31 Ekim 2010 Pazar

Kapalı perdeler pazarı

Ruhu bütün biri nasıl olur sanki görmek üzereyim. Çalışıyorum, eve geliyorum, lavabonun önünde duruyorum, kendime bir anlığına bakıyorum, sıvı sabuna uzanıyorum, bitmiş, dolaptan ekonomik olsun diye alınmış kocaman sıvı sabun şişesini çıkarıp lavabonun oradakini dolduruyorum, elimdeki kocaman yedek şişe boşalmış, çöpe atıyorum, çöpe attığım herhangi bir şeyin boşalmış olmasına içten içe seviniyorum, tükenen şeyler yaşadığımızı hissettiriyor, çöp poşetlerinin dışarı çıkarılması yaşamı çağrıştıyor, anlatabildim mi? 

Pazar gününün sersemliği var. Bugün tembellik günüm. İşyerinden Çiğdem, Yasmin, Özgür mangal planlıyorlar bugün, belki sonra ormanda yürüyüş. Hayır ben bugün tembel olma niyetindeyim. Biraz önce Issız Adam'ı bir kez daha izledim. Yatağıma kurularak. Pirinç kucağımda, izledik. Yok film hakkında yazmayacağım, bazen böyle ikinci izlemeleri seviyorum, yeniyi göresi gözüm olmayınca...

Mutfağa gittim geldim, fırında kek pişiyor, annem patatesli börek yapıyor yufkalardan. Elimde Efresiyab'ın hikayeleri var, güzel gidiyor. 2003 yılında okumuştum onu da, şimdi yine okuyasım gelmiş demek. Kimi zaman içim içime sığmadığında daha çok yer görmek, yeni yazarlarla daha sık karşılaşmak, daha çok film izlemek istediğim oluyor olmasına da, işte bazen böyle eskilerim arasında salınıyorum. Galiba ben bunu çok sık yapıyorum, derslerinden ikmale kalmış tembel bir öğrenci gibi, tekrar tekrar, çift dikiş...

Sabah süslü aradı, mangala gidecek miyim diye. Yok dedim, perdeleri kapadım, film izleyeceğim. Süslü sosyal kişi. Almış bir hediye, bebekleri olan bir çifte tebriğe gidecekmiş. Bazen imreniyorum ona. Onun gibi  davranmıyorum, yeni ev aldığını duyduğum birine ev hediyesi alıp gitmiyorum, böyle bir mekanizma geliştiremiyorum, iletişimin bu yanını pek yaşamıyorum. Bir pazar günüm var onu da harcayamam diyerek şu evden çıkmıyorum. İzlediğim filmi bir daha izliyorum, okuduğum bir kitabı bir daha okuyorum ama hiç olmazsa diyorum neyse ki geçmişimi sorgulamıyorum. Bu geçmişle işimin bittiği anlamına gelmesin, kimin bitmiş ki benimki bitsin. Ben sadece kendimi daha bir bütün hissediyorum...

26 Ekim 2010 Salı

Ev Hali

Şimdi dedim ki, keşke şöyle küçük bir dükkanda olsaydım, kolları tombul bir kadın dikiş dikiyor olsaydı orada, etraf biraz loş olsaydı ama elindekileri aydınlatan bir lamba da olsaydı başucunda. Kadının burnunun hemen ucunda yakın gözlükleri. Önümüzde türk kahvelerimiz olsaydı yeni bitirdiğimiz. Bu dükkan çarşının içinde olabilirdi pekala, çanta tamircilerinin bulunduğu sokakta sözgelimi. Ben öyle orada oturduğum yerden tombul kadını izliyor olsaydım, hani konuşmak zorunda olmadan. Sessizliğimizi bir müşterinin ayak sesleri bozuyor olsaydı, geleni gören tombul kadının tombul kolları hemen arkasındaki rafta bekleyen poşete uzanıyor olsaydı, gelen kişi ne için geldiğinin hemen şak diye anlaşılmasına sevinip "borcum ne kadar?" diye sorsaydı, "borcum ne kadar?" sorusu bende yine bir mutluluk hissi yaratsaydı, bu dükkanın olmazsa olmazı bir kedi olsaydı elbette, hani oranın demirbaşı olmuş bir kedi değil de, oraya bağımlı olmayan, canı o gün orada olmak isteyen bir kedi... 

Hoş olurdu be...
Gün güzel bitmiş olurdu.
Ne tanıdığım bir terzi ne de öyle bir dükkan var. Benim böyle sakin bir yer arayışımın içinde günlerimin çok hızlı akıyor olması var. Ev çok şenlikli. Yo yo hiç şikayetçi değilim. Kalabalık bir ailede yetişmiş her birey gibi kendime nefes alabileceğim alanlar ve zamanlar yaratabiliyorum.

Dün akşam Oğuz " Tahminimden çok daha iyi kotarıyorsun bu süreci" dedi. Sürecin ilk evresi bizimkilerin bizim eve yerleşme telaşı oldu, tek kişilik bir yatak vardı noname odada, o yatağı gönderdik, çift kişilik bir yatak geldi, bizim yatakodamızda bulunan ikinci bir dolabı onlara tahsis ettik, sırf kendilerini biraz daha evlerinde, biraz daha o eve ait hissetsinler diye. Odalarını çok sevdiler. Demek istediğim bizim evimizde onlara ait bir oda, herşeyden önce onlara manevi olarak çok çok iyi geldi. Sonraki süreç malum ameliyat süreci ve hastane koşturmacası ki atlattık bitti, dün akşam eve gittiğimde Koray bize geliyordu, apartman girişinde karşılaştık, ellerimde ağır market poşetleri. Hadi yardım et diyerek poşetleri tutuşturdum eline, yukarı çıktık, Zeynep salonda ev ödevini yapıyordu, yengem mutfakta masayı hazırlıyordu, annem babama çorbasını içiriyordu. Evde bir yaşam var besbelli. Bu işte, çok çok keyifli.

Babam çorbasını içtikten sonra gittim yanıma, o ara Oğuz geldi. Hadi dedi babam, saçlarımı kesin benim. Oğuz için çok sık kullandığım tıraş makinesine 7 mm dişli takıp bir yandan ben bir yandan Oğuz iki koldan babamı tıraş ettik, bu duygu nasıl desem, çok çok heyecan vericiydi. Babamın yüzünde çocukça bir ifade.

Yemek sonrası kapı çaldı. Açtım baktım ki bizim süslü hani işyerinden arkadaşım, almış annesini, elinde bir tepsi zeytinli poğaça, nurten teyze pişirmiş, tadı şahane. Geçmiş olsuna geldiler. Oturduk, sohbetler ettik, babam aldı radyosunu, yürütecini kullanarak seke seke odasına gitti, biz kadınlar salonda, oğuz mutfakta sigara içiyor, pirinç elbette burnunu yatakodasından çıkarmış neler oluyor diye bakıyor...

Herkes gittikten sonra annem doğal olarak çok yorgun attı kendini yatağa, biraz onun ayaklarına masaj, sonra odamıza gittik. Fringe izliyoruz şu aralar.

İşte bizim evin halleri böyle bugünlerde. Çok bildik, çok tanıdık, yaşam kokulu...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Tıslayan, zıplayan, biraz yabani ama biraz da sevimli

Pirinç çok yabani bir kedi aslında. Yüzünü kolay kolay misafire göstermişliği yok. Misafir en az 15 gün kalacak ki, o da kendini hapsettiği yatak odasından çıkabilsin. İnan abartmıyorum. Çocukları pek sevmez cümlesini kursam yanlış kurmuş olurum, "hiç sevmez" dersem bu daha doğru. Bugüne kadar karşılaşıp tıslamadığı çocuk çıkmadı. Misafir demek, onun özel alanına müdahale etmiş bir yabancı demek. Derhal evden gitmesi gerek. İşte bu sorgusuz sualsiz eve gelen yabancının onu kolaylıkla sevmişliği de yok. Biraz biraz kedilerle yaşamış olan insanlar nasıl yaklaşılması gerektiğini bildikleri için, Pirinç onlara karşı biraz daha ılımlı. Janis ve Geveze, Pirinç'in ılımlı davrandıklarından misal. Janis onun oyun arkadaşı, şöyle yatıp kendini püfür püfür sevdirebileceği biri değil. Ne zaman Janis'i görse zıp zıp. Bir de onunla halı kaydırmaca oynuyorlar en çok. Ben de ne zaman halı kaydırmaca oynasam aklıma Janis geliyor. Hep diyorum ya insanın zihni çok garip, çok katmanlı, hafıza bazen güzel bir yuva, bazen arkana bakmadan kaçılması gereken bir canavar. Her şey hafızanı nasıl kullandığına bağlı.

Bunları neden anlattım bilmem. Dün sabah kahvaltıdan önce yukarıdaki fotoğrafı çektim, buraya fotoğrafı koyarken Pirinç'i karakteri ile de anlatmak istedim demek. Bir de gözleri güzel, kesinlikle haklısın evet.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Cumartesi gecesi seçmecesi

Biraz önce eve girdim, sevgili Cenk'in sesini aylar var duymuyor hep erteliyordum, telefon rehberinde adını buldum, yeşile bastım. İyi oldu onunla konuşmak özlemişim. Eve geldiğimde evin halkından adı Pirinç olan karşıladı beni. Hoşbulduk, Oğuz bir cumartesi gecesini çalışarak geçiriyor, alarm vermek üzereyim. Bu hafta sanki onu hiç görmedim, ben dün akşam ders çalıştım, o yorgunluktan kanepede uyuyakaldı, doğru dürüst konuşamadık bile.

Babama uğradım eve gelmeden önce, annemi şikayet ediyor, hiç ilgilenmiyormuş annem onunla. Babamla ilgilenmiyor olan annemse bugün babamın saçlarını yıkamış, tıraş sonrası yüz bakımını yapmış, her tarafını güzelce paklayıp kokularını sürmüş, keyifleri pek yerinde. Yarın hastaneden çıkıp eve dönüyorlar, mutluyuz.

Sabah işyerine uğradım, sınava gireceğim okul şehrin merkezinde, motoru almamayı seçtim, Davut bıraktı okula beni, içeriye alınmayı beklerken farkettim ki A2 almaya gelen herkes gayet rahat motorla gelmiş sınava, ben bugün anladım ki yakalanırım korkusunu boşuboşuna taşıyorum.

Sınav güzel geçti geçmesine de, ilk 45 dakika soruları cevaplamayı bitirsen bile dışarı çıkamama hali çok sıktı beni. Bu duyguyu unutmuşum. Dışarı çıkınca kendimi iyi hissettim. Aşağıdaki fotoğrafı da dışarı çıkınca çektim.

Biraz önce güzel bir çay demledim. Canım hiç yemek yemek istemiyor, belki çayın yanında tuzlu kraker filan atıştırır geçerim. Pirinç hemen yanımda uyku modunda. Makinanın fanından çıkan sıcaklığa dayamış poposunu. Ha şimdi hıçkırık tuttu onu. Geçmez bir beş dakika. Geçen gün Geveze ile konuşuyoruz telefonda. Ona Edirnece öğretiyorum yeri geldikçe, farımak eylemini cümle içinde kullanarak anlattım, bu konuya neden geldim, hıçkırık burada pek kullanılmıyor, hıgıcık deniyor, günün birinde biri "ay bu hıgıcık da geçmedi" derse sana, bil ki o has Edirneli...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Süslü kadının bekleyişi huzursuzdan iyidir

Birazdan Oğuz mutfakta masayı hazırlamış ve hadi diyor olacak. O hadi diyene kadar vaktim var, bir çırpıda anlatayım. Ameliyat çok güzel geçti, babam yarı baygın odasına getirildi. Ne olduğunun pek farkında değildi. "biz ne bekliyoruz burada" diye sordu, ameliyat olduğunun farkında değil tabi, sonra tansiyonunu ölçen hemşire için anneme dönüp "bu hemşire kalp mi çeviriyor " dedi. Annem hepsine gayet güzel cevaplar verdi, kömür var mı sorusuna bile. İkisi de antremanlı. Bu babamın saydık, altıncı ameliyatı.

Böyle günler, böyle anlar yaşamın çok içinde olan şeyler. Hani gerçek anlamda insani. Birini sevmek, birini çok sevmek yanında o kadar çok korkuyu da taşımayı getiriyor.

Babamla ilişkimiz ne zaman bu kadar güzel oldu hatırlamıyorum. Hep böyle şeker şerbet değildik de ne zaman bu kadar yakınlaştık, anımsayamıyorum bak. İletişimimizin göbeğinde birbirimize takılmak var. Ne olursa olsun bir konu bulup atışabiliyoruz, ikimizde de o enerji var, bu iletişimin bir yanı ise anneme sataşmak ve onu dışlamak. Bugün bir ara " İyi ki sen benim babamsın, iyi ki başkası benim babam olmamış" dedim. Ama duygusallığa makyaj gerek. Anneme dönüp "Yapacak bir şey yok bu kadın da annem olmuş, bunu alın başka anne verin diyemem bu saatten sonra" dedim. Babam kah kah kah tabi. Böyle takılmalarıma çok alışıklar. Ameliyattan önce hastaneden biran önce çık da bana bu store perdelerden al dedim durdum. Bu yaşına geldin isteklerin hiç bitmiyor dedi durdu. Ama ameliyattan çıkıp odaya gelmesinin 5. dakikasında o kafa karışıklığında bana şimdi gidip perde alıcam dedi. Annemse nasıl acaip bir görsen. Bugün ben koridorlarda kah adımlarımı kah çizgilerimi sayarken ve kıvranırken annem ne yaptı? Banyoda saçlarını yıkadı, üzerini değiştirdi, rujunu da sürdü. Baban sevmez öyle bakımsız olmamı, gözü gönlü açılsın dedi. Yahu adam ameliyatta, ne ruju, ne süsü. En iyisini o yapıyor elbet. Havası değişip kendini iyiye hazır ediyor. Zaten koridorları dört dönerken zaman bir türlü geçmek bilmiyor...

Oğuz çağırıyor, karnım gurulduyor, galiba artık bir şeyler yemeliyim.

19 Ekim 2010 Salı

21. Kitap : Lawrence Block - Kutsal Bar Kapandığında

Dün akşam buraya uğradım. Amacım şu kitabı yazıp kaçıp gitmekti, sonra Berceste ve Ali Bey'den yorumlar vardı, onları yayınladım. Sonra yanıt da yazdım, baktım saat 20.20 olmuş, doktora gitmemiz gerekiyor, Babamın ameliyatını yapacak olan doktor geçen hafta kardiyolojiye yönlendirmişti bizi. Kendisi 6 yıl önce bypass ameliyatı olmuştu da, şu anki durum nedir ve ameliyat edilebilir mi? işte bunun araştırmasını yaptılar, sonuç orta risk, yani ameliyat edilebilir.

Kitap hakkında yazamadan evden çıktım, doktor ile görüşmemizi yaptık, sabah hastaneye yatış yapılacak.
Ha ne diyordum, kitap. Akşam eve motorla gelemedim, nasıl yağmur nasıl yağmur anlatamam, motoru depoda bıraktım. Eve Yasemin bıraktı. Annemler bir haftadır bizimle kalıyor ya, evde harika yemekler var, Oğuz geç gelecek belli ki, aç değilim, hemen çalışma odasına koştum, amacım haftalardır elimde sürünen bu kitabı bitirmek. Bunu resmen kendime iş edindim. Babam haberleri izliyor. Annem hastane valizini hazırlıyor. Kitap ha bitti ha bitecek.

Bütün bunlar olurken gözüm kitaplarda. Ne okusam ne okusam. Endişeli Peri Dostoyevski okuyor, nasıl özeniyorum anlatamam. Ama yok, hem iyi bir çevirisini bulmam hem de şu ameliyat faslını atlatmam lazım. Ayrıca yeni bir kitap almak yerine elimdeki stokları eritmeyi diliyorum.

Kutsal Bar Kapandığında nasıldı peki? Eh. Demek Lawrence Block yaz günleri için idealmiş de, şimdi yeni bir alana geçmek lazım.

Şimdi ben en iyisi gidip ne okuyacağıma karar vereyim.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Life's a journey not a destination*

Çok çok sevdiğim birini geceyarısı çok uzaklara uğurladım. Güney yarımküreye indiğine dair haberi ise biraz önce aldım. Gidişine ağladım, ama sevindim de, sonra biraz buruldum, çokça üzüldüm ve sonra yine ağladım. Dün akşam havalimanında uçağını beklerken şunu söylüyordu, "Life's a journey not a destination".

İstanbul'a adımımı atıp Kadıköy'de sinemaya ilk onunla gittim, ilk içkilerimi onunla yuvarladım, eh biraz daha geriye gidiyorum, ilk commodore 64 oyunumu onunla oynadım, daha epeyce sayabilirim de, saymayayım, üzülüyorum.

Kişisel tarihimde bilincimin uyanmaya çalıştığı bir çok evrenin tanığı oldu bu adam. Ha uzakta olduğu için tüm bunlar değişmeyecek, sadece bir sonraki yüzyüze görüşmemiz için daha çok var. Belki de yıllar... Kimbilir.

Benden giderayak bir talepte bulunup, Nine müzikalini izlememi ve buraya yazmamı istedi. Yazacağım. Söz.

* Aerosmith'in bir parçası.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Gerçeklik, Güven ve Babişin ameliyatı üzerine sayıklamalar

Bir süredir fırsat buldukça House izliyoruz, henüz 3. sezonu bile bitiremedik. Araya başka diziler girdi, elimizdeki bölümleri bitirip yenilerini alana dek Fringe ile paralel evrenin varlığına inanır gibi olduk, sonra yine House'un gerçekliğine döndük diyeceğim ama bu dizide de ne hastalar ne de hastalıklar gerçeğe yakın. Bizi peşinden bu derece coşkulu sürükleyip götürenlerin çekici olmalarının altında gerçeklikten uzak olmaları yatıyor olabilir, dur şimdi bak burada iki konu var zihnimi yakalayan. Biri gerçeklikten yeterince usanmış haldeyken gerçek nedir sorusu, bir diğeri ise "altında bir şey arama" serüvenimiz. Sanki nasıl desem böyle olunca gerçek hep altlara itilmiş gibi duruyor, görünen değil de gösterilmeyen, olan değil de olmamış gibi davranılan...

House'un bölümlerini izlerken doktor hasta ilişkilerini sorgular buluyoruz ya bazen kendimizi. House'un umurunda olmadığını gözlemliyoruz elbet, hasta ona güvenmiş mi güvenmemiş mi, peh. Ama hasta tabi yusuf yusuf, güvenmek istiyor sonra vazgeçiyor, gitmek istiyor, testlere bir dur diyesi geliyor. House'un tuzu kuru. Hasta doktor ilişkisinde güven, dizilerde bile evet önemli. Babam altı aydır doktor doktor dolaşıp nihayet güvenebileceği bir doktor ile dün akşam karşılaştı. Tüm aile babamdan yana dertliyiz. Nasılsın demiyoruz da, bacağın nasıl diyoruz ya da bazen yüzüne bakarak anlıyoruz. Ağrı atakları gelip gitmişse babamın değme keyfine. İşte dün akşam görüştüğümüz doktor diğerlerinden farklı bir tanı koymadı aslında babama, yine konumuz femur başında nekrozumsu durum. İnsan yaşlandıkça hastalıkları da afilli ve karmaşık oluyor. Bizim babiş nihayet ameliyat konusunda birine güvendi. Önümüzdeki hafta çarşamba günü ameliyatını olacak. Rahatlayacağız. Güven önemli, en az gerçeklik kadar.

12 Ekim 2010 Salı

8 Ekim 2010 Cuma

Aşka Sam Toft Bakışı

Üzerime gelip yerleşen düzenleme sevdasını başımdan savmaya çalışırken elim bilgisayarımdaki klasörlere de bulaştı. Karşıma Sam Toft çıktı. Bir sanatçının bir karakteri zaman döngüsünün içine çekip evirmesi, çevirmesi, karakterin yaşamaya devam etmesi hoşuma gidiyor. Belki sırf bu yüzden buraya alıp duruyorum.

Aşağıda gördüğüm şey aşkın yalın hali. Sakin, basit, her ne olursa olsun hep yanyana, omuzomuza, hep sıcacık, hep içiçe.  Kimi yağmurlu, kimi karlı, kimi rüzgarlı... Mustard ve sevgilisi için Doris, bizim için Pirinç, sevgili Heidi için Sıdıka ile Sonya.. İşte onlar aşkın yanıbaşında bizim biricik izleyicilerimiz...









5 Ekim 2010 Salı

Karenin güzelliği

Kimi sabah keşke daha erken uyansaydım da kahvaltı hazırlasaydım diyorum, bunu dedikten sonra cümlem şu şekilde devam ediyor. Yarın sabah erken uyanacağım. Uyanamıyorum tabi. Yine evden kahvaltısız çıkıyoruz. Oysa ıskalamadığım tek öğün o. İş yerinde yapılan kahvaltı çok yavan. Çok özelliksiz. Şöyle peynirin üzerine kıpkırmızı bir vişne topunu oturtamadıktan, reçelin yavaş yavaş akışını gözleyemedikten sonra, hıh... Kimi akşamlar kahvaltıya özlemi gidermek için kahvaltı sofraları hazır ediyoruz. Pazar sabahkilerden çok daha iştahlı geçiyor üstelik. Geçtiğimiz pazar Oğuz ile birlikte kahvaltı edemedik. Gelen telefonla evden çıkıp işi ile ilgilenmek zorunda kaldı. Apar topar çıktığı için ayaküstü bir bardak çay içebildi. Tam kapıdan çıkmak üzereydi, bir dilim ekmeği zorla eline tutuşturdum. İtiraz edemedi peynirli dilime. Tek başına yapılan kahvaltının da tadı yok. Hiç istekli değilim. Zorlayarak özensiz yaptım pazar kahvaltımı. Sonra da düşündüm, tek başına olanlar, yemeklerini tek başına yemek zorunda olanlar çok zayıf olmalı. İştah sanki ancak en az iki kişi olunca gelirmiş gibi. Sonra sonra idrak ettim, iştahımı kesen alışkanlıkların değişmesi, her şeyin olmasını istediğin gibi gerçekleşmemesi. Kimi insanlar evliliğin dezavantajı olarak alışkanlığı sıralıyor ilk başta. Oysa belki en başlıca avantajı bu, en azından benim için. Ve elbette entelektüel yalnızlıklar var. Korkak savaşçılar. Yok yok o konuya girmeyeceğim. Konuyu kare tosta getirmeye çalışıyorum aslında.

Panik atak bizim evimizi ilk ziyaret ettiğinde kalbim 147 atıyordu. Oğuz ekranda 147 sayısının ona göre uzun süre değişmediğini söyler. Ben titriyordum ve elbette ekranı göremiyordum. İlk atağı ve ondan sonraki birkaç tanesini savuşturduktan sonra yemek yiyemez oldum. Çünkü yediklerimin tıpkı bir pelikan gibi çenemin altında biriktiği düşüncesini savunuyordum. İlk bir ay böyle atlatıldıktan ve türlü testler yapılıp sorunun paniksel bir durum olduğu anlaşıldıktan sonra verilen ilaçlar sayesinde sadece uyumaya başladım. Ve tek besin kaynağı o günlerde kare tost oldu benim için. Şimdi detaya girip can sıkmaya hiç niyetim yok, geldi geçti gitti ve o günlerden bize kare tost kalıverdi. Oğuz misal azıcık iştahsız olduğumu, yemeklerden uzaklaştığımı sezinlese baş kurtarıcı olarak kare tosta sığınıveriyor.

Akşam üzeri annemle konuşuyoruz telefonda. "Patatesli bir şeyler yapıyorum, Oğuz sever, gel al istersen" diyor. Bugünki havanın kasvetinden bana taşan karamsarlıkla yok dedim. Oğuz belki bir patatese bir de kare tosta hayır demez, patatesi çok sevdiği, tostu en zor günlerimizin baş kurtarıcısı olarak gördüğü için. Bu akşamın yemeğini biz böyle atlattık. Daha sonra farkettim de yemek konusunda kimi zaman gereğinden fazla bencilim ve bu bencillik itiraf edilince de hafiflemiyor üstelik...

3 Ekim 2010 Pazar

Soru ve Cevap Ritüelleri

Ve en son olarak da sordu ressama. Resim hangisidir size göre, tuvale akseden rüya mı, kuralları her an değişen, fakat dönüşsüz, dürüst ve ciddi bir oyun mu?
Ve ressam cevap verdi. “evet, dürüst ve ciddi bir oyun.”
Bu kısacık yanıtla sonlandı konuşma.

Röportajın bu kısmı biraz daha fazla şansa ihtiyaç duyuyor. Okunmak, yeniden yapılanmak ve anlaşılmak adına. Bu süreç yaşanmalı. Bir şekilde... Ama bir susmak istiyorum, bir konuşmak. Uzun uzun susmak. Hayır, uzun uzun konuşmak. İkisinde de başarısızım. Üçüncü tekil kişiyim. Üçüncü tekil kişiliğimle bir de utanmadan sahneye çıkmış oynuyorum. Ee öyleyse ciddiyim...

Neydi en son sorulan ressama? Resim hangisidir size göre? Hangi! Evet evet. Bizim o bildiğimiz hangi. Hani büyük bir aşkla bağlı olduğumuz soru imi. Kopar koparabilirsen. Bazen sırf onun yüzünden sorular başka türlüsüne kısır ve kapalı. Elimizden gelmediğinden değil. Seçmeyi, seçilmeyi, seçtirmeyi sevişimiz de var bir türlü vazgeçemediğimiz. Özellikle sorarken, cevaplayanı iki, bilemedin üç uç arasına sıkıştıran soruları sorarken, ya sormazdan gelmek yani hiç sormamayı seçmek ya da üzerinde çok düşünmek gerek. Düşünürken kişiye yaklaşmak, çok yaklaşmak, belki de içine girebilecek kadar ona yakın düşmek ve düşülen yeri betimlemek gerek. Cesaret işi. Yürekli olmak gerek. Verilecek, vermek istenebilecek cevapla hiç ilgisi olmayan iki, bilemedin üç ucu sunma ihtimalinin soran kişi tarafından göze alınması gerek. Risk almaya değmiş ki, soru işareti. Hangisidir size göre resim? Tuvale akseden rüya mı? Kuralları her an değişen, fakat dönüşsüz, dürüst ve ciddi bir oyun mu?

Ucu bucağı olmayan yanıtlar alınabilir bir konu; Resim! Ama yine de özgürlüğü olmayan sorular eşliğinde sormak, yanıt beklemek ve öğrenmek hevesi içindeyiz ki sorma gitsin. Ben kim miyim? Biraz önce dedim ya, üçüncü tekil kişiyim. Yani elçiyim. Yabancı topraklar üzerine izinsiz ayak basmanın denemesindeyim.

Ve yanıtladı ressam.“Evet, dürüst ve ciddi bir oyun.” Bir çırpıda yaptı seçimini. Yanıt, böylesi çok seçmeli soruların tuzaklarıyla yıkandı bir güzel. Çoğu zaman tıkır tıkır işleyen bu sistem, bu nedenle rahat ve güvenilir. Hem ne de olsa söz konusu olan resim, cevabı verenin. Ve elbette tuvalinde raksedenlerin düş aksı olup olmadığını en çok kim bilebilir? O. Duymadığımız diğer tüm yanıtlar sanatçının yapıtlarında. Onları da kalkıp, gidip, görmek gerek. Yakından. Açıları değiştirip değiştirip görmek gerek. Yollara düşmek, çeşitli araçlarla haşır ve neşir olmak gerek. Kısacası çaba sarfetmek gerek. Eğer galerinin girişinde güvenlik görevlileri varsa çantaların bir bir açılıp sergilenmesi gerek, her şeyi göstermek, göstermek, göstermek gerek. İşte bu yüzden, ressamın cevabında neden yeni bir şıkkın doğumuna izin vermediğini sorgulamak, onun kendi kurduğu tanımlarda soluklanmayı dilemek faydasız. Kaldı ki yeni bir şıkkın doğurtulmaması da bir bakıma soran kişilerce susmanın billinmesi işi. Cesaret işi. Gizlenilmeyi isteme işi. Anlatmayı-anlatmamayı, anlatırken anlaşılmamayı da göze alma ya da nasıl demeli göz boyama işi. Üstelik şirret bir röportörün eline düşen ressam çıldırabilir. Yapıtların nüvesine yerleşen rüyalar hiç mi olmaz? Ya da oyunlarınız ciddi midir hep? Peki ya dişlerinizi fırçalarken ayna karşısındaki halinizi ne kadar ciddi bulursunuz? Ya da gömleğinizi ütülerken? Ya da tüm bunları en son ne zaman bir oyuna dönüştürmeyi başarabildiniz? Oyuna dönüştürdükçe mi iş ciddiye bindi? Rüyalar hiç mi ciddi olmaz? Rüyalarımız hayatımızın başlıca oyun alanları değil midir? Ama samimi olarak oynadığınız oyunlarda samimi olarak ne kadar kendi dilinize kendinizi getirebildiniz? Eee... Hangisi...