31 Temmuz 2009 Cuma

Yara

Pansuman saatlerimi düzene koydum gibi. İlk gittiğimde bana "ameliyat olacaksın" diyen pansumancı ile iyice yüz göz olduk. Hatta sırf cumartesi ve pazar pansumanımı o yapamayacak diye kendisine "ben hafta sonu pansumana gelmesem olur mu? Bir başkası yapmasın benim pansumanımı" dedim. Ne acaip yaratılışımız var dimi? 3 kısacık günde hem yaraya, hem acıya alışıyorum hem de favori pansumancı ediniyorum. O gün kendisine buradan "delirmiş pansumancı" dedim ama acıyla karışık çıktı ağzımdan. Yanlışlıkla oldu gerçekten. Çünkü işini çok iyi yaptığını o gün farkedememişim. Neyse işte, favori pansumancı Sabri Abi'nin hafta sonu nöbette olacağını öğrendiğim için sevinçliyim.

Neticede sağlıkçılar biraz daha asık yüzlü, işlerinin gereği bedenlere biraz daha pc kasası gibi muamele edebiliyorlar, ha etmek de zorundalar, anlayabiliyorum onları, gördükleri ve yaşadıklarından sonra kaçınılmaz son; İnsan iletişiminin olduğu tedaviye her zaman rastlanmıyor. O bakımdan Sabri Abi'yi önemsedim ve buraya yazma gereği hissettim. Sonuçta burası benim gündemim.

30 Temmuz 2009 Perşembe

bir iki üç tıp

Doktorumu göremedim, tüm randevularını iptal edip kayıplara karışmış. Doktor konusunu bir şekilde çözeceğim. Ama pansumancımı gördüm. Acıya daha dayanıklı olan bünyem hastaneyi daha az ayağa kaldırdı bugün. İyiye, iyileşmeye işaret.

Creep, ilgin için ayrıca teşekkür ederim.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Acı

Fiziksel acının doruklarını yaşıyorum. Bu acı yüzünden düşünme yetimi sanırım kaybettim. Evet evet kaybettim. Bacağımda çıkan sivilce, sivilce olmaktan çıktı dev bir şeftali çekirdeğine dönüştü. Antibiyotiksel tedaviye pansuman eklendi. Ne oturabiliyorum, ne yürüyebiliyorum, ne yatabiliyorum. Bir de pansumancı bugün bana demez mi "ameliyat olacaksın" Bir yandan ciyak ciyak bağırıyorum bir yandan da aynı yüksek tonda "ne ameliyatıııııı" diye hönkürüyorum. Pansuman odasından kan ter içinde çıktım ve o delirmiş pansumancıya inanmadım. Yarın asıl baş karakter, filmin jönü biricik doktor Yıldıray Bey ile saat 10 sularında yapacağım görüşmede öğreneceğim ki bu şeftali çekirdeğini bünyem birkaç güne kadar atacak ve ben sütliman günlerime geri dönüp, pansumancıdan uzak günler geçireceğim. Evet inanıyorum böyle olacak.

Bu arada yeni psikiyatrımla görüşmem dün gerçekleşti. Eh ben ve atağım, karizmatik şövalye Ender'e alışığız. Desperate Housewives'dan fırlamış bir kadın beni keser mi? Sonuç olarak derdime derman oldu mu? evet oldu. Şimdilik ilaçlarımda minik bir değişiklik ile ataksız, anksiyetesiz günlere merhaba diyeceğim. Evet inanıyorum böyle olacak.

Çok tıpsal sorunlardan muzdarip bir kedi olarak şu sıcak günlerin biran önce hayatımızdan çekilip gitmesini dileyerek bir tıp günlüğüne daha son veriyorum. Çok konuştum ağzıma tüylerim kaçtı gördün mü bak..

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Hafta biterken

Bu hafta Sezen'le arada derede zaman bulup kahvaltı yaptık sonra geçtik işimizin başına. "Hayatımın dar vakitlerinde geniş zamanlar edindin, iyi ki geldin" dedi. Utanarak gülümsedim...

Balkonda yetiştirdiğim ilk sardunyam nihayet çiçek açtı, rengi şeker pempe. Canım pembem, canım sardunyam...

İşyerimin kapı girişinde yaşamaya çalışan ama bakımsızlıktan ölmeye yüz tutmuş Difenbahyaları resmen kaçırdım. Eve gelirken yolumuzun üzerindeki botanikçimiz Türkan Abla'dan gübreli toprak aldım, arka balkonumuzda bayan difaların bir güzel entarilerini değiştirip, pis pasaklı yapraklarını yıkayıp, cansuyunu verip salona yerleştirdim. Yerleştirirken ışığın açısını hesapladım, tahminimce ilk yerini sevecek ve entarilerinin ceplerinden yeni yapraklar çıkarıp hediye verecekler bana teşekkür mahiyetinde. Gülümseyeceğim.

Veee nihayet yokoldular diye düşünüp üzüldüğüm sinekliklerden semtimin pazarında buldum bugün, haklıymışsınız.

Bu haftama damgasını vuran atak, tüm gündemimi değiştirdi. Sakinleşmem zaman aldı. Ne zaman atak yüzünden tökezlesem, normale dönmem zaman alıyor. Yüreğimi buran bu sıkıntıyı yoketmek, kalbimin çarpıntısı ve zihin akışımın seyrindeki anormal döngüyü geride bırakıp eski ahengini yakalamak için çaba sarfediyorum. Bunu yine tek başıma başaramadım. Sayılı damlalarla aldığım ilaçlar beni normale çevirip sıkıntılarımı atarken, onlardan kurtulamıyor oluşum canımı sıkıyor. Salı gününe randevum var. Yeni bir doktorum olacak. Sıfırdan başlamak hoşuma gitmiyor. Ender mesela süperdi o konuda. Şimdi yeniden başla, şu dönemden beri bu atakları yaşıyorum, ilaç tedavisi bak bir işe yaramıyor, şu oldu bu oldu, temelinde bence bu var, şu var. Aklıma geldikçe yoruluyorum.

Bu dönemde Oğuz'la akşamları Ezginin Günlüğü dinliyoruz. Sonra müziğe ara verip birbirimize Selim İleri ve Elif Şafak' dan birşeyler okuyoruz. Edebiyat yaşamımızdan hiç gitmesin, Ezginin Günlüğü hiç eksilmesin, difenbahyalarım yerlerini sevsin, Kahvaltının Sezen'le olanı böyle hep pek hoş olsun, ataklarım gitsin, gelmesin, gelmesin, gelmesin...

21 Temmuz 2009 Salı

Pani

04.20 sularında, oldukça sağlam, şiddeti yüksek, sarsıntısı hatırlanır cinsten bir atak yaşadım. Uykumdan uyandırıp dizlerimi titretip, yüreğimi bir çamaşır gibi sıkan bu şeyi ah bir tarif edebilsem. Ama hayır tarif edemiyorum ve kimsenin başına gelmesin istiyorum. Henüz tam anlamıyla geçmiş sayamadığım şu ataksal durumu gün içinde İstanbul'daki doktorumla konuşmaya karar verdim. Oysa ilaçları bırakma hazırlığına girmiştik. Ay ama daral geliyor şimdi, ilaç kullanmak istemiyorum, bırakmak, onlarsız bir yaşam sürmek istiyorum. İlaç almaya devam ettiğim bu günlerde böyle şiddetli bir atak yaşıyorsam peki ya bıraktığımda ne olacak? Kafam karmakarışık. Bedenim yorgun. En kötüsü ne biliyor musun günlük, şimdi beni heyecanlandıran ne varsa, onların hiç ama hiçbirini yapabilecek gücü kendimde bulamıyorum, kendimde bulamadığım için daha da bunalıyorum. Bunları düşünmek yok, düşünmek yok, sakın düşünme, düşünme...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Bir adam

Bir adam var.Tarif et deseniz edemem. Yüzünde belki tamamen benim yakıştırdığım bir mizaç var ki hüzün de var, yorgunluk da var, yaşanmışlık da. İş yerinin arka tarafında yol kenarında bir alanı işgal etmişler, böyle plastik leğenler, minderler, çaydanlık, bir yatak, birkaç kıvır zıvır. üzeri örtülü duruyor bu eşyalar. Adamın bir at arabası var. Burada at arabalarına talika deniyor ve şehir içinde çoğunlukla çingeneler tarafından kullanılıyor. Evet bu adam da bir çingene. Simsiyah bir teni var ama sakalları bembeyaz. Yanından geçerken göz ucuyla yüzüne bakıyorum ve hergün aynı ifadeyi görüyorum. Mimikleri değişmiyor. Bir taş bulmuş, üzerine oturmuş sigara içiyor. Bu adamla tanışmayı, konuşmayı ve fotoğrafını çekmeyi nasıl istiyorum nasıl istiyorum anlatamam. Ama yapamıyorum, bırak bunları yapmayı gözgöze gelmekten dahi ürküyorum. Sağı solu belli olmayabilir ve "ne bakıyorsun" diyerek üzerime yürüyebilir. Ayıcı'nın fotoğrafını çektiğim kadar kolay bir lokma değil bu, "kolay gelsin" mi desem, "hayırlı işler" mi desem ne desem de başlayabilsem iletişime. Bilemiyorum.

Bu arada Ayıcı demişken, ben buraya taşındıktan sonra birgün telefonum çaldı. Arayan Oğuz. "Biliyor musun Ayıcı öldü" dedi. Öyle kalakaldım. Fotoğrafını çektiğimde tüm mahalle ne kadar yadırgamıştı beni. Ay bula bula onu mu buldun fotoğrafını çekecek. Ah bir de duysalar ölüm haberini vermek için bana özellikle ulaşıldığını, gelen habere üzüldüğümü, donup kaldığımı. Neyse, bir avuç hayırsever insan tarafından kaldırıldı Ayıcı'nın cenazesi, yine bir avuç insan tarafından namazı kılındı, çocukluğumun en bilindik karakterlerinden biri böylece bitti, gitti.

The Tale of Despereaux



"A hero doesn't appear until the world really needs one!!"

Bir pazar akşamını böyle bir filmle noktaladım. Noktaladım ama bakıyorum ki etkisi hala üzerimde. Her filmin etkisini ertesine güne taşımayı başaramıyor olduğum düşünülürse... evet Ratatouille'un Remy'si kadar çok sevdim Despereaux'yu, o kulacıklarını okşamak geçti içimden. Filmin içine yerleştirilmiş tüm zokaları yuttum bir balık misali, merhamet, vicdan, yüreklilik, iyi niyet, isteğinden vazgeçmeme, amacına ulaşmak için çabalama şeklinde dizi dizi sıralanmış tüm incileri aldım boynuma kolye yaptım, damağımdaki zokayı da çıkarmadım. Despereaux buna değer.


** Görsel, filmin resmi wes sitesinden alınmıştır.

17 Temmuz 2009 Cuma

Yedidir yedi





Aslında biliyorum kazık kadar kadın oldum ama Oğuz ile 6 yılı bitirip 7. yıla başladığımız bugün nasıl desem bir acaip böyle çocukmocuk hallerine düşüyorum ama hoşgörüyorum kendimi. Oğuz ile birlikte büyüdüm ben (yaş olarak büyüktüm onu tanıdığımda belki ama yaştan bahseden kim) ama aynı zamanda onun sayesinde çocuk kaldım, kalabildim. Onun sayesinde böyle geveze, böyle kendinden emin, böyle mutlu, böyle zıptırık, yaşamın kollarında bir oyuncak yoyo olabildim, kalabildim.


Böyle bir şemsiye altında birlikte ne kahveler içtik, sonu gelmeyen ne sohbetler ettik, keyiflendik, kederlendik, güzelleştik, anladık, konuşmadan anlaştık, baktık, bakıştık, gülüştük, öpüştük, sevdik, seviştik, yüzdük, yüzleştik, gördük, görüştük, dokunduk, hissettik, duyduk, kokladık, canımızı acıttık sonra hemen yaralarımızı sardık, sarmasını bildik, ne yolculuklara çıktık, ne yağmurlar gördük, sellere kapıldık, kimi zaman şemsiyenin bir ucundan o, bir ucundan ben çekiştiredurduk ama böyle iyi olduk, iyiliğimizi bulduk. 7. yıla hoşbulduk.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Melek

Hüseyin Amca bugün geldi, kapıdan hepimize şöyle bir baktı, "Charlie'nin melekleri" gibisiniz dedi ve gitti.

14 Temmuz 2009 Salı

Zehir

Bir haftadır işyerinde sistemsel değişiklik çalışmalarım ve veri taşımalarım nedeniyle yorgun halde dönüyorum eve. Etrafımdaki koşturmacalar nedeniyle akşamları kendimle de kalamıyorum. Kendimle kalamadığım zaman ertesi güne hırçın başladığımı farkediyorum. Telefonum çalmasın ve ben kimseye açıklamalar yapmakla uğraşmayayım istiyorum, olmuyor. Özellikle son bir ayıma bakıyorum, elimde kitapla dolaşıyorum evin içinde. Başımı hiç kaldırmadan okuyabilme isteğimi bir türlü doyuramıyorum. Ayrıca izlemek istediğim onca film beni bekliyor. Yapmak istediklerimi yapamadan biten günlerimden nefret ediyorum. Hatta o kadar nefret ediyorum ki kendime kusuyorum nefretimi, sinirimi, öfkemi. Bana keyif verecek olan şeyden mahrum ettiğim için kendime diş biliyorum ama en yakınıma saldırıyorum, en yakınımı çatal dilimle zehirliyorum. Saldırırken aklımda tek düşünce, en yakınımdan başka kimse olmasın yanımda istiyorum. Olmuyor.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Bir masanın senfonisi

Balkonda bir masa, masaya serilmiş beyaz bir masa örtüsü, masanın üzerinde beyaz tabaklar, tabaklarda kıpkırmızı karpuz dilimleri, kiraz ve üzüm taneleri. Her birinin tadına kutsayarak bakıyorum. İşte bu masa, masadaki bu görsellik, kendimi nasıl mutlu hissediyorum, bilemezsin.

Bazen sabah serinliğinde gölgede kalan balkonlardan sokaklara sesler taşıveriyor. Çatal-bıçak sesleri, çay kaşığının çın çın yankılanışı, umarsız ve acele edilmeksizin yapılabilen kahvaltıların senfonisini ben ne zaman işitsem, böyle oluyorum. Kulaklarımdan içime ılık mı ılık bir sevinç yayılıyor. Tıpkı bir ayin gibi gölge balkonlarda, serin mekanlarda özene bezene hazırlanan kahvaltı masalarının sayısı daha çok, çatal - bıçak sesleri daha bir duyulur olsa. Yoldan geçen herhangi biri, masaya ve etrafa yayılan mahmur sohbetlere göz ucuyla tanık olup ertesi sabah sırf özendiği için taşıyıverse benzer bir masa ahengini hayatına, "çayını tazeleyeyim mi?" sorusu daha çok karışsa bir kuş kanadının çırpınışına, zaman durmuşçasına yapılsa o kahvaltı, tadına doyulmasa, birazdan başlayacak olan koşturma akıllara gelmeden bir yudum alınsa mis gibi çaydan, muhabbete kahkahalar daha çok karışsa, masadan hoş bir elektrik yayılsa ve daha bir anlayışlı davranılmaya başlansa insanlara, hiç farkında olmaksızın yan tarafta duran sardunyanın kuruyan yaprağı alınsa konulsa tabağın kenarına, bütün bunlar olup biterken şöyle bir anlığına duruverse yaşam denilen hummalı savaş, sanki diyorum -ve tüm bunları çok içten ve inanarak dillendiriyorum-, sanki daha güzel olmaz mıydı şu yuvarlak dünya...

10 Temmuz 2009 Cuma

Nihayet

Yarın iki kişilik yalnızlığıma, iki kişilik uyanışlarıma, iki kişilik kahkahalarıma, sessizliklerime, içseslerime, sevinçlerime, dokunuşlarıma, çığlıklarıma, maymunluklarıma, bakışlarıma, duruşlarıma, iki gözümden taşan iki kişilik ışık demetlerine, eve dönüşlerimin heyecanlı olanlarına, keyifli akşamüzerlerine, hüzünlü gecelerime ve nicesine geri dönüyorum.

3 Temmuz 2009 Cuma

Hoşuma gidiyor..

Gökgürültülü bir akşamüstü.
Tam apartmanın kapısından girecekken aklımı çeliyor bir şımarık güdü. Yön değiştiriyorum. Ayçiçek tarlalarına dönüyor ayaklarım. Yanımda kocaman bir köpek beliriyor. Etraftaki inşaatların bekçi köpeklerinden biri olmalı. Yoldan gelip geçen kamyonlara sataşıyor, havlıyor, peşlerinden kovalıyor. Bana birşey yaptığı yok. Kuyruk sallıyor sürekli. Arada bir kocaman başını okşuyorum. Ben adım attıkça o da adım atıyor. Yavaşladığım ya da duraksadığım anlarda geriye dönüp sitemkar bakıyor, türkçe meali "hadisene çok yavaş yürüyorsun" tamam işte geliyorum. Bir elimde fotoğraf makinem. Ayçiçeklerin fotoğrafını çekmek istiyorum. Bu gezi bir nevi keşif gezisi. Yürüyüş için ideal, fotoğraf için kötü bir zaman dilimi. Işığın doğru açısı için sabah saatlerinde buraya gelmeliyim. Şimdi şimşek çakıyor. Birazdan yağacak besbelli. Yürüdükçe yürüyesim var. Issızlığın ortasındayım. Oysa yürüdüğüm yolu bırakıp geriye baktığımda evimi görüyorum. Şöyle uzansam dokunacak kadar yakın. ıssızlığın ortasında bir evde oturma düşüncesi hoşuma gidiyor.

Yanımdaki köpekle birlikte sürdürdüğüm bu akşamüzeri keşif gezisini yağmur nedeniyle sonlandırıyorum. Yağmur öyle böyle değil. Tüm kent sakinlerinin günlerce konuşacağı cinsten. Ne yağmur mübarek. Göz gözü görmedi. Deli olan evden çıkmaz. Ortalık toz duman. Bardaktan boşanırcasına. Rüzgarla birlikte kocaman kocaman buz döküyor gökyüzü. Balkonda çiçeklerim var gözüm gibi baktığım. Bir koşu kurtarıyorum onları. Ya evin yakınlarında olmasaydım. Kurtarabilmiş oluşum hoşuma gidiyor.

Gece bol şimşekli. Balkonu tertemiz yapıyorum yağmur sonrası, sonra kitaba dalıyorum. Okudukça okuyasım var. Üzerimde bir hareketsizlik. Bu koltuk, bu balkon, bu temiz hava, bu sessizlik. Sanki sonsuza kadar sürecek gibi. Ara ara başımı kaldırıyorum nedensiz. Belki bir cümleye ilişiyor düşüncelerim. Başımı kaldırdığım bu anlarda akşamüzeri yürüyüşü yaptığım tarlalar aydınlanıyor, çok değil bir bilemedin iki saniye. Aydınlanıp kararan gökyüzüne sesler ve kokular karışıyor. Gökgürültüsü, köpek havlamaları, yağmurdan sonra ortaya çıkan kurbağalar, masamdaki fesleğen, ayçiçekler arasından taşınıp omzumun üzerinden gelip geçen serince rüzgar hoşuma gidiyor.

Henüz tam olarak göremediğim ama taşıdığımdan emin olduğum, izini sürdüğüm, gün yüzü görmemiş bir haritam var. Bu haritaya göre ilerliyorum. ilerlediğimi, duraksadığımı, hızımı kendime değil, bu haritaya bakarak anlayabiliyorum. Görüşümü, duruşumu, hafızamı, hayatla olan dirsek temasımı huzurlu kılıyor bu harita. İyiden iyiye baktığım, duyduğum, kokladığım şeylere dönüşüyorum. Pirinç konuyor kucağıma bir zıplayışta. Düşündüğüm şeyden kopuveriyorum. Çayımı karıştırırken bir elim okuduğum kitabın arasında. Oysa kitap ayraçlarını çok severim ama şimdi kapanmasın istiyorum bu kitap, kapanıp yeniden açılmasıyla uğraşılmasın. Bir oturuşta masada ne varsa silip süpüren boğazına düşkün, damak tadı yerinde, düşünce sistemi midesine kurulu insanların açlığına, arsızlığına benziyor okuma sevdam. Elime alıp başladığım bir kitabı hiç bırakmadan, kapatmadan soluksuz okuduğum anları seviyorum. Okuma arsızlığımın yanına şimdi gelip yerleşen yeni biri, selim ileri okumalarım hoşuma gidiyor.