şimdi yağmur hız kesmişken, evlerine gidiyor olmalılar. Müzik rahatsız etmeyecek tonda, bir ara kulağıma Nina Simone, Bryan Ferry, Zaz, Louis Armstrong ilişti, kendince yol alıyor, keyifliyim.

    Her şey tastamam. Söylenecek başka söz yok, Suç ve Ceza'ya başlamamın hiç unutmayacağım anısı yanımda, biram yudum yudum...

    Not: Justine'in Raskov karşısında kendimi sağlama almam konusundaki uyarısını gözardı etmiyorum, varlığımı hissetmemesi için çıt bile çıkarmıyorum, sayfaları nefes almadan çeviriyor, nefes almadan okuyorum.

    1 Temmuz 2011 Cuma

    Önce sadece bir kare


    Görselimiz buradan. .

    Filmin adı Hanna. Henüz izlemedik, izlenecekler klasörümüzde öylece dönüyor, bir dönme dolabın içinde. Filmin ahengini merak ediyorum.

    Fazlaca şeyler okuyamıyorum, Halikarnas Balıkçısı ile ilgili öğrendiklerimi buraya taşımak istiyorum, olmuyor, günlerin nasıl geçtiğini hiç anlamıyorum. Gözlerimi kapatsam, bambaşka bir boyuta dalsam, zamanın hep yettiği bir boyuta. Canım ne zaman istese dönme dolabın içine saklansam...Bugün tanışmayı umduğum Raskolnikov ile istediğim kadar laflasam.. Peri sağolsun Dostoyevski konusundaki tüm soru işaretlerimi süpürdü, Carr'ın "Dostoyevski" kitabını daha sonraya bıraktım, önce Suç ve Ceza, hayır hayır önce gözlerimi kapatıyorum, sonra Suç ve Ceza'yı orada dilediğimce okuyabiliyorum, dönme dolap durana dek...

    30 Haziran 2011 Perşembe

    Aşk için, aşkın şerefine...

    Dün akşam, tavuksuyuna çorba ile başlamış en güzel aşk hikayelerinden birini dinledim bir arkadaşımdan. Konunun özelliği midir, akşamın hoş serinliği midir, yaşama o an verdiğimiz özenden midir bilemedim, tılsımlı bir andı. Çok, çok duygulanarak dinledim. Arkadaşımın konuyu paylaşmak istemesini, ama öyle ayaküstü anlatmayı istememesini, sohbet için seçtiğimiz mekanın ne kadar yerinde olduğunu çok sonra farkettim, altında oturduğumuz ağaçların dallarına asılmış rengarenk fenerler karanlığı ne hoş karşılıyordu böyle. Aşk güzeldi.

    "Ben böyleyim, bu hallerdeyim, bil istedim" dedi anlatacaklarının hızı biraz yavaşladığında. Bu haberi bana telefonla vermeyip, yaşadığı şeyin mimiklerine nasıl gelip güzelce yerleştiğini kendi gözlerimle görmemi istemesine hayran oldum. Dinledikçe gözyaşlarımı tutamadım. Aşk için, aşık olma hali için, sevdiğim biri bunları yaşayabildiği için, inceden gülümseyerek ama usul usul.

    Arkadaşımın söylediği hemen her cümlenin içinde yalınlık vardı. Misal "Dün akşam birlikte dondurma yemeğe çıktık" demesinde bile masum bir yan seziyordum. Şatafatsız, yaldızsız, berrak. Gösterişli bir paylaşım olmadığı halde içi dopdolu. Küçük bir kasabada yaşanan, sanki kimsenin duyup bilmediği aşklardan biriydi dinlediğim. Bu güzel habere elbette içilir, soğuk biralarımızı istedik, sonra güldük, bol bol, köpük köpük, ağız dolusu, doyasıya. Aşk için, aşkın şerefine... 

    * Atze, hem dün akşam bunları yaşarken, hem şimdi yazarken, aklımın bir ucunda, ucunda değil canım basbayağı ortasında sen vardın. öyle.  

    25 Haziran 2011 Cumartesi

    Gıd Gıd...

    Hiç öyle çalışılası bir gün değil, çıksak da şurdan, bir yerlerde bira içsek, serin serin. Dark birayı seviyorum. Durgun gibi görünen, aktığı dikkatlice bakıldığında anlaşılan nehrin hemen yanında, yamacında, sakin...

    Bugün Edirne'ye yağmur geleceği söylentisi var. Yağmur burada konuşulacak bir konu, yağmaya başlamadan önce bekleniyor, sonra beklenen yağmur geldiğinde, "yağmur mu o?" sorusu atılıyor ortaya, sanki haberleri yokmuş gibi, aniden gelip bastırmış gibi, yağmur konuşulması gereken bir konu insanlar arasında. Özellikle bugünlerde.

    Sabah işe geldiğimde herkesin dilinde yangın var. Ne yangını? Haberim yok. Herkes görmüş, simsiyah dumanlar kaplamış gökyüzünü, tarif edilen yer bizim evin balkonundan bakıldığında görülebilecek bir noktada oysa ki, buğday tarlalarından biri, yaklaşık yüz dönüm. Yazık. Çiftçi bir yıl boyunca bir gökyüzüne, bir toprağa bakıyor, gözü gibi, gözünden de özenli. Şarapçıların işiymiş, istemdışı. Sigara içmiş olmalılar. Gerçekten yazık. Yangın saatlerinde ben, annemi uğurluyordum, yangına biraz uzak bir mesafeden, gözlerim yola dönük, gökyüzüne değil.

    Bu sabah kitap siparişlerimi verdim. Nicedir okumak istediğim Suç ve Ceza, sonra Fante'nin "Toza Sor" ve Ferit Edgü'nün "Leş" kitapları önceliğim, yazın okunacakları sahne almaya hazır. Annem ve arkadaşları Amasya'da öğle yemeği yemişler, Samsun'a yaklaşıyorlarmış. Oysa yolculukta hiç uyuyamaz, uyumamış da, ama neşesi yerinde. İnsanın çıkmak istediği yolculuklar olması ne hoş.

    Bugün işte ben böyle kendi çöplüğümde eşeleniyorum. Gıd gıd, gıd gıd...

    24 Haziran 2011 Cuma

    Tatlı Rüyalar

    İş çıkışına kadar sıradan. Anlatılası bir durum yok. Ama olabilir de, şöyle; işyerinde Arzu'nun bakımını üstlendiği sokak köpeklerinden Zilli hastaydı geçen hafta, barınağın veterineri Abdullah Bey kırmadı bizi, her akşam geldi iğnelerini vurdu, kurtulma yüzdesi çok düşükken, Zilli ilaçlara olumlu tepki verdi, iğneleri bitti, antibiyotiklere geçildi, her sabah ve her akşam ilaçlarını ben veriyorum, Arzu verdiğinde ilaçları yere tükürmeyi başarıyor da ben elimi boğazına kadar soktuğum için ilaçlar cuk diye mideye, bunu her yaptığımda "istese hart diyerek elimi parçalayabileceğini" düşünüyorum, insan olsa ısırır, Zilli gözümün içine bakıyor, onu sinirlendiren şeyler de var elbet, başka bir sahipsiz köpeğin, Kırçıllı Susam'ın yanımıza gelip bize kendini sevdirmeye çalışması, anında hırrrrrrrrrr... Biz elimizi bile uzatamıyoruz Kırçıllı Susam'a, sevip okşamayı aklımızdan bile geçirmiyoruz ki, kendisi sağlıklı şekilde hayata devam edebilsin, yoksa Zilli kendisini parçalayacak kadar sinirli ve haşin ve kıskanç...

    Akşam iş çıkışı eve geldim, doooğru banyoya, makineye çamaşırları koyup çalıştırmak için, sonra annem aradı, evden çıkıyoruz demek için, makinede çamaşırlar yıkana dursun ben annemi karadeniz gezisine uğurladım, ne garip! o bugün buradayken yarın sabah bambaşka bir dünyaya uyanacak, yeşil, yemyeşil...

    Ben buradan bir kaç yazı okumayı planlıyorum.
    Tatlı Rüyalar

    21 Haziran 2011 Salı

    88.10

    2000 yılı milattı benim için, üzerinden çok zaman geçti. O günler, yalnızlığın tozu dumana kattığı ve yaşamın bana sunduğu ilk okkalı dersleri aldığım günler. Ama yok konumuz bunlar değil, konumuz zor şartlarda dermeye çatmaya çalıştığım ve yalnız yaşamaya başladığım evimin en sevdiğim yeni eşyalarından biri, müzik çalarım. Üstelik cd player özelliği de var, üstelik sesin yayıldığı hoparlörleri gövdeden bağımsız ve ahşap. Elektronik bir cihazın plastikten uzak bir parçasının olması hoş, çok şık ve çok çok kullanışlı. O günlerde yataktan çıkmak için sebepler ararken, bu minik şey gelip gönlüme tıkır tıkır dokunur oldu, farkındaysan henüz dinlediğim müziklerden dahi bahsetmiyorum. Önemli olan şey, güne onunla başlamam ve zinde hareketlerim için bana yeterli sebepler veriyor olması. Müzik konusu ise benim çok iyi bildiğim bir konu değil, sebebi kulaklarım. Klasik müzik seviyorum ama çağlarını ayıramıyorum, defalarca dinlediğim bir melodinin kopya çekmeden kime ait olduğunu çıkaramıyorum, mesela Janis gibi değil benim için müzik, Janis eminim ki müziksiz yaşayamazdı, ben yaşayabilirim gibi gelir düşününce. Janis, müziği yaşamının içine alır tıpkı Oğuz gibi, ikisinin kardeş olması bana kalırsa herşeyden önce burada belli eder kendini...

    Ne diyordum? O günlerde müzikçaların saat ayarı sayesinde güne başlama şeklim değişti, sabahlar eskisine oranla daha katlanılır oldu benim için, uyguladığım kapanma ayarlarıyla evden çıkma saatim geldiğinde kendi kendine kapanıp "çabuk çık! ayakkabılarını giy hadi!" komutunu verdi bana, işte bunun gibi küçük minik oyunlarla evde olduğum zamanlarda kendisi hiç susmadı, çoğunlukla da 94.9 açık durdu, o günlerde evde önemli olma halini hep korudu, yalnızlığımı aldı, birincildi.

    İstanbul'da, Oğuz'la birlikte yaşamaya başladığımız diğer ev, nedense bu müzikçaları sevmedi, gözde nesnem  orada hiç varlık gösteremedi, evden ziyade bizim payımız var kabul ediyorum, yüzümüz daha çok filmlere dönük, dinlemek  istediğimiz müzikleri çalma yetkisini bilgisayarlara verdik, biraz ayıp etmişiz. Şimdi yaşadığımız eve gelince, buradaki evimiz yaşadığımız en büyük ev, müziği tek bir noktadan dinlemeye çalışmak pek mümkün değil, iyi bir yer bulmak lazım derken şifonyerin üzerinde öylece bekledi sabırla.

    Hafta sonu evle ilgilendim biraz, yatakodasında yollukları kaldırdım, toz aldım, derledim topladım, nevresimleri değiştirdim, ohh mis gibi, işte bir an o çarptı gözüme, tozlanmış. Tozunu aldım, başucuma, komodinin yanında yere koydum, taktım fişe, çalışıyor. Dedim ki, radyo çalsın, iyi de Edirne'de radyo konusu sorun. Dinlemek istediğim kanalları ancak internet üzerinden dinleyebiliyorum. Ama olsun nasılsa 88.10 var. Oğuz ve ben farklı zamanlarda keşfetmişiz bu kanalı. Keşfetmemek mümkün değil gerçi, diğerleri bizim için katlanılması imkansız şeyler çalıyorlar. 88.10 yunan radyosu. Adı sanı nedir bilmiyoruz. Arada bir, bir amca çıkıp konuşuyor, çok kısa, şundan şu eseri dinliyoruz diyor ve hoop anons bitti, haydi müzik. Hep ama hep klasik. Zaman zaman ilahiler de çalınıyor, aryalar da, saat başlarında haberleri veriyorlar, yine kısacık. Yunanca konuşan birilerini dinlemeyi çok istiyorum, kulaklarıma uzak bir dil ve belki bu kadar uzak olduğu için çok da zor bir dil hissi veriyor, sanki asla o coğrafyada yaşamadan öğrenilemezmiş gibi. Burada Yunanlılara karşı nefretle bakanı hiç görmedim, komşi komşi diye sesleniyorlar birbirlerine, aksine, turist olarak geldikleri bu kentin alışverişini canlandırıyor, iyi de para bırakıp gidiyorlar, esnafla aralarında zamanla garip bağlar da kurulmuş, kapalıçarşıda dükkanı olan abimin devamlı müşterileri var, her edirneye geldiklerinde kahve içmeye abime uğrayanlar var, ortak bir dilleri neredeyse yok, ama yığınla şey anlatıyorlar birbirlerine, bunca şeyi nasıl anlatıyorlar? Sanki gönüller yakın olunca kelimelerin gücü ve gerekliliği burada bitiyor...

    Dün sabah uyandım, radyoyu açtım, yüzümü yıkadım, yatağı topladım, örtüsünü serdim, üzerine yastıkları yerleştirdim, radyo mırıl mırıl, içimden "şu an Oğuz'da yolda bunu dinliyor" düşüncesi geçti, garip bir mutlulukla sarıp sarmalandım...

    20 Haziran 2011 Pazartesi

    Pazartesinin hiç olmadığı yer...


    * Istranca Dağlarında eminim hiç pazartesi olmuyordur ve eminim oradaki canlılar sendromdan da habersizdirler... Günler var ama adları yok, mevsimler var ama yıllar yok, zaman yok ama vakit var. Yeşil ne tek başına bir yeşil, ne mor tek başına mor, sayısız ton, derin sessizlik... Uzun bir ömür... 

    İçimde bir başkalaşım yaşıyorum. Bu şey beni gitgide sessizliğe davet ediyor. Ne yalan söyleyeyim korkuyorum. Her şeyi geride bırakıp gitsek? Daha da ıssız bir yere? "Hadi canım"  diyorum içimden demesine de, biliyorum ki biz istersek, -şimdi değil ama- günün birinde, fikir kendi içimizde yeterli olgunluğa eriştiğinde, ıssız bir kuytu bulup oraya sığınabiliriz. Kimbilir...

    19 Haziran 2011 Pazar

    Pazar Alıntısı

    Dördüncü Masal - Korkusuz Kirpiye Övgü'den bir bölüm (Sayfa 63)
    Göçmüş Kediler Bahçesi - Bilge Karasu

    Yola düştüğümde dayanamadım. Bir daha ne zaman bulurdum bu fırsatı? Nitekim, sonradan anladım, gezinin böylesinin tadı çıkıyor. Bir yanda, bıraktıklarının acısı var içinde; öte yanda, yanlarına dönmek gerekliğini için burula burula duyduğun kirpiler var. Hepsinin ötesinde ise, yol, enginlik, dünya... Vaktini harcamıyorsun, her anını doldurmağa bakıyorsun, bir yandan da, dolaşık yollardan da olsa, evine dönüyorsun... Neyse, fırsat diyordum... Anamla babamı bir daha göremeyeceğimi biliyordum artık. Onlarda kaldığım üç gün üç gece, korkudan uyuyamamıştım, çıkıp biraz olsun hava alamamıştım. Dışarısı dünyanın en tehlikeli yeri olmuştu. Kedilerden, köpeklerden, belki de, belki değil, muhakkak, insanlardan biri, günün birinde onların farkına varacak, onları yakalayıp parçalayacak. Ya yiyecek, ya da toprakların içine atıp evden aldıracak. Bunlar olmasa bile, bu korku içinde yaşaya yaşaya, yorgun yürekleri duruverecek. Onları sağ bulamazdım, bir daha gitmeğe kalksam da...

    Biraz dolanmadan eve dönmemeğe karar verdim. Zaten yola çıktığım gece, yani yuvamdan çıktığım gece, arkadaki arsalara vuracağıma, öndeki caddeye çıkmıştım. Yolumu böylelikle, bir yarım gece kadar uzatmıştım. Ay doğmadan anamın yuvasına varmam gerekirken, gün ışırken varmıştım da gözlerimden doğru yüreğime ağrılar saplanmağa başlamıştı. Anamın yuvasının yakınlarında ne büyük tehlikeler atlattığımın farkında değildim ama onlar, yürekleri ağızlarına gelerek, sevdiler beni, ağlaştılar durdular. İnsanlar vardı yolda, bir görünüp bir yiten arabalar vardı, gözlerimi kamaştırıp aklımı başımdan alan ışıklar, gürültüler vardı. Epey dolaştımdı bu caddede; sonunda, buranın bana göre olmadığını anladığım için, gene ağaçların, çalıların, çitlerin dibinden gittimdi annemlere. Ama aynı yoldan, hele aynı caddeden dönmek istemedim. Hem o büyük caddeden ürktüğüm için, hem de başka yerler görmek istediğim için. Ancak, tehlike gerçekten nerededir, kirpi bilemiyor. Olduğunu sandığın yerde başına bir şey gekmiyor da, anamın yuvası diye gittiğin yerin dolayları, kirpileri öldürmek için sıra bekleyen yaratıklarla kaynıyor. Başka sokaklardan gidecek, düşmanlarımın hepsini  teker teker görüp tanıyacaktım. Saldırır, öldürürlerse, dönemezdim aranıza. Siz de artık başınızın çaresine bakardınız. Tehlikenin üstüne üstüne gidecek değildim, tabii... Sakınacaktım. Yalnız, ölümle karşılaştığım yerde kendimi savunacak, gerekirse, çarpışacaktım.

    Biz kirpiler için bu dünyada yaşamak pek güç. Başkaları için çok daha kolay olsa gerek. Köpeklerin, kedilerin bundan yana bir sıkıntıları yoktur ki! Kim saldırabilir onlara? Kimden kaçamazlar ki! Neyse, gene de bilemeyiz biz kirpiler böyle şeyleri...

    Ne yalan söyleyeyim? Dedemin anlattığı masalların birinde "deniz" diye bir şey vardı. Su gibi bir şeymiş, karaların bittiği yerde başlarmış. Dünyanın ucuymuş. Dedem de görmemişti ya, dedesinden, dedesinin dedesinden kalma masallardan bilirmiş o da. Hani dedim, gider gider de bu dünyanın ucuna varır denizi görür müydüm? Çılgınlıktı bu tabii. Kimsenin görmediği şeyi ben nereden görecektim. Hem buralarda olsa, gezgincilerden işitilirdi. Çılgınlık ya, umut bu... Tabii, öyle bir şeye rastlamadım. Rastlamağı düşünmekten de vazgeçtim. Ben de torunlarıma anlatırım dedemden işittiğimi söyleyerek. Ola ki onlardan biri, onların torunlarından biri, göre onu, günün birinde, oralara ulaşa. Bilinmez...

    Neyse uzatmayayım. Arabalar bir görünüp bir yitiyordu dedim ya... Onlara yaklaşmaktan sakınmalı, onu anladım. Onlara karşı hiçbir şey yapılamaz. Arabaların az olduğu sokaklardan gittim. Bir duvarın dibinde üç insan beni köşeye sıkıştırdı. Dikenliyim ben de, bütün kirpiler gibi. Tortop oldum, dikenlerimi kabarttım. Bu insanlar çok mu iriydi ne, dikenlerimden çekinmediler. Bir sopa ile sırt üstü devirdiler beni, kaçtım, gene aynı şeyi yaptılar. Ağızları küçük onların, hem de pek yukarılarda kalıyor. Beni nasıl yiyeceklerdi, anlayamadım. Anamın anlattıkları geldi aklıma. Parçalayıp bırakırlar mıydı? Üç kişiydiler hem. Koca koca üç gövde benim neyimle doyardı? Ya yemeğe kalkarlar ama kendi aralarında kavga ederler, ben de o sırada kaçarım dedim, ya da öldürür bırakırlar. O zaman da bu iş biter... Ama durup durup dürtüyorlardı beni. Başka bir şey yapmıyorlardı. Dikenlerim belki de bir işe yarıyor gene de, diye düşünmeğe başladım. Şaşırdım kaldım. Sonra bir takım bağrışmalar oldu. Beni sıkıştıranlar uzaklaştı. Adamın biri vardı karşımda, o bağırmıştı anlaşılan. Öbürleri korkmuş olacak ki kaçtılar. "Tamam," diye düşündüm, "bu yiyecek beni." Onlar kavga etsin diye bekliyordum, bir başkası çıkmıştı ortaya. Hem bunun ağzı bana çok daha yakındı. Sırtüstü çevirip bırakmıştı beni ötekiler. Debeleniyordum. Ölü gibi yatsam adam beni yemekten vazgeçer miydi ki? Bunlar diri mi yiyorlar, ölü mü yiyorlar, nasıl bileyim? Hem yalnız öldürüp bırakanlardansa bu da... Öbürlerini kaçırdığına göre, çok güçlü olmalıydı bu adam. Bekledim. Yüreğim ağzımda. Yerinden kımıldamadı. Ansızın atılacaktı üzerime, besbelli, hız alıyor, hazırlanıyordu. Can korkusuyla kendimi yana attım, yuvarlandım, kaçtım.

    Neden sonra durdum, düşündüm. Bu adam bana hemen saldırmamıştı ya, yiyemeyeceğinden değil. O halde kirpi sevmiyordu. Kirpi sevmediği için de öbürlerinin beni yemesini istememişti. Hani ben, öldürseler solucan yemem, size de yedirmem ya, onun gibi...

    Daha sonra, çok dolaştım ama insanlardan kaçtım doğrusu. Onların hepsi kirpileri öldürmüyor, burası anlaşıldı. Kirpi sevmeyeni de var aralarında. Diyeceğim, kirpi düşmanı değiller hepsi. Ama hangisi öyle, hangisi değil, nasıl kestirilir?

    Dikenliyim, yaradılışım öyle. Yanıma yaklaşıldı mı tortop olurum. Bu yanıma yaklaşanlar, ister köpek, ister kedi, ister insan olsun... Bir kez, insanlara akıl erdiremiyorum. Cırnakları gözükmüyor, yok belki de. Sonra öbürlerinden çok daha ağır kanlılar. Ama bu yüzden de ne yapacaklarını hiç mi hiç kestiremiyor, apışıp kalıyorum karşılarında. Onların başka yerlerinde bir gücü, bir savutu, ya da bir dikenleri var ama ben yerini çıkaramadım... Yanıma yaklaşılınca tortop olur, dikenlerimi kabartırım diyebiliyorum ancak; tek bildiğim, kesinlikle bildiğim, bu. Biz kirpiler böyleyiz. Böyle doğar, böyle ölürüz. Ömrümüz uzun olursa, öğrene öğrene, dikenlerimizi kabartmakta gecikmemeği öğreniyoruz galiba. Dikenleri kabartmadan beklemek gerektiğini, gelenin dost mu düşman mı olduğunu anlamadan dikenlerini kabartmanın eski kafalılık sayılması gerektiğini söyleyen bir komşumuz vardı burada, unutmamışsınızdır. Ben de inanmağa başlamıştım dediklerine. İşin tuhafı inanıyorum da hala. Geçen kışın başında o canavarın dişleri arasından sarkan kanlı ölüsü, düşüncesinin yanlışlığını göstermez bana kalırsa. Dikenlerini çıkarmakta gereğinden çok gecikmiş olabilir, vaktini iyi ayarlamamış olabilir; hem canavar, zaten biliyorsunuz, tanıdığımız yaratıkların hiçbirine benzemiyordu, dışarıdan gelmiş olacak, çünkü bir daha görmedik, ne onu, ne benzerini... O canavar diyordum, bildiğimiz her türlü düşmandan daha kurnaz, ya da daha yırtıcıydı belki. Hazır durmalıyız biz kirpiler, ama bu komşumuzun sözlerine de kulak vermeli, bütün dünyayı düşmanımız bellemekten vazgeçmeliyiz artık. Dostlarımız var mı, bilmiyoruz. Niye? Merak bile etmedik de ondan. Kim yaklaştıysa yanımıza... Söyledim zaten... Bu önemli soruya karşılık verecek durumda değilim şu anda. Ama bildiğim bir şey var: Korkumuzu azaltmalıyız. Azaltmak için de dolaşıp gezmeli, gerçek tehlikelerle karşılaşıp bu tehlikelerden kurtulmanın yolunu bulmalıyız. Yola çıkarken, yalnız düşmanla karşılaşacağımı düşünüyordum, dostlar da çıktı karşıma. Dostu tanımak için gerekli vakti her zaman bulabilir miyiz? Ben de biliyorum: Yok o kadar vaktimiz. Ama bir sokak boyunca gittik bir köpekle. Önce geldi kokladı, dikenlerim burnuna battı. Durdu. Başımı uzattım, baktım. Saldırmadı. Yürüdüm, yürüdü. Sonra koştu, gelmemi bekledi. Aynı şeyi bir kedi ile yaptık sonra. Onunla yarım sokak boyunca gittik. Diyeceğim, ille de saldırmaları diye bir şey yok. Düşmanlara meydan okuyarak çıktığım yolda, arkadaş da bulunabileceğini öğrendim. Bütün iş vaktin ayarlanması...

    Metin'den kalanlar...

    Tanıdığım nadide insanlardan biriydi Metin, Atlas Pasajı'ndaki dükkanına bir arkadaşımla gitmiştik, çay söylemişti, oturup söyleşmiştik alçak taburelerde, daha doğrusu onlar söyleşmiş ben dinlemiştim. Arkadaşım dergi işleri ve fanzinlerle meşguldü o dönem, o günlerde değil de, sonra sonra edebiyat dünyasında yıldızı parladı, Metin yeraltına köprüydü belki onun için, daha sonraları beni o dükkana götüren arkadaşımdan bağımsız da gittim ziyaretine, belli dönemlerde ayaklarımın yönü Metin'den geçti. Enteresan adamdı Metin, evindeki sayısını bilmediği kedilerinden bahsederdi sonra susardı, birlikte susardık diyelim şuna, suskunluğumuzu dükkana gelen bir müşteri bozardı kimi zaman, o misafiriyle ilgilenirken ben kitabımı açar okumaya başlar, misafirlerin gittiğinin farkına varmazdım, Metin okumamı bölmez, ben gelmeden önünde yarım kalan her neyse ona döner, bana ilişmezdi, sonra bir çay söylerdi tam zamanında, çayımızı içerken kitabıma ara verir Metin'e yönelirdim.  Nasılsın demezdik hiç, nasıl olduğunu bilmeden anlardık nasılız... Karikatüristti Metin. Sinema severdi sevmesine de "fantastik türk sinemasına" ayırırdı tüm ilgisini, sonra çöplük sineması denen filmlere adardı kendini, animeye aşıktı, ayrıca dışlanmış ne varsa onlar hep Metin'indi, zehir zemberek bir hafızaya sahipti, kendinden bahsetmezdi, başarı denen sistem formülüne inanmazdı, kiri, kirliyi, ezileni, uğursuzu, şuursuzu, körleri, aksayanları, çingeneleri sahiplenirdi. Aksaktı Metin. Takım elbiseli biri dışarıdan baksa onun için belki aynen böyle söylerdi. Metin aldırmazdı. Aldırdığı şeyler vardı da, böyle fani şeyler değildi. Sabahladığımız akşamlardan birinde, ben ertesi günkü sınavım için çalışırken, aşağıdakilerini ders notlarımın arkasına yazı yazar gibi, kolaycacık çizivermişti. 2007 yılında beyin kanaması geçirip bu dünyayı bırakıp gittiğinde henüz 42 yaşındaydı.



    Not: Günün birinde arkadaşları, sevenleri tarafından Metin Demirhan üzerine bir görsel ya da yazılı  çalışma yapılırsa elimdeki orijinal çizimleri kendilerine seve seve vermeye hazırım. 

    10 Haziran 2011 Cuma

    Yılın ilk kirazını yediğin gün neler oldu?

    Sabah uyandım, duşa girdim, çıktım, işe geldim, gelmeden önce benzin aldım, sevkiyatlar için listemi hazırladım, 9.45 sularında annemi aradım, "hastanenin önündeki banklarda odamızın boşalmasını bekliyoruz" dedi,  çalışmaya devam ettim, 12.07 de annem aradı, şimdi babanı alıp götürdüler dedi (böyle söyleyince babam ergenekon'un bilmem kaçıncı dalgasına yakalanmış gibi oluyor)  saat 12.40 a kadar çalıştım, sonra işten çıktım, 12.48 de hastanedeydim, 408 nolu odaya vardım, annem oturmuş bekliyor, 13.10 sularında babamı getirdiler, bu kez canı daha da acımış, katarakt ameliyatları zahmetli, uyanıksın her şeyden önce ve yapılan tüm işlere tanıksın, babam beni görünce tek gözü ile ağlıyor, ağlamasa diyorum ama olmuyor, bundan da kurtuldun diyerek geçiştirip ortamı şenlendiriyorum, Oğuz arıyor, gelişmeleri bildiriyorum, koray arıyor, merkez sürücü kursuna kaydını yaptırmış, necibe ablayı tanıyorum, taksitlendirme konusunda bir faydam olur muymuş, "olur çözeriz" diyorum, kapatıyorum, saat 13.50 civarı babamın zoru ile hastaneden ayrılıp işe dönüyorum, dönerken bacanın oradaki yorulmaz büfeden hem kendime hem davut’a karışık tost alıyorum, salçalı. Tostumu yerken Koray damlıyor işyerime, Necibe ablayı arayıp süper bir indirim alıyorum, Koray mutlu.

    Çalışmaya 18.10’a kadar devam ediyorum, pek bir şey düşünmüyorum, 18.15 gibi işyerinden ayrılıp Hafızağa Konağı'na geliyorum, konaktaki görevli derse Selimiye Camisinin bahçesinde başladıklarını söylüyor, çıkıp grubu bulmam 3-4 dakikamı almıyor, gruba katılıyorum, önümdeki hatun arkasını dönünce bir bakıyorum ayol bu bizim süslü, dersi bırakıp sarılıyoruz, Hocamız iğne yapraklılardan ladini gösteriyor, işte ağaçlar ile ilgili ne olduysa ondan sonra oluyor, bir kapı aralanıyor ağaçların dünyasında ve biz bambaşka bir dünyaya giriyoruz, Bilge Karasu’nun çok sevdiğim öykülerinden biridir Avından El Alan. Kaç defa okuduğumu bilmem, sayılar ne de olsa bilimin işi, öykülerin, öykücülerin, öykü severlerin değil. İşte bu öyküde bir kaya vardır aralanan, içine girebilenler ancak çok çok cesur olabilenler, oradan çıkmayı başarırlarsa bambaşka biri olarak hayata başlarlar, işte bu öyküde kaya nasıl aralanırsa, ağaçlar da öyle, sanki ben o kayanın içine girip çıkmışım gibi, sanki dersten önce ağaçlar böyle değildi de, sihirli bir fırça dokunup hepsine birer yüz ve mimik vermiş gibi,  şimdi bak her biri farklı farklı, her birinin dalının üzerine birer ifade konuvermiş, iki saat içerisinde ağaçlara olan bakışım değişiyor, yaprağını elime alıp dokunuyor ve doğanın bıraktığı minik işaretleri okumaya değil de hecelemeye başlıyorum, öğrenmek! bir şeyi öğrenmenin verdiği pürneşeyi de anımsıyorum işte, doğa pek cilveli ve pek gizemli, öğrenmeye başlayınca sis perdesi aralanır gibi olmuyor, bilmediğinin farkındalığı perdesi iniyor insanın gözlerine, öyle ameliyatla filan gidecek cinsten değil bu perde, basbayağı inatçı, bu perdeyle yaşamasını öğrenmeli insan, öğrendikçe geçmeyeceğini bilerek, ne diyordum? ladinler, çitlembik, ceviz, dişbudak, ıhlamur, köknar, ah elbette çınar, karaağaç, akkayın, meşe ve türlü çeşitli ağaçların dünyasına giriş dersimizi Selimiye Camisinin avlusundan avköşküne kaydırıyoruz, herkes pürdikkat, pek bir hevesli, ormanda kısa bir yürüyüş, minik bir parkurda türlü çeşitli gizem, çantamda tanıştığım ağaçlardan birer merhaba yaprağı…

    Dersin sonunda Süslü’yü eve bırakıyorum ve babamı görmeye gidiyorum, altında pijama, üstünde gömlek dolanıyor, bir gözü korsan, saat 21.15 ve annem elleriyle ağzıma yılın ilk kirazlarını bırakıyor, çekirdeklerini ben onun avucuna bırakıyorum ve eve dönüyorum, Oğuz eve yeni gelmiş, hemen yemeğe oturuyoruz, yemekten sonra hazinemle tanışıyor Oğuz, üzerimde tarifsiz bir heyecan. Oğuz da ben de yorgunuz, film izleyelim, ne izleyelim? Ulak. Günün finali. Uyumadan önce son anımsadığım yeni tanıştığım bir dişbudağın kollarına yerleşmişim de yukarılardan etrafı seyrediyorum, benim bulunduğum yerden manzara çok güzel ve kesinlikle yaşamaya değer...

    7 Haziran 2011 Salı

    Anneme giderken gördüğüm


    Akşamları iş çıkışı eğer anneme gideceksem, bu yoldan geçiyorum. Kuş sesleri eşliğinde... Güzel oluyor, çok güzel...

    6 Haziran 2011 Pazartesi

    Bir hafta geriden gelen post

    Aşağıdaki fotoğraflar düne değil geçen haftanın pazarına ait. Evden çıkıp üniversitenin iki köprü arasındaki bahçesine kaçtık. Üniversite bahçesi dediğim zaman akla eğitim binalarının bahçesi geliyor olabilir ama öyle değil, eğitim binası yok elbette burada, üniversite burasını -muhtemelen- kiralamış ve işletmeye açmış, bir zamanlar sadece öğrenciler ve öğretim üyeleri girebiliyormuş ama sonra halka da giriş izni çıkmış, yazın öğrencilerden çok bizim gibilerin uğrak mekanı. Bira var, harika patates kızartması yapıyorlar, masalar piknik masası, self servis, başına gidip gelen garsonlar yok, yayılabildiğin kadar yayıl yeri...
    
    Sıcaktan bunalmış olduklarını varsaydığımız arkadaşlar...




     Oğuz ve biricik dergisi Uykusuz

    Elimde olan, ödünç verdiğim ama yine geri gelmeyen kitaplardandı, son kitap siparişimde bunu da istedim. Biricik sevgilim Bilge Karasu. Okumaktan hiç sıkılmadığım, okumaya doyamadığım...


    Geçen hafta babam sol gözünden katarakt ameliyatı oldu, işlem 22 dakika sürse de kendisi mavi ameliyat gömleğini ve yeşil bonesini giydikten sonra inanılmaz duygulandı, sedye ile ameliyathaneye gidene kadar ağladı, biz tabi teselli eden saftayız, annem babamı beklerken yemek programlarından birine baktı durdu, o kadar alışmış ki ameliyat fasıllarına...

    Bu arada bu hafta, akşam iş çıkışı 3 gün 18.30 - 20.30 arası yetişkinler için Dendroloji (Ağaç Bilimi) seminerine katılıyorum. Eğitimin amacı yetişkinler vasıtası ile çocuklara ve gençlere doğa bilgisi aktarımı sağlamak. Semineri Edosk (Edirne Doğa Sporları Kulübü) düzenliyor. Ücret yok. Semineri Trakya Üniversitesi'nden Yrd Doç. N. Güler verecek. Cumartesi günü pratik eğitim için Istranca Dağlarına gidilecek.

    İşte günlük hayat böyle geçip gidiyor. Ayrıca çok çok şahane filmler izledim, İncir Reçeli, Kaybedenler Kulübü, Vavien sadece bir kaçı... İşte böyle ...