24 Mayıs 2011 Salı

Sıradan ama neşeli, rutin ama sıkıcı olmayan cinsten...

Aslında kafamı kurcalayan şey; neşe! Neşeli olmak çok sıradan, hüzünlü, dramatik, güler yüzlü olmayan bir surat daha mı popüler?  Hani dışarıdan bakınca suya sabuna dokunmayan, çok mutlu, çok keyifli, ooooh tasası derdi yok, umarsız gibi mi duruyorum sorusunu soruyorum kendime, diyelim ki "hayır değilim" o zaman da buraya yeterince açıklayıcı bilgiler yazmıyor, bu kayıtları amacına uygun tutmamış mı oluyorum? Neyse bu konuyu daha sonra gündeme getiriririm.

Pazar günümüz evde, evin balkonunda geçti. Oğuz Uykusuz'u okudu, bize şahane müzikler yaptı. Müzik benim alışkanlığımda olan bişey değil, Oğuz yaşamında bir çok şeyi müzik üzerinden okur farkında olmadan, sevdiği dönemleri o günlerin müzikleri ile anımsar, anları ritimlerle anlatır, son dönemde sıklıkla dinlediği Boccherini'nin Minuetto parçasını dinlerken benim gibi dinlemediğini farkediyorum, sanki onun için müzik görsel bişey, dokunulabilir, avuçlanabilir, yaslanılabilir bir ten...



İşte biz bu parçayı dinlerken balkonda böyle maaile serilmiş, kah kahvaltıdan kalkmış ve günü evde geçirecek olmanın verdiği tatlı yorgunluğu hissedip kah başımızı tarlalara kaldırıp rüzgarın dansını izleyip günü bitirdik.

Cumartesi akşamı "Aşk Tesadüfleri Sever" ve Pazar "Mavi Boncuk" (Hani sırf gazinonun sahibinden intikam almak için  Emel Sayın'ı kaçırıp eve hapseden ve daha sonra Tarık Akan'ın Emel Sayın'a aşık oluverdiği, müzikleri muhteşem film) ve Pazartesi ise "Eyyvah Eyvah 2" yi izledik. Böyle disiplinsiz bir izleme çizelgemiz var, belli bir yönetmen üzerinden gitmiyoruz, elimizde de harika filmler var bizi bekleyen. Ama yine de bugünlerde mevsimle uyuşmayan film izleme potansiyeline sahibiz.

Aslan Asker Batı

İşten eve dönerken Batı'ya rastladım, dedesi ile eve dönüyordu. Motora meraklı. Eve geldik, ananesine teslim ettim, eve girdim, önce yemek, evet ne yapsam? Evde kabak var, Oğuz pek sevmiyor, hımm galiba benim yaptığım tarzı beğenmiyor olabilir, ben tüm sebzeleri yıkayıp soyup doğrayıp kapağını kapatıp pişiriyorum, kendi suyunda, soğanları kavurmadan. Annem böyle yapıyor çoğu sebze yemeğini, ben de öyle gördüğüm için başka türlüsü hiç gelmiyor aklıma, ha bir de kabaklar suyunu çekmesine yakın pirinç atıyordum, bu kez öyle yapmadım, Oğuz bayıldı bayıldı. Bir de bugünlerin bize en güzel hediyesi taze sarımsak. Son günlerde masamızda olmazsa olmaz şey taze sarımsak ile yapılmış cacık, aslında cacığı ben değil Oğuz çok güzel yapar, ama eve o kadar yorgun geliyor ki, o gelene kadar ben çoktan akşam yemeğimizi, masamızı hazırlamış oluyorum. İşte günlük, günler böyle gelip geçiyor... Sıradan ama neşeli, rutin ama sıkıcı olmayan cinsten...

21 Mayıs 2011 Cumartesi

İki akşam, iki film

Ben anladım, filmler üzerine cümleler kuramıyorum, şu yerküre üzerinde beceremeyeceğim onca şeyin arasında film üzerine cümleler yetiştirmek de var, işte konu film olunca zihnim bükülüyor, ağzımı bıçak açmıyor, ne beğendiğimi dillendirebiliyorum, ne de algıladığımı, zihnimden uçuşan polenler "etkilendim" olarak sese dönüşüyor.  Şu iki filmi izledim bu hafta. Çok da iyi ettim. Öyle...



17 Mayıs 2011 Salı

Yine bir şenlik hikayesi : Edirne Uçurtma Fest 2011

Aslında bu yıl özellikle Heidi ve Janis'in yanımızda olmasını çok arzu ettim, Heidi gelemedi, Janis çok uzakta, bizbize, yeğenler, Sezen, Batı kendimizce eğlendik, yok yok eğlenmenin ötesine bile geçtik. Bir ara şenlik alanında çimlere uzandım, gözlerimi kapadım, çocuk çığlıklarına karışan büyüklerin coşkuları ve bir de en çok duyduğum şu cümle : İpi sal! :)


 Oğuzum uçurtma yaparkene:) 

Oğuzumun kendi elleriyle yaptığı bu şahesere bu sene sahip çıkamadık, çaldırdık. 

 Güzeller güzeli Zeyno...





Günün katılımcıları birarada...

Ve Derviş sayesinde öğrendiğimiz Fesleğen Cafe : çimenlerde coşma mekanı...

Bu masaya sadece yemek yerken oturduk, yemek dışında hep çimlerde, çoğunlukla yalınayak...

En yakın masanın yeterince uzak olduğu bir mekan işte fesleğen, sanırım henüz keşfedilmemiş...


Böyle güzellerle birlikte çimlerde...

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Akşamüzeri sevdası

Dün akşam için Türkan Sabancı Kültür Merkezindeki tiyatro gösterisine gitme planı yapmıştık Sezen'le. Sonra baktım ben pek kapalı yere girme havamda değilim, eve de gidesim yok, günlerden Ulus Pazarı günü. "Git pazara dolaş şöyle gönlünce çello" dedim. Zaten pazarda dolaşmayı sevmeyen kadın yok sanırım. Gittim, dolaştım, bikaç şey buldum, pazardan çıktım, nereye gitsem? eve mi? Hıh. "Git kız çello Fazlı Abi'nin yanına, iç iki çay, hem giderken orman havası da al, kuş seslerini de dinle". Edirne'de Karaağaç'a gitmek pek keyifli, özellikle motorla, önce iki tarihi köprünün üzerinden geçiyorsun bir kere. Bu iki nehir Edirne'nin şah damarı gibi. Ormanın içinden geçerken orman kokusunu ben ancak motorla yolculuk yaptığımda alabiliyor, kuşların seslerine ancak bu kadar dokunacak kadar yakın olabiliyorum.  Geldim Fazlı'nın yerine, Mualla yeni gelen şemsiyelerin altındaki plastiklere su dolduruyordu, Nurten'e hamile kediyi sordum, kedi doğurmuş ama yavrularını saklıyormuş Nurtenlerden, buraya gelip yemek yiyip gidiyor dedi, Rektörlük bu ayın sonunda yeni binasına geçecek, taşınma hazırlıkları yapıyorlar, acaba rektörlüğün köpeği Cango'da onlarla gidecek mi? Merak ediyorum.

Motorum çok güzel bekliyor beni di mi? 

Teyzenin yanındaki poşetlerde kendi bahçesinden topladığı ıspanaklar var... 

12 Mayıs 2011 Perşembe

Yine bir lokal sabahı

Geçen yıl sabahları işten önceki bir saatim için favori mekanım burasıydı. Bu yıl hala soğuklar devam ettiği için sabah keyiflerine henüz başlayamamıştım. Bu sabah erken uyandım. Oğuz çıktı, sonra ben sıcak suyu ısıt düğmesine bastım, termosuma kahvemi yaptım, motora atladım. Bu bahçenin hemen yanında Dedeman Otelinin inşaatı var, inşaatın sesi yine de kuşların sesini bastırmaya yetmiyor... 



Bu arkadaşın adı 339, lokalde yatıp kalkıyor, tabaklarda arta kalanlardan karnını doyurduğu çok belli. Patisi "beni sev hadi, bırak şimdi fotoğraf çekmeyi" demek istediği için dizimde...

Ben 339 a kitap okuyorum, o dinliyor, gözü uzaklara dalıyor, konu Arabistan'da geçiyor...

Bu bakış; "Seni anlıyorum, anlattıklarınla gerçekten ilgileniyorum, hem ne zamandır bana kimse kitap okumamıştı"

Ah bu Pakize yok mu? Konuyla çok ilgisiz, canı sıkkın, yavrularını arıyor 2-3 gündür, bakılamadığı için yavruları barınağa verildi, yanlış anlaşılmasın, Pakize'de sahipli bir köpek değil.
Yavaş ama çok etkilenerek ilerlediğim bir kitap. İşte bu sabah tam da buradaydım.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

6 Mayıs 2011 Cuma

Ruz-ı Hızır'ın Neşesi

Sabah saat tam 06.10'da evden çıktık, bize 5 km uzaklıktaki Sarayiçi'ne Hıdrellez Şenliklerine gidiyoruz, gözlerden uyku akıyor. Zar zor sıcak yatağımızdan çıktık, hava çok soğuk, yağmur da cabası. Ben içten içe boşuna gidiyoruz, bu yağmurda kimse yoktur nehrin yanında diyorum ama yanılıyorum.  


İstanbul'dan ve Bursa'dan misafirler var, şenliklere gelip yerinde görmek istemişler, hoş gelmişler gelmesine de fotoğraf makineleri muhteşem, benim emektar olympusum çok sönük kaldı yanlarında, hava kapalı ışık yetersiz, net fotoğraflar almak çok zor. İçlerinden seçebildiğim, en net fotoğraflar bunlar ama dilerim bu kutlu günün havasını yine de yansıtmayı başarırlar... 






Bu cilveli bakışlı güzel, onun fotoğrafımı çekersem beni keseceği söylemleri ile tehdit etti, sonra yelkenleri suya indi.

 Bu ellerdeki dallar eve dönüşte henüz yatağından kalkmamış komşuların kapılarına asılacak, sen bolluk bereket getirsin diyerek yataktan çıkıp günü kutlamazsan ben de seni bu yeşil dallarla ele güne rezil ederim.



 Bu fotoğrafı sabahın 06.30 sularında çektiğime ben de inanamıyorum.
Neşe, coşku, heyecan, neşe, hep neşe...

İşte burada düzenlenen şenliklerde insanlar nehirde yüzlerini yıkayarak yazın gelişini arınarak kutluyorlar. Ayrıca kağıtlara dilekler yazılıp suya atılıyor.

Tunca Nehri





Sabah gördüğümüz arabaların sileceklerinde, motorsikletlerin aynalarında, evlerin kapılarında hep yeşil dallar vardı. Sabahın şenliğini biz de annemlerin ve Sezen'in kapısına dallar asarak bitirdik. Anneminki çiçekliydi hem de... :)

1 Mayıs 2011 Pazar

Bir patinin kelimeler üzerindeki dansı

























Pirinç uyumadığı zamanlarda ilginin onun üzerinde olmasını ister, okumak için tek engelimiz bu olsun diyoruz mecburen. Biraz önce uykusu geldi, çekip gitti de rahat rahat yazabiliyorum. Aslında konu deliliğe gelecek ama biraz sabır, önce "neler yaptık" faslını bir aşalım, Oğuz cuma akşamı İstanbul'a amca ve kardeş kucaklaşması için gittiğinden evde yalnız ne yapabilirim? Temizlik. Tamam olay tam da bu şekilde olmadı, kabul ediyorum, planda benim de eşlik etmem sözkonusuydu ama yolculuğa çıkacak havamda değildim. Oğuz'un yokluğunda giriştiğim evi temizleme operasyonunda çok dağınık bir insan olduğuma bir kez daha kanaat getirdim, evin temizliği değil, temizliğe başlamadan önceki toparlanma süreci zaman alıyor, cuma akşamı başlayan düzen ve temizlik sevdasına cumartesi akşamı devam ettim, cumartesi gecesi saat 23 sularında mutfakta kek pişirirken finali gerçekleştirdim, bugün normalim, hareket yok, keyif var.

Pirinç hazır tam da bu haldeyken deliliğe gelmek istiyorum. Abdülhak Şinasi bu kitabı 1942 yılında yazmış, anlamadığım kelimeler haylice, eğer önümde bilgisayar varsa tdk türkçe sözlük'ten yardım istiyorum ama bu durumdan şikayetçi olduğum anlaşılmasın. Deliliğe yazılmış övgü dolu uzunca bir metin geliyor, Çamlıca'daki Eniştemiz'den...

Tdk'dan yardım istenebilecek kelimeler
Filhakika : Gerçekten, doğrusu, hakikaten.
Nispi : Göreceli
İnsiyaki : İçgüdüsel
Muarefe : Karşılıklı birbirini tanıma
Müfekkire : Düşünme yetisi veya gücü.
Mücerret : Kesin olarak. katışık ve karışık olmayan.
İsnat : Bir düşünceyi bir konuyu, bir kişi veya sebeb dayandırma, yükleme, atfetme.
Tahkir: Aşağılama, onur kırma
Tezyif : Bir şeyi değersiz, adi, bayağı aşağılık göstermeye çalışma, küçültmek isteme. alay etme.

" Bilirsiniz ki bizde deli tabiri sadece, tıbbî delâletiyle, aklın muvazenesi bozulmuş mânasına gelmez. Böyle saydıklarımızın hepsi de mutlaka çıldırmış demek değildir... Eniştemiz bazan Hacı Vamık Beyefendi diye çağrıldığı halde çok kere de sadece Deli Vamık Bey diye yâd edilirdi... Biraz dikkat etsek, görürüz ki, insanların çoğu yarı deli ve yarı iradelidirler. Ve kâh iradeleriyle, kâh delilikleriyle hareket ederler. Onları olduklarından daha az deli ve daha çok iradeli zannetmek hatadır... Bütün hayatlar o kadar delişmenliklerle doludur ki eğer hepsi anlatılsa bir kısmına inanılamaz ve her harekete makul bir sebep aransa daima bulunamaz. Her geçirdiğimiz zaman, biraz sonra, kendimize delilik zamanları diye görünmeğe mahkumdur. Zira delişmenliğinden haberi olan bizler, bir türlü tatmin edilemeyen mantığımızla, adeta rahatsız, hasta olan insanlarız. Ötekilerse bundan haberi olmayan ve rahat kalanlardır. Çünkü kendini bilmeyen bir hafif delişmenlik bir nevi kurtuluştur. Hayal içinde yüzen insanlar belki etrafındakileri üzerler, fakat gördüğümüz hakikat değil, inandıkları hülya içinde kalarak kendilerini bu imanla kurtarırlar!

Böyle delişmenlerle muarefenin büyük bir faidesi vardır: Onlar, insanlar hakkında daha doğru bir fikir edinmemize yararlar ve cemiyet içinde emeklerimizi senelerle boş yere kemirecek ve yolumuzu nafile yere senelerle uzatacak yanlışlardan sakınmamıza hizmet ederler... Halbuki deliler bizi bu gafletimizden kurtararak hakikati bize olduğu gibi gösterirler. İnsan bir deliyle konuşurken, daha bir çeyrek saat geçmeden, gözleri açılır ve aklı başına gelir, belki uzun zamanlarda öğrenemeyeceği şeylere akıl erdirir. Başkalarının müfekkirelerine tesir etmek için samimiyetin kafi gelmediğini, herkesin kendi mantığımızla düşünmediğini, insanların bir kısmının bizim ruhumuzla hiçbir alakaları olmadığını ve birçok şeylerin bu bakımdan ne güç olduğunu anlarız. Deliler insanın hususiliğini, muhakemesizliğini ve her fikrin nispiliğini, ayrılığını, gözle görülür ve elle tutulur şekilde temsil etmekle bize büyük bir kolaylık ve istifade temin etmiş olurlar. Bu, insanlar hakkında bir çok düşünceler ve tecrübeler ve birçok felaketlerle edindiğimiz malumatın kıymetine ve birçok kitaplarla felsefelerin ve mezheplerin tetkikine değer. Onlarla görüşünce artık mücerret olarak insanların aklına, mantığına, muhakemesine itimat etmek gibi hiç caiz olmayan hafifmeşrepliklerden kurtuluruz. Artık insanların talihlerini kendilerinin yaptıkları hakkındaki kanaatimiz kuvvetlenir.

Zira biz de, mahkemeler gibi, insanları çok kere adam yerine koyarız. Sanırız ki, düşünürsek düşüncemizi takdir edecekler; söylersek, sözümüzü anlayacaklar; bilirsek, ilmimize inanacaklar; doğru hareket edersek, lehimize şahadet edeceklerdir. Aldanırız! Hemen daima bunun aksi sabit olur. Hayatımızın her anında yapayalnız kalırız. Çağırırız ve hiç kimse imdadımıza gelmez. Muhitimiz bize karşı her an kör, sağır ve şuursuzdur. Yabancı gözler sandığımız gibi görmek için değildir; kördür, görmez. Yabancı kulaklar, umduğumuz gibi duymak için değildir; sağırdır, işitmez. Hayatımızın şahitleri de, beklediğimiz gibi, bizi duyan en yakın akrabalarımız değil, bizi duymayan en uzak yabancılardır. Düşündüğümüze kanmazlar, söylediğimizi anlamazlar, bildiğimize inanmazlar, hareketimizi kavramazlar ve kendi doğru sandıklarını söyleseler bile, bizim hakikatlerimizi değil, kendi yalanlarını söylerler. Zira herhangi bir samimiyet bile mutlaka hakikat demek değildir. Bunlar çok kere de, kahraman edaları takınarak ve kahramanlık gösterdiklerine inanarak, isnat, tahkir, tezyif ve iftira ederler! O zaman gönlümüz kırılır, "ya? Onun da içyüzü bu muydu? Ben de onu adam sanmıştım" deriz. Düşünmeyiz ki işte asıl hatamız buradadır.

Bizim her zaman umduğumuz gibi bulduğumuz , denilebilir ki, ancak delilerdir. Onların tabiatı daha sağlamdır. Asıl olduklarına daha çok benzerler. Kendilerinden delilik bekleriz. Ve filhakika bulduğumuz da budur. Delinin huyu, taşıdığı ismi gibi malumdur. Ondan artık insaf, izan, ahlak, mantık, şefkat, muhabbet, sadakat gibi diğerlerinde nafile arayıp da bulamadığımız faziletleri zaten beklemeyiz. Onlar da haklarında önceden edindiğimiz fikirlere sonradan da uygun çıkarlar. Haklarında çok şaşırmış olmayız. Seneler geçer ve onların aynı deliliklerine devam ettiklerini görürüz. Bu bakımdan da muarefeleri daha pratiktir.

Gerçi çoğumuzun delilikten çekinmesine zaten şunun için pek de lüzum yoktur ki bir insanın aklını bozabilmesi için evvelce bu aklın mevcut olması lazım gelir. Denilebilir ki onların hep meydanda olan bazen beterleşen bir tek yüzleri vardır. Kendilerinden sakınmak için lazım olan ihtiyat tedbirlerini almanın bize düştüğünü görür ve bunda kusur etmeyiz. Diğer insanlarsa bizi gafil avlarlar. Zira onlar bir değil hatta iki değil, üçyüzlüdürler :Bir gizlediklerini bildikleri, bir gösterdikleri yüzleri vardır. Fakat asıl karası ve şeytanîsi bir üçüncüsüdür ki ne gizledikleri(fakat bizim teşhis edebildiğimiz) ne gösterdikleri (fakat bizi aldatmayan) yüzlerine benzemez. En karanlık zamanlardan miras olan bu üçüncü yüzleri, ki ihtimal asıl içyüzleridir, onları çok kere kendi menfaatleri aleyhine bile körü körüne ve hesapsızcasına harekete getirir. Biz artık bu kadarına ihtimal veremeyiz. Onlar böylece huylarını ya bilmez, ya açığa vurmaz, ya ustalıkla gizler, ya sarahatle duyurmaz, ve bizi aldatabilirlerken, kendilerinin belli etmemeye çalıştıkları ve sakladıkları bu huylar delilerde meydanda ve boy atmış bir haldedir ve gözlerimize çarpar. Şimdi anlıyorum ki deli eniştemizin karşısında insanın aldanmasına imkan bırakmayan ve adeta hoşuna giden bir emniyet hissi duyulurdu. Zira bütün bu gizlenen insan huyları onda saklanmaz boylara yükselir, gözlere batan çaplara erişirdi. Deli eniştemiz zehriyle birlikte panzehiri de sunuyor, öyle ki tehlikesiz kalıyor, hatta belki de, sadece insan tabiatını meydana çıkararak faydalı bir adam rolü oynamış oluyordu.

Fakat ben, çocukluk zamanlarımda, tabiatının sonradan gördüğüm bu faydalı taraflarını daha kavramayarak, onun delişmen huylarını belki sadece gülünç bulduğum için severdim.