31 Ekim 2009 Cumartesi

Şimdi ne olacak?

Sabah iş yerimde bir çığlık, ayyy inanmıyorum sesleri arasına koşturdum. Bir avuç ya var ya yok, gözleri açılmamış sıçan misali bir köpek. Ayakları üzerinde duramıyor, gözler kapalı, soğuktan üşümüş, ha dondu ha donacak. El mahkum, içeri aldık, koynumuza soktuk, şalımıza sardık, eczaneden biberon aldık, en küçük biberon başlığı büyük geldi, sütü ağzına enjekte ettik, enjekte ederken parmaklarımdan birini yalancı meme yaptık. Janisjr doktorların kullandığı eldivenleri önerdi, içindeki pudrayı temizledikten sonra süt doldurup bir delik açılınca al sana yalancı meme.

Şimde ne olacak? Akşam benimle birlikte eve gelecek. Pirinç ne yapar bilmiyorum, daha önce evin içine köpek almamıştık. Annemle konuştum, Pirinç istemezse bize getir, ben bakarım önerisini getirdi. En kötü ihtimalle annemin ellerine teslim. Ama içimde bir garip duygu. Bu köpek daha 5 günlük ya var ya yok ayol, avucuma ancak sığıyor, bu şekilde annesinden ayrı yaşayabilir mi? Hani derler ya elime doğdu diye, çocukken resmen elime tam dokuz yavru vermişti o zamanlar baktığım köpek, köpeklere aşinayım ama bu bebe nasıl büyür bir insanın elinde işte bunu kestiremiyorum. Şimdi şalıma dolanmış yanımdaki sandalyede uyukluyor. Annesini arasam bulsam kokumuzun sindiği bu bebeyi tekrar kabul eder mi? İşte yine dertsiz başıma dert aldım. Bence akşam evde Pirinç bir lokmada yalar yutar bunu, sizce?

29 Ekim 2009 Perşembe

İkinci bir blog mu?

Şimdi şöyle bir şey var, bu sayfaya hem okuduğum kitaplardan alıntılarımı, hem izlediğim filmlerden aşırdığım replikleri, hem çektiğim fotoğrafları serpiştirmek istiyorum ve şimdilik öyle de yapıyorum.

Ancak geçenlerde Jto fotograflarım için ayrı bir blog oluşturmam gerektiği konusunda bir fikir verip kafamı karıştırdı. İki ayrı blog demek iki ayrı kanaldan akmaya çalışmak demek. Fotograflarımı farklı bir kanaldan ilerletmeye çalışırsam o zaman kitaplardan alıntı yaptığım satırlar için de ayrı bir blog mu oluşturmam gerekecek? E bu durumda fotograf notları, okuma notları, sinema notları şeklinde bloglarımı çoğaltmam gerekmeyecek mi? Ay bilmiyorum, Jto e şimdi hepsini bir yerden izlemek daha kolay değil mi sence de? Attın ortaya bir taş, ben çıkaramıyorum. Kararsızım.

Ayna gibi


28 Ekim 2009 Çarşamba

Hediyesin


Belki çok geç tanıdım seni, ama tanıdım ya en azından. Mimiklerini, davranışlarını, hüzünlerini, tutkuyla bağlandıklarını, öfkeni, yaşama sevincini, hayatın içine serpiştirdiğin minik oyunları, gündüz düşlerini, ellerini, göz rengini, yüz çizgilerini tanıyor, izliyor, biliyor ve tüm bunlar yanımdan uzaklaşmasın istiyorum. Bir lütuf, bir hediye, cesaret emaresi, güçlü kadın imgesisin, ya çok şeysin ya da hiç bir şey kadar sadesin..

27 Ekim 2009 Salı

Hipotroid misin nesin?

Tam bir ay önce kan testlerimi yaptırdım yaptırmasına ama doktoruma gösterememiştim. Öyle bir aile hekimim var ki her hasta ile yakından ilgileniyor ve muayene olmak için odaya giren hastaya şaşırtıcı şekilde önem gösteriyor, sorulan her soruya sakince yanıt verdiği belli, zira tüm yaşlı teyzeler ve amcalar içeriden "ne iyi ilgilendi" ifadesiyle çıkıyor.

Bugün neredeyse 1.5 saat önümdeki 8 hastanın muayenesinin bitmesini bekledim. Beklerken iki adım ilerideki Sezen'in eczanesinde oturdum, gazete okudum, Ayşe ablanın çayını içtim, Sezen'in masasına günaydın mesajı bıraktım, orada çalışan kızlarla lafladım, arada bir "sıra bana gelmiş midir?" düşüncesiyle gidip baktım, sonra yine eczaneye döndüm, kitapları karıştırdım, etrafımda tanıdıklarımın çoğaldığı Edirne'deki yaşamımın bana sunduğu tüm nimetlerden faydalandığımı farkedip kendime bıyık altından gülümsedim ve doktorun odasına girdim. Kolumdaki lekeler için benden bir ay önce tahlil istediğini, sonuçları ancak getirebildiğimi, anemi sorunumun kronik olduğunu söyledim. "Anemiye takılmıyorum. Sizde hipotroid var" dedi. Yani Tsh değerlerim yüksek, yani troid hormonum düşük. Emin olmak için T4 değerlerime bakılacak.

Aslını sorarsan hipotroid sorunu yaşıyor olmam kadar doğal bir şey olamaz, babamın gen haritasından kendime bulup aşırdığım miras demek buymuş. Gerçi kesin bir şey yok. Eğer teşhis bu olursa zaman zaman girdiğim depresyon benzeri ruh hallerimi, anemiye bağladığım halsizliğimi, herkesin başına geldiğini sandığım sabahları yataktan çıkmayı istememelerimi, merdiven çıkarken yorulmalarımı anlamlı bulacağım.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Angelopoulos trilojisinde ilk seans


Ağlayan çayır olarak çevrilmiş türkçemize. Pazar günü ilk seansına merhaba dedim. Bir epik şiir beni bekliyor evde.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Redd ve Daphne'li gece

Dün akşam Sezen’in yokluğunda bir kolumda Halim, bir kolumda Oğuz pavyon sokağında yeni açılan iki barın ortamını kokladık, Şirince’nin böğürtlen şarabını yudumladık. Yeni insanlar tanıdım, yeni mekanlar gördüm, yeni projelere dahil olmak istedim.

Aklımda yarına dair bir plan var ama cesaretimi toplayabilir ve gerçekleştirebilirsem buradan yazarım. Heyecanlı ama uykusuzum.

22 Ekim 2009 Perşembe

Akşam yemeğinde balık var ona göre

"Akşam yemeğinde balık var ona göre" dedi Sezen biraz önce. Aklıma düştü birden, çocukluğuma dair nice güzel anım var, en güzeli ne biliyor musun? Annemin bahçemizden "sofra hazııııır hadiii" seslenişi. Bak mesela bu ses hala hafızamda saklıdır. Yahu çocukluk güzeldir, iyidir filan ama, büyük olmanın en çok bu tarafı koyuyor bana, nasıl bir zaman kaybıdır yarabbi o mutfakta geçirilen zaman dilimi. Nasıl özeniyorum "sofra hazır" cümlesine. Masaya bardaklar konulmuş, sular doldurulmuş, ekmekler dilimlenmiş, mutfak camlarını pişen yemeğin buharı sarmış, ortalık mis gibi kokmuş, dizlerim yara bere olmuş ama tek derdim bisikletimin bozulan zili olmuş.. Geçmiyor yaşam işte böyle. Bugün olmadık dertleri kuşanıyorum.

"Akşam yemeğinde balık var ona göre" dediğinde Sezen, kendimi çocukmuş gibi hissettim. Bugün vücut direncimin düşük olmasından, titremeye yakın üşüme hallerinden muzdaripken bu cümle kendimi nasıl iyi hissettirdi bilemezsin.

21 Ekim 2009 Çarşamba

İlişkiler yumağımın kördüğüm hali

Zihnimdeki ilişkiler yumağı kördüğüm oldu bugünlerde. Anılarında sürüklendiğim birkaç insan var. Sarıp sarmalamak istediğim ama hem fiziksel uzaklık hem ruhsal dengelerimizin senkronize olamamasından ötürü görüşemediğim…

Şimdi böyle diyorum ya, aynı kişiler ile kafamın içinde kavga ediyorum. Alıp veremediğin ne diye sorsa biri, inadına inadına hiç derim. Onlarla alıp veremediğim hiçbir şey yok. Aramızdaki her şey tuz buz olmuşsa olmuş, kimin umurunda. Dilimin zehirli bir tarafı var ya, görüşemiyor oluşumun suçlusu onlarmış gibi hıncımı zihnimdeki onlardan çıkarıyorum, gerçek hayatta henüz çıkarmışlığım yok, benimkisi kendi kendini zihnimde tatmin.

Üzerime düşen görevi yapıp işin fiziksel uzaklık kısmını aşabilirim aşmasına ama görüyorum ki ruhsal senkron kaçmış bir kere… Bir reaksiyon beklemiyorum sanıyorum ama istediğim gibi bir reaksiyonu alamadığımı görünce meğer beklediğim bir reaksiyon varmış farkındalığı ile yüzleşiyorum. işte bu noktada onlar için değerli olmak, çok sevilmek, çok özlenmek anlamını yitiriyor, “İstediğin kadar özle beni, önemse, sen bana bunu hissettirmedikten sonra kimin umurunda” diyorum içimden. Tüm bunlardan sonra önemsediğim kişiyi bir anda yok sayıyorum. Hoş bu yok saymalarımdan da haberleri olmuyor ya, tavşan ve dağ arasındaki ilişkinin temelinde bu düğümsel yumağın yattığını içten içe sezinliyorum.

Bir yandan kafamın içinde çocukça küskünlükler kalmasın istiyorum. Ama diğer yandan büyükler de çocukça yaralayabilme hakkına sahip değiller mi kendilerini? diye soruyorum sanki bir yanıt alabilecekmiş gibi…

19 Ekim 2009 Pazartesi

Biri

Birini; anlamak, sevmek, hissetmek, aramak, özlemek, şaşırtmak, şımartmak, öpebilmek, özel kılmak, büyülemek, tatmak, inandırmak, suçlamak, hafife almak, hor görmek, takip etmek, azarlamak, koklamak, solumak, sorgulamak, okşamak, avutmak, ikna etmek, teselli etmek, hoş görmek, güldürmek, şikayet etmek, ısırmak, ıslatmak, çağırmak, izlemek, takdir etmek, kahkahalara boğmak, sağmak, beklemek, yargılamak, dışlamak, arzulamak, kıskanmak, yaralamak, derinden sarsmak, utandırmak…

Birine; ihtiyaç duymak, anlamlar yüklemek, özlem duymak, alışmak, sarılmak, şaşırmak, çalışmak, masaj yapmak, masal anlatmak, kahvaltı hazırlamak, sürpriz yapmak, nazlanmak, gülebilmek, hazırlanmak, yaslanmak, ıslanmak, kendini tanıtmak, hoş gözükmek, şımarmak, dokunmak, sızlanmak, tutkuyla bağlanmak, aşık olmak, kapris yapmak, hediye almak, buradayım diyebilmek…

Biriyle; yaşamak, yaşlanmak, birlikte olmak, çoğalmak, bütün olmak, kalmak, konuşmak, sevişmek, dertleşmek, yazışmak, yolculuğa çıkmak, sohbet etmek, sokaklarda dolaşmak, sarhoş olmak, kavgaya bulanmak, çalışmak, uyumak, duş almak, tanışmak, buluşmak, yağmurda ıslanmak, güneşlenmek, yüzmek, uzlaşmak, kahve içmek, film izlemek, didişmek, kozlarını paylaşmak, müzik dinlemek, huzura uyanmak…

17 Ekim 2009 Cumartesi

Sonsuzluk ve bir gün kadar


Akşam iş çıkışı tek isteğim bir an önce eve gidip kırmızı kanepemize kıvrılıp film izlemekti. Termoforu da dolaştırıp duracaktım kıçımda başımda. Pirinç izlememe engel olmaya çalışacak, elimdeki fincana kafa atacaktı. Böyle de oldu. Oğuz ile birlikte izlediğimiz "Uçurtma Avcısı" filmini kenara koydum. Theo Angelopoulos dünyasına daldım, ama dalmadan önce Oğuz'u Halim'in yanına uğurladım. Çayımı aldım, çikolatamı aldım, termoforumu, pirinç'imi, kendimi, polar battaniyemi, kalemimi, kağıdımı, kumandalarımı aldım ve öyle daldım. Filmden üşenmeyip aldığım notlar aşağıdaki gibidir. Bu arada filmden yine çok etkilendim. Ha lay lay lom zamanda izlenebilme ihtimali sıfır. Ağır, aksak, sade ama derin bir felsefenin yorumu.
  • -Şu batık şehir ile ilgili neler biliyorsun?
    -Büyükbabam o mutlu şehrin bir depremde battığını söylüyor ve asırlardır denizin dibinde uyuyormuş. Sadece ayda bir kez sudan çıkarmış, çok kısa süreliğine, sabah yıldızı yeryüzünü terk etmeyi reddedip onu seyretmek için durduğunda. Ve her şey dururmuş o zaman… Zaman bile dururmuş.
    - Zaman? Nedir o?
    - Büyükbabam diyor ki, zaman bir çocukmuş, deniz kenarında deniz kabuklarıyla oynayan.
  • Son zamanlarda dünyayla tek bağlantım şu bilinmeyen karşı pencere bana hep aynı müzikle karşılık veren. Kim bu? Nasıl biri? Bir sabah onu bulmaya çıkmıştım. Ama sonra bir daha düşündüm. Belki de bilmemek ve hayal etmek daha iyidir. Benim gibi bir münzevi olabilir miydi? Ya da belki küçük bir kız çocuğu okula gitmeden önce bilinmez bir oyun oynayan. Her şey bizi kış gelmeden önce teknelerin gölgeleri üzerine vuran uykudaki güneşin aniden açmasını sağlayarak ışıkları dışarı uğratan riyakar baharın verdiği sözlere inanmaya itiyor.
  • Neden anne hiçbir şey beklendiği gibi olmadı? Neden? Neden çürüyüp gider insan sessizce, acıyla ihtiras arasında parçalanarak? Ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim? Kendi ana dilimi konuşma şansım varken neden bu kadar seyrek döndüm ülkeme? Kendi dilim varken… Hala kayıp kelimeleri bulabilecek ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken. Neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde? Neden? Söyle bana anne insan neden bilmez nasıl seveceğini?
  • Yarın için planlar yapmak istiyorum. Meçhul kişi bana daima aynı müzikle cevap verecek ve iyi biri olacak her zaman bana kelimeler satan. Yarın… Yarın ne olacak Anna? Bir gün sana sormuştum: "Yarın ne kadar sürecek?" Cevap verdin bana : "Sonsuzluk ve bir gün kadar…"

16 Ekim 2009 Cuma

üç günde bir film

Bir zamanlar Oğuz ve ben oturup bir gecede iki film birden izlerdik. Şimdi nasıl oldu da bu hallere düştüm şaşırıyorum. E be güzelim bir film 3 seansta mı izlenir? Yazık değil mi o filme? O film dediğim de Uçurtma Avcısı. Kitabını okudum bitirdim ya, filmini de göreyim dedim. Tıngır mıngır gidiyoruz. Filmden kaynaklı değil, tamamen bensel bir durum. Du bakalım bu akşam belki bitiririm.

15 Ekim 2009 Perşembe

Ortaya karışık

Öyle haraketli günlerim var ki ne yaptığımı ben bile bilmiyorum. Geçen haftaya dair yaşananlar henüz içimde kelimeleşmedi. Aman zaten kelimeleşmesin, olduğu yerde kalsın istiyorum.

Birini sevmek ne acaip bişey. Kaybedilmeden de anlaşılıyor belki ama kaybeder gibi olup sonra tekrar bulunca yaşanan farkındalık bir öncesine benzemiyor. Sevdiklerimin bir dediğini iki etmek istemiyorum ve onlarla aramda benlik savaşlarının esamesi okunmasın istiyorum. O süreci atlamış olduğumuza seviniyorum.

Geçen haftaya kadar kalabalık bir aileydik, geçici bir süreliğine daha da kalabalık bir haldeyiz. Belki dört kardeş oluşumdan ve evin içinde hareketli düzene alışmışlığımdan mıdır nedir bilmiyorum, kendimi çoğulluğun arasında iyi hissediyorum.

Sabır kavramı enteresan bir olgu. Değişik bir limit anlayışı var. Evet tamam şimdi doldu taştı derken, sihirli bir sabır değneği gelip pıt dokunup gidebiliyor. Sonra bir bakmışsın, depdebeli günlere karşı yine kuşanmışsın, yine zırhlısın.

Bugünlerde bir çok yerden haber bekliyoruz. Galiba şu süreç tam bir ara nokta. Her şey ama her şey boşluğa tutunmuş durumda, neresinden tutsan eline "bekle" cümlesi çıkıyor. İşler bir anda hoop diyerek toparlanabilir, ya da lönk diye dibe vurabilir. Zaman denilen yaratık ya zehir ya da panzehir. Henüz kestiremiyorum.

9 Ekim 2009 Cuma

Bir gün

Sabah kalktım. duş almadım. koltuk altlarıma roll on sürdüm. giyindim. saçlarımı topladım. makyajımı yaptım. sabah sabah ruj sürmedim. pirinç'le koridorda kovalamaca oynadım. oğuz'u çıkmadan öptüm. ayakkabılarımı giydim. evden çıktım. sabah serinliği kollarımı ürpertti. güneş içimi ısıttı. köpeklere bakındım, göremedim. yola koyuldum. yürürken telefonumdaki müzikleri dinledim. iş yerine geldim. kahvaltı yaptım. ilk sigaramı içtim. oğuz'u aradım. günaydın dedim. kahve içtim. ne çok şey içtiğimi düşündüm. sezen'den haber bekledim. annemle konuştum. çalıştım, çalıştım, çalıştım, öğle yemeğini geçiştirmeyi istedim, olmadı, yedim, yemek zorunda kaldım. yemek sonrası iş yerimdeki arkadaşlarımla çene çaldım. kahve içtim. çalıştım, çalıştım, öğle sonrası bir ara alışverişe çıktım, saçlarım için renk koruyucu balsam, aseton, ağda ve yine saçlarım için köpük aldım. işe döndüm. çalıştım. iş çıkışı eve yürürken çalıştığım yerin arkasındaki çingenelerle lafladım. ahmet'i kucağıma aldım. yeşil hoca ile selamlaştım. türkan abla'nın bahçesinin önünden geçerken özgür'le karşılaştım, ayak üzeri lafladım. eve gelirken annemle telefonda konuştum. oğuz'u aradım. yolda yine müzik dinledim. eve geldim. oğuz karşıladı. oğuz'u öptüm. sonra bir daha öptüm. balkona çıkıp sigara içtim. babam ve annemin motosiklet ile bizim eve yaklaşmasını izledim. annemin bende kalan boş taşıma kaplarını poşete koyup aşağı indirdim. annemden dolularını aldım. babamı öptüm. annemi öptüm. oğuz ile yeniden yukarı çıktım. yemekte mercimek çorbası içtim. ıspanak ve salata yedim. oğuz'un masayı toplamasına yardım ettim. sigara içtim. yatak odasına geçtim. sağa sola attığım kıyafetlerimi topladım. Onur'u arayıp Kaan için iş aradığımızı söyledim. makyaj masamın tozunu aldım. makyaj malzemelerimi düzenledim. banyoya geçtim. çamaşır makinesini çalıştırdım. banyo dolabını düzenledim. çalışma odasındaki çiçeklerin dökülen yapraklarını çöpe attım. izmir güzellerimden tohum topladım. kuruyan çamaşırları katladım. oğuz'un iki tel saçını kazıdım. ütü yaptım. sezen'lere çıktım. sezen'le mutfakta konuşurken hırkamın kopan düğmesini diktim. taze çaydan iki bardak içtim. üzüm yedim. batı'yı uyurken seyrettim. sezen'in incik boncuklarını karıştırdım. halim'e sevgi gösterdim. eve indim. ütülenmiş çamaşırları yerleştirdim. dişlerimi fırçaladım. makyajımı temizledim. ilacımı içtim. oğuz'a iyi geceler tatlı rüyalar öpücüğü verdim. uyku salıncağıma yerleştim.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Marley & Me


Halim'in izlediği ve benden sakındığı bir filmdi Marley & Me. Dün akşam oturup izledim. Film bittiğinde Oğuz "Al işte bu nedenle senden saklıyorduk bu filmi" bakışını bıraktı bana. Filmin finalini Pirinç'e uyarladım, uyarlayınca sanki Pirinç ölmüş gitmiş gibi ağladıkça ağladım ama sonra açıldım. Bunu düşünerek yaşayamam biliyorum.

Ve finalden spoiler;

Bir köpeğe lüks arabalar, büyük evler ya da lüks kıyafetler gerekmez. Kovalamaca oyunu yeterlidir. Köpek, sizi zengin ya da yoksul olsanız da sever, zeki ve sıkıcı olsanız da... Aptal ya da akıllı olsanız da... Bunu size kaç insan söyleyebilir? Kaç insan sizin özel hissetmenizi sağlayabilir? Kaç kişi size kendinizi olağanüstü hissettirebilir?

6 Ekim 2009 Salı

Yaşam

Yaşam yalnız başlar, çoğu zaman yalnız devam eder. (Yalnızken kuyruğun dik, sen iyisindir.)


Sonra bir bakmışsın yalnız bitirmek üzeresin yolunu. ( Kuyruğun hala dik, sen hala iyisindir.)

Ama şanslı olan yaşamlar yok değildir... Peşinden gidilen bir hayat, dik olmak zorunda olmayan kuyruklar, kah gülerek kah ağlayarak kah koşarak, arkana bakmazsın, bilirsin ki O arkandan gelir...

5 Ekim 2009 Pazartesi

Sandığımdaki SANDIK İÇİ


***Bir önceki postumda da değindiğim gibi, konu yazı Ersin Karabulut'un gözlemlerinden benim süzgecime takılanlar***

Sandıklarımızın kapaklarına zincir çekip içinden gelen anıların seslerine kulak tıkayabilmek güzel bir şeydir herhalde. Bunu yapabilen insan domates çorbasından neden nefret ettiğini ya da ne biliyim bisiklete binmeyi aslında neden sevmediğini de unutacaktır. İyi bir şey galiba bu.. En azından sandığın içine düşüp anıların esiri olmak kadar kötü olamaz.

Sandık ağzına kadar doluysa içerde dışardakinden daha yoğun bişeyler gizlenmişse, hayatın geri kalanı içerdeki anıların hiçbirinden daha güçlü olamıyo işte.

Nedir Sandık İçi?


Sandık İçi nedir? Zaman zaman yeniden elime aldığım, sıkılmadığım, çok eğlendiğim, hem "anaa süper gözlem" hem de "ilahi Ersin ömürsün" dediğim, ay şunu not alayım bir ara diyerek ama buna fırsat da vermeyerek altı çizilesi cümleleri her atladığımda tüh dediğim ama bu kez tüh dememek için dün yeniden elime aldığım, sandığıma atılanları çıkartmaya yardımcı araç-gereç, güldürgeç. Gerisi Ersin'in gözlerinden benim süzgecime takılanlar olacak...

Tatlı bir pazar

Cumartesi gecesi yaklaşık 20 çalışma arkadaşım ile birlikte sayım için çalışmak zorunda kaldık. Nasıl geçti dersen, çok güldüm, çok eğlendim, çok yoruldum, gece uykusunun ne muhteşem bir şey olduğunu anladım, sıcak yatağımın hayalini kurdum, akşam olup işten çıkınca geriye ne kadar kıymetli saatler kalıyormuş meğer bunu anladım.

Eve geldiğimde sabah 07:30 du. Duş alıp kahveyle açılmış zihnimi uyku moduna getirebilmem biraz zaman aldı. Kendimi uykunun kollarına bıraktığımda saat 09:30 olmuştu. Normal şartlarda günü uyuyarak geçirebilirdim belki ama öyle yapmadım. Sezen'in harika yumurtalı ekmeği ve çayıyla güne biraz geriden başlayıp bir el atılan okeyin ardından Gelinler savaşı'nı izledim.

Tatlı bir pazar günü mü geçirdim? Evet.
Akşam bilgisayarda fotoğraflarımla geçirdiğim zaman diliminde Pirinç'in koltuğa kıvrılıp uyuyakalışı, Sezen'in puzzle başında şarkı mırıldanışı, çalışma odasında Halim'le Oğuz'un bilgisayarda kimbilir hangi oyun üzerinde ciddiyetle çalışmaları, Bülent Ortaçgil'in tatlı tatlı odanın içinde salınması, evimizde bir huzur, hem çok kalabalık hem yalnızım... pek güzel...

Ekim filmleri



































































3 Ekim 2009 Cumartesi

Madam Floridis dönecek misin?


Çok yeni bir yazar benim için. Vaktim olsa da kitabı kimlere ithaf etmiş sıralayabilsem. Ay dur ithaf listesini şöyle kısacık alıntılayayım;

Van Gogh'un kulağına, anarşizme hayatlarında bir küçük kapı aralığı bırakabilenlere, Baudelaire'e, bir labirent gezgini olarak Bilge Karasu'ya ve mental konfüzyon'dan mustarip kedisi Bıyık'a, dillerinin yasaklanmasına dilleriyle direnenlere, kendisini her yerde yabancı hisseden Gustav Mahler'e, bir tatil gününde İstanbul'un içine çıkamayanlara, bu listeyi kendileri için uzatmak isteyeceklere ve azınlıkta kalmanın tüm yükünü omuzlarında taşıyanlara ithaf edilmiştir.

Kitap hakkında yapabileceğim henüz bir yorum ya da spoiler yok ama arka kapağını bloğuma taşıyabilirim.

"Bu kitabın adını, beklemediğim bir zamanda bir yolculuğa çıkarken buldum. Bir kış gecesiydi. Beni İstanbul'dan Ankara'ya götürecek otobüsteydim. Hareket saatini bekliyordum. Otobüse o anda, ellilerinde, çok şık giyinmiş bir adam bindi, arkamdaki koltuğa oturdu. Muavin çocuk, herkesin yerini alıp almadığını öğrenmek için geldi sonra. Adama, elindeki listeye bakarak, yanındaki boş koltuğu gösterip, birini bekleyip beklemediğini sordu. Adam kısa bir süre tepkisiz kaldıktan sonra, çocuğa, üzgün bir sesle, " O arkadaş gelmeyebilir... Biz gidelim... " dedi.

Büyünün başladığı andı o an. O adamın hikayesini o gündür bu gündür bulamadım. O adamın kimi, ne için beklediğini de öğrenemedim elbet, o otobüse hangi duygularla bindiğini de... Ama bu sözler, bana bir yerlerde, birilerinin dönüşünü beklediğimizi hep hatırlattı.
Bu kitabı biraz da o insanlar için yazdım.

1 Ekim 2009 Perşembe

Bakım evi ziyaretinden kareler


Köpekler genelde yaş gruplarına göre ayrılmış durumdalar. Yukarıdaki fotoğrafta objektife gözlerini dikmiş iki sıpa bizimkilerden. En arkada siyah olan da bizden. Orada ne yaptığını sormayın, ben de bilmiyorum.


Bakım evinde sağ ve sol kısımda oranın gediklisi köpekler için ayrılmış kral daireleri ile karşı karşıyayız. Bazı kulübeler boş durumda.

İşte önde yatan iki serseri bizimkilerden, duygu sömürüsü gibi olacak ama gözlerinde neşe kalmamış gibi di mi?


İşte böyle parmaklık filan işin içine girince...


Burası da yine diğer kral dairesi..
Oraya gittiğimde veteriner Abdullah Bey operasyondaydı, çok fazla konuşamadık. Ben bir ara yanına girdim, ortalık kan revan durumda olduğu için çok duramayıp dışarı kaçtım.
Ben bizim yavrulara bakarken bir adam gelip yavru köpek almak istediğini söyledi ve bizim sıpalardan birini seçti. Düşünebiliyor musunuz? Gözümün önünde bir yavru yuva buldu ve üstelik köy evinde bekçilik yapacak. Beni görmeliydiniz, "zaten bu yavrunun annesi inşaat bekçi köpeğidir" gibi salak saçma cümleler kurup yeni sahibin vazgeçmesinden korktum. Sonra oradaki görevlilerden biri gidip bizimkini yakalayıp yeni sahibine teslim etti. Yeni sahibin yaptığı tek şey eline uzatılan formu imzalamak.
Diğer şehirlerdeki bakım evleri ne durumdadır bilmiyorum. Burada yemek problemi olmadığını biliyorum. Gerektiğinde operasyon yapıldığına da tanık oldum. Yavruların burada uzun uzun kalmadıklarını görevliden kendi kulaklarımla duydum.
Şu aşamada iyimser olmak dışında elimden bir şey gelmiyor.