20 Aralık 2010 Pazartesi

19 Aralık 2010 / Edosk ile Hamzabeyli - Doğanköy kış yürüyüşü

Hamzabeyli köyünden Doğanköy'e yürüdük, araç yolundan değil tabi, öylesi çok kolay olurdu. Biz tepeleri aşarak yürüyüş yaptık.




 Pankartta Edosk yazıyor.







 Çam ormanının kokusu var...

 Mangal var, sucuk var, şokella ekmek bile var.

 Dinginlik var.

Neşe var.

16 Aralık 2010 Perşembe

Düşünceler yağarken


Haberlerde görmüşsündür. Trakya'yı. Bu fotoğrafı dün çekmiştim. Hızlıca. Bir çırpıda. Bugün dünden daha da belirgindi kar. Düşünceler ha durdu, ha duracak. Burası böyle.

15 Aralık 2010 Çarşamba

...

Yudum yudum anlatamam, bir çırpıda kusup gitsem daha iyi olacak. Bir konu var. Önemli. Ama burada sansür getireceğim, yazdıklarıma elbet. Tanzanya'daki kuzenimin burasını okuyup - ki bir gün okuyacak- benim duygusallığımdan etkilenmesini istemiyorum. Onun acısı benden çok daha büyük. Birini kaybedince anılar hücum ediyor. Buna dur demek imkansız. Dün içim acıyordu, bugün daha bir acıyor. Dün ağlıyordum, bugün daha çok ağlıyorum. Birini çok sevmek için onunla çok fazla zaman geçirmek gerekmez hani. Birini sevmek için belli bir neden bile gerekmez kimi zaman ya. Kuzukulağı toplamışsın birlikte, ilk tekilanı içerken yanında olmuş, sevmiş seni, bir ağaçtan en olgun ve en güzel meyveyi tutmuş sana yedirmiş... Neyse neyse.. Şimdi ben susmaya gidiyorum. Öyle.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Bekle beni ey gözlükçü

Ne zaman kullanmaya başladım? Gözlükten bahsediyorum. İstanbul'da 72T otobüsünün 72T olduğunu gözlerimi kısarak okumaya çalıştığım zaman. 72T kısmını sallıyorum tabi, aklımda o otobüs numarası kalmış. Topkapı -Taksim. Oğuz sen miyopsun galiba demişti. Sonra soluğu göz doktorunda almıştık da elimizde reçeteyle çıkmıştık. İlk gözlüğümü Beyoğlu'nda bir gözlükçüden edindik, Cihangir'deki eve gidene kadar sanki yerleyeksan olmuştum, ama o gün dünya dupduru gelmişti gözüme, berrak mı berrak. Şu karşıdan gelen kadının yüzü ne kadar belirgin. Keşke insan zihninin karmakarışık olduğu durumlarda buna benzer bir gözlük oluverse elimizin altında da bu gözlüğü taksak şeklindeki klasik öneriyi sunmayacağım. Zira o zaman hayat biraz daha bulmacasız ve biraz daha kolay oluverirdi. Elimizin altındakiler sayesinde pek çok şey zaten yeterince kolay.

Hımm ne diyecektim. Çerçevemi değiştirmek istiyorum. Hem de en kısa zamanda. Çok hem de çok sıkıldım şu an kullanmış olduğumdan. Dün Oğuz'a kolayını bulsam hemen atıcam çöpe dedim. O derece. Hayatımın vazgeçilmez biricik tespitçi memuru Oğuz " Sen, bişey istediğin zaman, hemen o an oracıkta şıp diye olsun istiyorsun" dedi. Tahammül sınırım neredeyse yokmuş. Haklı. Bu tutum kimi zaman işe yarıyor. Harekete geçmemi kolaylaştırıyor.

Burada bir göz dokturumuz var, Tolga Bey. Ağustos ayında kendisine gitmem gerekiyordu, gitmedim. Şimdi bu gözlük hevesiyle Tolga Bey'e ziyaret ilk işim olacak. Yeni çerçevemi aldığımda kayıtlara geçmek için buraya geleceğim.

Ayrıca belirtmeliyim ki biten işler hanesine haftasonu bir gol attık ve tüm çerçeveleri duvara astık.

30 Kasım 2010 Salı

Kasım Filmleri





28 Kasım 2010 Pazar

33'ün ahengi Çelloyu kucaklarken

Çok zor bir doğum olmuş benimkisi. Ambulansa konulup hastaneye vardıktan sonra annemin sancıları ortalıktan kaybolmuş. Gelen doğurmuş, giden doğurmuş, annemden ses yok. En nihayetinde doktorumuz gelmiş, muayenesini yapmış, "vaktimiz doldu, bebeğin ve senin durumun riske giriyor" diyerek ameliyathaneye hazırlanın emrini vermiş. Sezaryen usulle doğum gerçekleşmiş. Annem böyle anlatırken bunları dinlemek pek hoşuma giderdi küçükken, yani biraz daha bekleseler ölecek miydim diye durumu onaylatmaya çalışırdım, çizginin ucundan hayata dönmek çocukken bile kulağıma güzel gelirdi. Tuhaf.

Ailede üç erkek sonrasında tek kız coşkuyla karşılanmış elbet. İnanılır gibi değil. Şaka olmalı diye düşünülmüş. Hiç hesapta yokken oluvermişim üstelik. Demek o zamanlar ultrason yok. Doğmadan önce cinsiyetimi bilmediklerine göre. Olmaz tabi. Sene 77. Yay burcunun ilk haftasına teşrif etmişim. Burçlarla aram yok ama yine de yay burcu olmak güzel gelir bana. Doğum sonrası annem tamıtamına 45 gün hastanede yatmış. Niye o kadar yattığını soruyorum, o da bilmiyor. O zamanlar öyleydi cevabı ile geçiştiriyor beni. 45 gün sonra beni kucağına alıp hastaneden dışarı çıkarken gözlerim fıldır fıldırmış. Etrafı meraklı gözlerle inceleyerek eve gelmişim. Ha bir de doğumuma ilişkin evde en çok konuşulan simsiyah saçlarım olurdu. Alman bebelerin arasında hemen farkediliyormuşum. İşin tuhaf tarafı Türkiye'ye dönüş yaptığımızda yani ben henüz 1 yaşındayken ilk saçlarım dökülmüş, yerine sapsarı saçlarım olmuş.

Annem kendisine hastanede gösterilen ilgiden sözeder o günleri anılarından çekip çıkardığında. Sabah odasına gelen hemşire elinin tersiyle annemin yanağını okşar, saçlarını bir güzel tarar, sabunlu bezlerle vücudunu silip misler gibi kokmasını sağlarmış. Ben anne sütü konusunda isteksiz, süt dolu memeye yapışıp cork cork karnını doyurmaktan uzak inatçı bebe olarak ilk günlerimi karşılamışım. Süt sağılarak biberona doldurulur ağzıma verilirmiş. Annemin memesiyle olan münasebetimin bu kadar sınırlı olması bizimkileri bir süre sonra hazır mamaya yöneltmiş. O günlerde topaç gibi yusyuvarlak oluşumun suçlusu Alman hazır mamalarıdır başkası değil.

Şu geçen yılıma dönüp baktığımda, -ki her insan böyle günlerde geriye dönüp şöyle bir bakar istemese bile!- kendimle uyumlu olduğumu görüyorum. 33 üncü yaş gerçekten güzelmiş. Tahminimden çok daha güzel. Yaşamla içiçe olmayı hep isterken ama pek başaramazken, işte bir bakmışım istediğimi bu yaşımda gerçekleştirivermişim. Zorlanmadan, huzursuzluğa kapılmadan, etrafımdakilerle didişmeden. Tamam tamam, daha az didişerek diyelim ortada buluşalım ...

Bu yıl sevdiklerimden çok ama çok şahane doğumgünü hediyeleri aldım, doğumgünümden aylar önce. Ancak bu sabah kalktım kafamın içinde bir tilki dolaşıyor sinsi sinsi ve "o hediyeler doğumgünü hediyesi sayılmaz çünkü zamanından çok önce verildiler " diyor. Hımmm gel de bu tilkiyi dinleme şimdi... Çok çeldirici di mi? :) Ben şimdi evin içinde şöyle bir dolaşıp tilkiyle nasıl başedeciğimin yollarını arayayım. Sonra bir ara gelir mumları üflerim.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Akşam üzerinde planlar yaparken

Ofisin içinde hapşırıp burnunu çekenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Ben şimdilik gayet iyiyim. Meyveden bu kadar uzak durmama rağmen. Neredeyse HİÇ tüketmiyorum. Geçen akşam zorla bir mandalinayı bitirdim. Diyorum ki bugün iş çıkışı çarşıya gitsem. Güzel bir meyve sıkacağı alsam. Eve giren havuçların bile suyunu çıkarıp kendime ve Oğuz’a güzel kokteyller hazırlasam. Güzel plan. Sağlıklı.

Kuaföre de gitmem gerek. Saçlarımın uçlarından aldırmam için. Uzatıyorum ya. Güzellik için değil de sadece sağlıklı olmaları için kestirsem. Sonra diyorum saç düzleştirici aletlerden de mi alsam kendime. Almakla kalmayıp kullansam... Düşündüm de kuaför işini başka bir güne erteleyelim en iyisi. Hepsi bugüne sıkışmasın. Evet.

Peynir konusu bir çok kişide olduğu gibi bizim evde de çok hassas. Ailemizin peynircisi çarşıda. Tereyağ da yapıp satıyorlar hem. Yerel bir marka ama süt ve süt ürünleri konusunda harika iş çıkarıyorlar. Çarşıya gitmişken peynir de alırım. Evdeki bitmek üzere.

Bir zamanlar ailemizin cdcisi vardı. Vardı diyorum çünkü artık filmleri ve dizileri internet üzerinden izliyoruz. İşte ailemizin cdcisi Can abi ve Necibe abla nasıl tatlı insanlar. İkisinin de gözlerinde ışık var. Can Abi şeker hastası. Hasta olduğu günler dükkana gelemiyor. Evin alışverişi için çarşıya çıkmıştım bayramdan hemen önce. Yufka, peynir, tavuk gibi şeyleri almak için. Dönüşte balıkpazarından da geçmiştim üstelik, geçerken hamsilere tav olup bir kilo da ben almış eve dönüvermiştim. Ama işte eve dönmeden önce onlara uğramıştım. İyi bayramlar dilemek için. Can Abi yoktu yine. Bugün çarşıya gitmişken belki onlara da uğrarım. Kısacık.



Pazar günü direksiyon sınavına gireceğim. Yazılıdan söylemesi ayıp 100 aldım. Ama 100 aldığım için çok korktum. Kopya çektiğimi düşünürlerse diye. Kpss’deki olaylardan sonra insan 100 almaya da korkuyor yahu. Hı ne diyordum, sınav demek benim için özgürlük demek. Günün birinde sınavla özgürlük kavramını bir araya getireceğimi aklıma bile getirmezdim. İşe bak.


Çok çok hareketli günleri geride bırakıp artık rutin hayatımıza dönmenin arefesindeyiz. Birbirine benzeyen, hareketsiz, durağan günlerimiz olsun hep. Hayat yavaş yavaş akıversin. Akşamlarımızı sıcacık evimizde geçirelim. Amin.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Bir bakalım

Neler oldu bir bakalım...
Bayram geldi geçti. Anlamadık. Annemlerin hem bayram hem geçmiş olsun ziyaretçileri vardı. Kafam oldu bir dünya. Şikayetçi değilim canım, çok güzeldi.

Geçen hafta bugün babamın hemşiresi aradı. Akşama iğneye gelemeyeceğinin haberini verdi. Babamın kan sulandırıcı iğneleri için her akşam bize geliyordu. Hayırdır dedim. Bugün düştüm, ayağımda yan bağlar koptu, hastanede yatıyorum, siz de zor durumda kalmayın haber vereyim istedim dedi. Bize arabasıyla gelip gidiyordu. Nereden bulucaz şimdi hemşire, üstelik bayram üzeri o kadar gün tatil derken, Sezen'e sordum. Bize hemşire lazım. O nasılsa bilir. Eczacı dediğin doktor ve hemşirelerle nasılsa haşır ve neşir. Aaa lafı mı olur dedi ben gelir vururum. Üst katımızda oturuyor hem. Tatilde bir yere de gitmiyormuş. Sorunu çözdük. Kolayca.

Bugün babamın doktor kontrolü var. Büyük ihtimalle son görüşmesi olacak. Annem doktora hediye alalım istedi. İş bana düştü. Dün akşam mağazaya girdim, bakınıyorum, ne alsam ne alsam? Böylesi de çok zor. Ne alsak yetersiz gelecek sanki. Aldığımız hediye şükran duygularımızı tam istediğimiz gibi iletemeyecek. Yine de işte, çam sakızı çoban armağanı. Mağazadayım demiştim ya, satış görevlisi yanıma geldi, kim için hediye aradığımı sorunca söyledim. Elimdekine baktı ve sonra "Erol Hoca M değil, L giyer. Elinizdekinden ziyade gri tonlarını sever, gelin ben size onun zevkine uygun bir şeyler göstereyim?" Hay allah işe bak, müthiş di mi? Satış görevlisi, aldığım ürüne bakıp "onun kaşe ceketi var, birlikte çok hoş olur hatta" dediğinde nasıl mutlu oldum anlatamam. Küçük yerde yaşamanın türlü çeşitli hoş yanlarına denk gelmiştim de bu biraz alışılmadık, ezberlenmiş hallerin dışında oldu. İnsan öğesinin, duygularının, beğenisinin, gözlem gücünün en güzel örneklerinden.



Harika bir film izledik, bayramın bilmem kaçıncı günü. Çok, çok hoş bir fransız apartmanında geçiyor. Hemen her dairede bir kedi yaşıyor. Paloma filmin baş karakteri. Filmin yönetmeni Mona Achache'nin ilk uzun metraj çalışmasıymış. Çok samimi, sıcacık bir film. Fransız ama hareketli, sahiden.

Günler işte böyle geçip gidiyor günlük. Bilgi vereyim dedim.

9 Kasım 2010 Salı

Hayat devam ederken

Bugün
 
Sabah uyandım, erkenden. Oğuz'un da erken çıkması gerekiyordu hem. O benden önce çıktı. Ben 8:15 sularında evden ayrıldım. Normal zamanda 8:45 gibi çıkıyorum. Evden çıktığımda hava sütlimandı, serince ama duru. Azıcık da rüzgar var. Aile hekimimin muayenesinin önüne geldim. Sıra numaramı aldım. 1 numarayım. Güzel. İşe çok geç kalmayacağım. İçerisi çok sıcak olduğu ve üzerimdeki montu çıkarmaya üşendiğim için dışarı çıktım. Kapının önündeki banka kuruldum, bir su damlası elmacık kemiğimin hemen üzerinde. Hay allah, yağmur mu? Biraz sonra doktoru gördüm. Geliyor. İçeriye girdi, önlüğünü giydi, bembeyaz. Beni çağırdı. Ben dediysem adımla değil elbet, unuttun mu? O an için ben 1 numarayım. Tiroid hormonlarımın ölçümü yapılacaktı, 3 ay önce bu tahlili yaptırmam gerekiyordu aslında, biraz geciktim kusura bakmayın dedim. Bembeyaz önlük beni anladığını kafasını sallayarak belirtti. Bilgisayara döndü. Yazdı yazdı ve en sonunda tıkladı. Hemşire "hadi benimle gel" dedi. Peşinden gittim.
 
Sabah böyle başladı. Durgun bir hava. Sonrası epey fırtınalı. Rüzgar çok, ama çok kuvvetli. Sanki çatılar uçtu uçacak. O derece. Biraz önce Oğuz aradı, gökkuşağı çıktığını söyledi neşeyle.
 
Dün
 
Eve gelmeden önce çarşıya gittim. Motorla. Giderken Davut'u gördüm, durakta dolmuş bekliyor. Atla dedim, çarşıya gidiyorum nasılsa. Bankaların orada bıraktım onu. Motoru nereye bıraksam diye Oğuz'a sormuştum, "Recai var bizim işyerinin orada, otoparkçı, onu bul beni söyle". İyi de Recai o saatte gitmiş, bakkal var sadece, bakkalın gözü önüne park ettim, kaskı da kır saçlı bakkal amcaya bırakıverdim, elimde taşıyacak değilim ya. Çarşıda ilk işim telekom bayisi. İnternet paketimizi değiştirdim. Oradan çıktım. Kaç zamandır istediğim ama bir türlü bulamadığım postallarımı buldum. Nihayet. İşlerimi bitirdiğime göre artık eve dönebilirim.
 
Yemekte ıspanak var. Yesem mi yemesem mi? Yedim. Ve bilgisayarımın başına geçtim. Bir süredir boş zamanlarımda -ama özellikle iş saatlerimde- nefes almak adına, kendimi iyi hissetmek, enerji ile dolabilmek, ne okuyacağıma karar vermek, ne izleyeceğimi kestirebilmek ... İşte bunun gibi bir sürü şey için Endişeli Peri'yi okuyorum. Kendisini bir yerde pusula gibi kullanıyorum. Hoşgörsün beni. Cebimde taşıdığım bir yol gösterici gibi. Edilgen olduğum zamanlarda özellikle, hareketlerimi kısıtlayan ve ne olduğunu tam kestiremediğim ama kendi kendime edindiğimi de çok iyi bildiğim engellerin süpürgesi o benim için. Geçen gün izlediği bir film vardı, oturdum onu izledim. Nothing Personal. Avrupa Sinemasını severim. Yavaşlığı büyüler beni. Durgun bir yaşam, kimsesiz bir ada, sadece iki kişinin oynadığı bir film ilgimi çeker. Minimal hareketler ve iç dünyalarındaki çalkantılar sıkıcı değildir hem de hiç... Oğuz gelene kadar filmi izleyebildiğim kadar izledim. O gelir gelmez ara verdim. Mutfakta çay sohbeti, günümüzü anlatıp durduk, ben botlarımı gösterdim tıpkı bir çocuk gibi sevinçle, sonra sinemaa.com sitesindeki filmleri, izlediğim filmi... Tıpkı birer ayna gibi...

7 Kasım 2010 Pazar

22. Kitap : Efresiyab'ın Hikayeleri - İhsan Oktay Anar

Pirinç ayakucuma kıvrıldı, dışarıda kasvetli bir hava var. Biraz sis, çokça karanlık. Keyifli bir kahvaltının ardından Oğuz'u işe geçirdim. Kahvaltıdan önce nevresimlerimizi değiştirmiştim, belki birazdan şu rahatımı  bozup çamaşır makinesini çalıştırmak için kalkarım. Kalkmışken kendime kahve de alırım, rahatımı bozduğuma değsin. Bugün o derece tembelim.

Sabah uyandıktan sonra, yataktan kalkmadan ve kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa yollanmadan hemen önce kitabı son kez elime aldım. Son 10 sayfası kalmıştı da okumadığım, güne onu bitirerek başladım. Oğuz da uyanmak üzereydi hem, günaydınlaşıyorduk bir yandan. Farkındaysan kitap hakkında yazasım yok. Oysa Puslu Kıtalar Atlası'nı ne çok sevmiştim. Yok bunu sevmediğim anlaşılmasın. En az o kitap kadar üzerimde etki bırakmasını dilemekle hata etmiş olabilirim. Üretmek zahmetli, yazmak yetenek işi. Yazarak anlatmak çıplak ayakla keskin kırık camların üzerinde yürümek gibi. Her daim aynı vurucu tadı bulamayabilir insan. Aynı leziz çekiciliğe kapılamayabilir her yaprak. Rüzgar harflerle köşe kapmaca oynamayabilir. Demek istediğim her yazar her daim aynı güzellikte yazamayabilir.

Birazdan birkaç bölüm Nip Tuck izleyip sonra kahvemi de alıp harika bir kitaba başlama niyetindeyim. Marcel Proust bana üniversite yıllarında Özlem'den hatıra. Elimdeki kitap da onun zaten. İlk sayfasında
"2 Temmuz 99' Beyazıd - Fatoş'la" notu var, kurşun kalemle yazılmış. Sonra kitap bana gelmiş, ben de şöyle bir not düşmüşüm; "14 Ağustos 2000 - Dolunayın doğuşu - Beşiktaş" Okulumuz Beyazıt'da. Beşiktaş o zamanlar kaçış yerimiz. Sahildeki çay ocağında alçak masalarda kitap okuyup, dalıp gittiğimiz yıllar. Vakit bol. Okumak için, aylaklık yapmak için, düşünmek, dinlemek, aşık olmak için. Her yeni insana emek harcayabilir, her acının üstesinden pekala gelebiliriz... Son otobüsle Beşiktaş'tan Beyazıd'a dönerdim. Çemberlitaş Kız öğrenci yurdunun kapıları isteksizce açılırdı. Kocaman göbekli, esmer adam kapıdan girenlere bakardı ve tanırdı. Kimlik göstermeden kalabalığın arasına karışırdım.

Kayıp Zamanın İzinde serisine başlamış sadece üç kitabını okuyabilmiştim. Şimdi eksik olan parçaları da tamamlamak için yine baştan okumaya niyetliyim. Proust'u otuzlu yaşlarda okumanın nasıl bir şey olduğunu çok merak ediyorum.

5 Kasım 2010 Cuma

Nerede Kalmıştık...

Akşam Roma'nın son bölümünü izlerken ben uyuyakalmışım. Oğuz'a sen devam et dedim, uykuyla uyanıklık arasında. Biraz önce o gelmeden oturdum, final bölümünü bitirdim. Neden iki sezonla yetinmişler bilemedim. Diziyi izlemiş olanlar bilir, hikaye Roma'nın adı üstünde işte, jeneriği muhteşem ve ana karakterler Titus Pullo ve Lucius Vorenus. Evet tamam Caesar var, Pompey Magnus, Cicero ve Brutus de var ama en başından en sonuna bu iki lejyon var. Onlar dost. Her koşulda.

Dizide en sevdiğim karakter ise tombik tellal oldu. Hareketlerine bayıldım. Her çıktığında ha işte geldi bizimki dedim. Kendisini pek sevdim. Verdiği haberleri özümsemesine, savaşa giden Caesar'ın duyurusunu yaparken Caesar'ın gücünü vücudunda hissetmesine hayran kaldım. Kollarını da bir görsen..

Neyse işte...
Bir sonbahar akşamı, kış mı demeliyim, geceye yakın, bir diziyi bitirdim. Şimdi gidip çay demleyeceğim. Belki yemek sonrası uzun zamandır yapmadığımız bir şeyi yapar, bu akşam film izleriz.

31 Ekim 2010 Pazar

Kapalı perdeler pazarı

Ruhu bütün biri nasıl olur sanki görmek üzereyim. Çalışıyorum, eve geliyorum, lavabonun önünde duruyorum, kendime bir anlığına bakıyorum, sıvı sabuna uzanıyorum, bitmiş, dolaptan ekonomik olsun diye alınmış kocaman sıvı sabun şişesini çıkarıp lavabonun oradakini dolduruyorum, elimdeki kocaman yedek şişe boşalmış, çöpe atıyorum, çöpe attığım herhangi bir şeyin boşalmış olmasına içten içe seviniyorum, tükenen şeyler yaşadığımızı hissettiriyor, çöp poşetlerinin dışarı çıkarılması yaşamı çağrıştıyor, anlatabildim mi? 

Pazar gününün sersemliği var. Bugün tembellik günüm. İşyerinden Çiğdem, Yasmin, Özgür mangal planlıyorlar bugün, belki sonra ormanda yürüyüş. Hayır ben bugün tembel olma niyetindeyim. Biraz önce Issız Adam'ı bir kez daha izledim. Yatağıma kurularak. Pirinç kucağımda, izledik. Yok film hakkında yazmayacağım, bazen böyle ikinci izlemeleri seviyorum, yeniyi göresi gözüm olmayınca...

Mutfağa gittim geldim, fırında kek pişiyor, annem patatesli börek yapıyor yufkalardan. Elimde Efresiyab'ın hikayeleri var, güzel gidiyor. 2003 yılında okumuştum onu da, şimdi yine okuyasım gelmiş demek. Kimi zaman içim içime sığmadığında daha çok yer görmek, yeni yazarlarla daha sık karşılaşmak, daha çok film izlemek istediğim oluyor olmasına da, işte bazen böyle eskilerim arasında salınıyorum. Galiba ben bunu çok sık yapıyorum, derslerinden ikmale kalmış tembel bir öğrenci gibi, tekrar tekrar, çift dikiş...

Sabah süslü aradı, mangala gidecek miyim diye. Yok dedim, perdeleri kapadım, film izleyeceğim. Süslü sosyal kişi. Almış bir hediye, bebekleri olan bir çifte tebriğe gidecekmiş. Bazen imreniyorum ona. Onun gibi  davranmıyorum, yeni ev aldığını duyduğum birine ev hediyesi alıp gitmiyorum, böyle bir mekanizma geliştiremiyorum, iletişimin bu yanını pek yaşamıyorum. Bir pazar günüm var onu da harcayamam diyerek şu evden çıkmıyorum. İzlediğim filmi bir daha izliyorum, okuduğum bir kitabı bir daha okuyorum ama hiç olmazsa diyorum neyse ki geçmişimi sorgulamıyorum. Bu geçmişle işimin bittiği anlamına gelmesin, kimin bitmiş ki benimki bitsin. Ben sadece kendimi daha bir bütün hissediyorum...

26 Ekim 2010 Salı

Ev Hali

Şimdi dedim ki, keşke şöyle küçük bir dükkanda olsaydım, kolları tombul bir kadın dikiş dikiyor olsaydı orada, etraf biraz loş olsaydı ama elindekileri aydınlatan bir lamba da olsaydı başucunda. Kadının burnunun hemen ucunda yakın gözlükleri. Önümüzde türk kahvelerimiz olsaydı yeni bitirdiğimiz. Bu dükkan çarşının içinde olabilirdi pekala, çanta tamircilerinin bulunduğu sokakta sözgelimi. Ben öyle orada oturduğum yerden tombul kadını izliyor olsaydım, hani konuşmak zorunda olmadan. Sessizliğimizi bir müşterinin ayak sesleri bozuyor olsaydı, geleni gören tombul kadının tombul kolları hemen arkasındaki rafta bekleyen poşete uzanıyor olsaydı, gelen kişi ne için geldiğinin hemen şak diye anlaşılmasına sevinip "borcum ne kadar?" diye sorsaydı, "borcum ne kadar?" sorusu bende yine bir mutluluk hissi yaratsaydı, bu dükkanın olmazsa olmazı bir kedi olsaydı elbette, hani oranın demirbaşı olmuş bir kedi değil de, oraya bağımlı olmayan, canı o gün orada olmak isteyen bir kedi... 

Hoş olurdu be...
Gün güzel bitmiş olurdu.
Ne tanıdığım bir terzi ne de öyle bir dükkan var. Benim böyle sakin bir yer arayışımın içinde günlerimin çok hızlı akıyor olması var. Ev çok şenlikli. Yo yo hiç şikayetçi değilim. Kalabalık bir ailede yetişmiş her birey gibi kendime nefes alabileceğim alanlar ve zamanlar yaratabiliyorum.

Dün akşam Oğuz " Tahminimden çok daha iyi kotarıyorsun bu süreci" dedi. Sürecin ilk evresi bizimkilerin bizim eve yerleşme telaşı oldu, tek kişilik bir yatak vardı noname odada, o yatağı gönderdik, çift kişilik bir yatak geldi, bizim yatakodamızda bulunan ikinci bir dolabı onlara tahsis ettik, sırf kendilerini biraz daha evlerinde, biraz daha o eve ait hissetsinler diye. Odalarını çok sevdiler. Demek istediğim bizim evimizde onlara ait bir oda, herşeyden önce onlara manevi olarak çok çok iyi geldi. Sonraki süreç malum ameliyat süreci ve hastane koşturmacası ki atlattık bitti, dün akşam eve gittiğimde Koray bize geliyordu, apartman girişinde karşılaştık, ellerimde ağır market poşetleri. Hadi yardım et diyerek poşetleri tutuşturdum eline, yukarı çıktık, Zeynep salonda ev ödevini yapıyordu, yengem mutfakta masayı hazırlıyordu, annem babama çorbasını içiriyordu. Evde bir yaşam var besbelli. Bu işte, çok çok keyifli.

Babam çorbasını içtikten sonra gittim yanıma, o ara Oğuz geldi. Hadi dedi babam, saçlarımı kesin benim. Oğuz için çok sık kullandığım tıraş makinesine 7 mm dişli takıp bir yandan ben bir yandan Oğuz iki koldan babamı tıraş ettik, bu duygu nasıl desem, çok çok heyecan vericiydi. Babamın yüzünde çocukça bir ifade.

Yemek sonrası kapı çaldı. Açtım baktım ki bizim süslü hani işyerinden arkadaşım, almış annesini, elinde bir tepsi zeytinli poğaça, nurten teyze pişirmiş, tadı şahane. Geçmiş olsuna geldiler. Oturduk, sohbetler ettik, babam aldı radyosunu, yürütecini kullanarak seke seke odasına gitti, biz kadınlar salonda, oğuz mutfakta sigara içiyor, pirinç elbette burnunu yatakodasından çıkarmış neler oluyor diye bakıyor...

Herkes gittikten sonra annem doğal olarak çok yorgun attı kendini yatağa, biraz onun ayaklarına masaj, sonra odamıza gittik. Fringe izliyoruz şu aralar.

İşte bizim evin halleri böyle bugünlerde. Çok bildik, çok tanıdık, yaşam kokulu...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Tıslayan, zıplayan, biraz yabani ama biraz da sevimli

Pirinç çok yabani bir kedi aslında. Yüzünü kolay kolay misafire göstermişliği yok. Misafir en az 15 gün kalacak ki, o da kendini hapsettiği yatak odasından çıkabilsin. İnan abartmıyorum. Çocukları pek sevmez cümlesini kursam yanlış kurmuş olurum, "hiç sevmez" dersem bu daha doğru. Bugüne kadar karşılaşıp tıslamadığı çocuk çıkmadı. Misafir demek, onun özel alanına müdahale etmiş bir yabancı demek. Derhal evden gitmesi gerek. İşte bu sorgusuz sualsiz eve gelen yabancının onu kolaylıkla sevmişliği de yok. Biraz biraz kedilerle yaşamış olan insanlar nasıl yaklaşılması gerektiğini bildikleri için, Pirinç onlara karşı biraz daha ılımlı. Janis ve Geveze, Pirinç'in ılımlı davrandıklarından misal. Janis onun oyun arkadaşı, şöyle yatıp kendini püfür püfür sevdirebileceği biri değil. Ne zaman Janis'i görse zıp zıp. Bir de onunla halı kaydırmaca oynuyorlar en çok. Ben de ne zaman halı kaydırmaca oynasam aklıma Janis geliyor. Hep diyorum ya insanın zihni çok garip, çok katmanlı, hafıza bazen güzel bir yuva, bazen arkana bakmadan kaçılması gereken bir canavar. Her şey hafızanı nasıl kullandığına bağlı.

Bunları neden anlattım bilmem. Dün sabah kahvaltıdan önce yukarıdaki fotoğrafı çektim, buraya fotoğrafı koyarken Pirinç'i karakteri ile de anlatmak istedim demek. Bir de gözleri güzel, kesinlikle haklısın evet.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Cumartesi gecesi seçmecesi

Biraz önce eve girdim, sevgili Cenk'in sesini aylar var duymuyor hep erteliyordum, telefon rehberinde adını buldum, yeşile bastım. İyi oldu onunla konuşmak özlemişim. Eve geldiğimde evin halkından adı Pirinç olan karşıladı beni. Hoşbulduk, Oğuz bir cumartesi gecesini çalışarak geçiriyor, alarm vermek üzereyim. Bu hafta sanki onu hiç görmedim, ben dün akşam ders çalıştım, o yorgunluktan kanepede uyuyakaldı, doğru dürüst konuşamadık bile.

Babama uğradım eve gelmeden önce, annemi şikayet ediyor, hiç ilgilenmiyormuş annem onunla. Babamla ilgilenmiyor olan annemse bugün babamın saçlarını yıkamış, tıraş sonrası yüz bakımını yapmış, her tarafını güzelce paklayıp kokularını sürmüş, keyifleri pek yerinde. Yarın hastaneden çıkıp eve dönüyorlar, mutluyuz.

Sabah işyerine uğradım, sınava gireceğim okul şehrin merkezinde, motoru almamayı seçtim, Davut bıraktı okula beni, içeriye alınmayı beklerken farkettim ki A2 almaya gelen herkes gayet rahat motorla gelmiş sınava, ben bugün anladım ki yakalanırım korkusunu boşuboşuna taşıyorum.

Sınav güzel geçti geçmesine de, ilk 45 dakika soruları cevaplamayı bitirsen bile dışarı çıkamama hali çok sıktı beni. Bu duyguyu unutmuşum. Dışarı çıkınca kendimi iyi hissettim. Aşağıdaki fotoğrafı da dışarı çıkınca çektim.

Biraz önce güzel bir çay demledim. Canım hiç yemek yemek istemiyor, belki çayın yanında tuzlu kraker filan atıştırır geçerim. Pirinç hemen yanımda uyku modunda. Makinanın fanından çıkan sıcaklığa dayamış poposunu. Ha şimdi hıçkırık tuttu onu. Geçmez bir beş dakika. Geçen gün Geveze ile konuşuyoruz telefonda. Ona Edirnece öğretiyorum yeri geldikçe, farımak eylemini cümle içinde kullanarak anlattım, bu konuya neden geldim, hıçkırık burada pek kullanılmıyor, hıgıcık deniyor, günün birinde biri "ay bu hıgıcık da geçmedi" derse sana, bil ki o has Edirneli...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Süslü kadının bekleyişi huzursuzdan iyidir

Birazdan Oğuz mutfakta masayı hazırlamış ve hadi diyor olacak. O hadi diyene kadar vaktim var, bir çırpıda anlatayım. Ameliyat çok güzel geçti, babam yarı baygın odasına getirildi. Ne olduğunun pek farkında değildi. "biz ne bekliyoruz burada" diye sordu, ameliyat olduğunun farkında değil tabi, sonra tansiyonunu ölçen hemşire için anneme dönüp "bu hemşire kalp mi çeviriyor " dedi. Annem hepsine gayet güzel cevaplar verdi, kömür var mı sorusuna bile. İkisi de antremanlı. Bu babamın saydık, altıncı ameliyatı.

Böyle günler, böyle anlar yaşamın çok içinde olan şeyler. Hani gerçek anlamda insani. Birini sevmek, birini çok sevmek yanında o kadar çok korkuyu da taşımayı getiriyor.

Babamla ilişkimiz ne zaman bu kadar güzel oldu hatırlamıyorum. Hep böyle şeker şerbet değildik de ne zaman bu kadar yakınlaştık, anımsayamıyorum bak. İletişimimizin göbeğinde birbirimize takılmak var. Ne olursa olsun bir konu bulup atışabiliyoruz, ikimizde de o enerji var, bu iletişimin bir yanı ise anneme sataşmak ve onu dışlamak. Bugün bir ara " İyi ki sen benim babamsın, iyi ki başkası benim babam olmamış" dedim. Ama duygusallığa makyaj gerek. Anneme dönüp "Yapacak bir şey yok bu kadın da annem olmuş, bunu alın başka anne verin diyemem bu saatten sonra" dedim. Babam kah kah kah tabi. Böyle takılmalarıma çok alışıklar. Ameliyattan önce hastaneden biran önce çık da bana bu store perdelerden al dedim durdum. Bu yaşına geldin isteklerin hiç bitmiyor dedi durdu. Ama ameliyattan çıkıp odaya gelmesinin 5. dakikasında o kafa karışıklığında bana şimdi gidip perde alıcam dedi. Annemse nasıl acaip bir görsen. Bugün ben koridorlarda kah adımlarımı kah çizgilerimi sayarken ve kıvranırken annem ne yaptı? Banyoda saçlarını yıkadı, üzerini değiştirdi, rujunu da sürdü. Baban sevmez öyle bakımsız olmamı, gözü gönlü açılsın dedi. Yahu adam ameliyatta, ne ruju, ne süsü. En iyisini o yapıyor elbet. Havası değişip kendini iyiye hazır ediyor. Zaten koridorları dört dönerken zaman bir türlü geçmek bilmiyor...

Oğuz çağırıyor, karnım gurulduyor, galiba artık bir şeyler yemeliyim.

19 Ekim 2010 Salı

21. Kitap : Lawrence Block - Kutsal Bar Kapandığında

Dün akşam buraya uğradım. Amacım şu kitabı yazıp kaçıp gitmekti, sonra Berceste ve Ali Bey'den yorumlar vardı, onları yayınladım. Sonra yanıt da yazdım, baktım saat 20.20 olmuş, doktora gitmemiz gerekiyor, Babamın ameliyatını yapacak olan doktor geçen hafta kardiyolojiye yönlendirmişti bizi. Kendisi 6 yıl önce bypass ameliyatı olmuştu da, şu anki durum nedir ve ameliyat edilebilir mi? işte bunun araştırmasını yaptılar, sonuç orta risk, yani ameliyat edilebilir.

Kitap hakkında yazamadan evden çıktım, doktor ile görüşmemizi yaptık, sabah hastaneye yatış yapılacak.
Ha ne diyordum, kitap. Akşam eve motorla gelemedim, nasıl yağmur nasıl yağmur anlatamam, motoru depoda bıraktım. Eve Yasemin bıraktı. Annemler bir haftadır bizimle kalıyor ya, evde harika yemekler var, Oğuz geç gelecek belli ki, aç değilim, hemen çalışma odasına koştum, amacım haftalardır elimde sürünen bu kitabı bitirmek. Bunu resmen kendime iş edindim. Babam haberleri izliyor. Annem hastane valizini hazırlıyor. Kitap ha bitti ha bitecek.

Bütün bunlar olurken gözüm kitaplarda. Ne okusam ne okusam. Endişeli Peri Dostoyevski okuyor, nasıl özeniyorum anlatamam. Ama yok, hem iyi bir çevirisini bulmam hem de şu ameliyat faslını atlatmam lazım. Ayrıca yeni bir kitap almak yerine elimdeki stokları eritmeyi diliyorum.

Kutsal Bar Kapandığında nasıldı peki? Eh. Demek Lawrence Block yaz günleri için idealmiş de, şimdi yeni bir alana geçmek lazım.

Şimdi ben en iyisi gidip ne okuyacağıma karar vereyim.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Life's a journey not a destination*

Çok çok sevdiğim birini geceyarısı çok uzaklara uğurladım. Güney yarımküreye indiğine dair haberi ise biraz önce aldım. Gidişine ağladım, ama sevindim de, sonra biraz buruldum, çokça üzüldüm ve sonra yine ağladım. Dün akşam havalimanında uçağını beklerken şunu söylüyordu, "Life's a journey not a destination".

İstanbul'a adımımı atıp Kadıköy'de sinemaya ilk onunla gittim, ilk içkilerimi onunla yuvarladım, eh biraz daha geriye gidiyorum, ilk commodore 64 oyunumu onunla oynadım, daha epeyce sayabilirim de, saymayayım, üzülüyorum.

Kişisel tarihimde bilincimin uyanmaya çalıştığı bir çok evrenin tanığı oldu bu adam. Ha uzakta olduğu için tüm bunlar değişmeyecek, sadece bir sonraki yüzyüze görüşmemiz için daha çok var. Belki de yıllar... Kimbilir.

Benden giderayak bir talepte bulunup, Nine müzikalini izlememi ve buraya yazmamı istedi. Yazacağım. Söz.

* Aerosmith'in bir parçası.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Gerçeklik, Güven ve Babişin ameliyatı üzerine sayıklamalar

Bir süredir fırsat buldukça House izliyoruz, henüz 3. sezonu bile bitiremedik. Araya başka diziler girdi, elimizdeki bölümleri bitirip yenilerini alana dek Fringe ile paralel evrenin varlığına inanır gibi olduk, sonra yine House'un gerçekliğine döndük diyeceğim ama bu dizide de ne hastalar ne de hastalıklar gerçeğe yakın. Bizi peşinden bu derece coşkulu sürükleyip götürenlerin çekici olmalarının altında gerçeklikten uzak olmaları yatıyor olabilir, dur şimdi bak burada iki konu var zihnimi yakalayan. Biri gerçeklikten yeterince usanmış haldeyken gerçek nedir sorusu, bir diğeri ise "altında bir şey arama" serüvenimiz. Sanki nasıl desem böyle olunca gerçek hep altlara itilmiş gibi duruyor, görünen değil de gösterilmeyen, olan değil de olmamış gibi davranılan...

House'un bölümlerini izlerken doktor hasta ilişkilerini sorgular buluyoruz ya bazen kendimizi. House'un umurunda olmadığını gözlemliyoruz elbet, hasta ona güvenmiş mi güvenmemiş mi, peh. Ama hasta tabi yusuf yusuf, güvenmek istiyor sonra vazgeçiyor, gitmek istiyor, testlere bir dur diyesi geliyor. House'un tuzu kuru. Hasta doktor ilişkisinde güven, dizilerde bile evet önemli. Babam altı aydır doktor doktor dolaşıp nihayet güvenebileceği bir doktor ile dün akşam karşılaştı. Tüm aile babamdan yana dertliyiz. Nasılsın demiyoruz da, bacağın nasıl diyoruz ya da bazen yüzüne bakarak anlıyoruz. Ağrı atakları gelip gitmişse babamın değme keyfine. İşte dün akşam görüştüğümüz doktor diğerlerinden farklı bir tanı koymadı aslında babama, yine konumuz femur başında nekrozumsu durum. İnsan yaşlandıkça hastalıkları da afilli ve karmaşık oluyor. Bizim babiş nihayet ameliyat konusunda birine güvendi. Önümüzdeki hafta çarşamba günü ameliyatını olacak. Rahatlayacağız. Güven önemli, en az gerçeklik kadar.

12 Ekim 2010 Salı

8 Ekim 2010 Cuma

Aşka Sam Toft Bakışı

Üzerime gelip yerleşen düzenleme sevdasını başımdan savmaya çalışırken elim bilgisayarımdaki klasörlere de bulaştı. Karşıma Sam Toft çıktı. Bir sanatçının bir karakteri zaman döngüsünün içine çekip evirmesi, çevirmesi, karakterin yaşamaya devam etmesi hoşuma gidiyor. Belki sırf bu yüzden buraya alıp duruyorum.

Aşağıda gördüğüm şey aşkın yalın hali. Sakin, basit, her ne olursa olsun hep yanyana, omuzomuza, hep sıcacık, hep içiçe.  Kimi yağmurlu, kimi karlı, kimi rüzgarlı... Mustard ve sevgilisi için Doris, bizim için Pirinç, sevgili Heidi için Sıdıka ile Sonya.. İşte onlar aşkın yanıbaşında bizim biricik izleyicilerimiz...









5 Ekim 2010 Salı

Karenin güzelliği

Kimi sabah keşke daha erken uyansaydım da kahvaltı hazırlasaydım diyorum, bunu dedikten sonra cümlem şu şekilde devam ediyor. Yarın sabah erken uyanacağım. Uyanamıyorum tabi. Yine evden kahvaltısız çıkıyoruz. Oysa ıskalamadığım tek öğün o. İş yerinde yapılan kahvaltı çok yavan. Çok özelliksiz. Şöyle peynirin üzerine kıpkırmızı bir vişne topunu oturtamadıktan, reçelin yavaş yavaş akışını gözleyemedikten sonra, hıh... Kimi akşamlar kahvaltıya özlemi gidermek için kahvaltı sofraları hazır ediyoruz. Pazar sabahkilerden çok daha iştahlı geçiyor üstelik. Geçtiğimiz pazar Oğuz ile birlikte kahvaltı edemedik. Gelen telefonla evden çıkıp işi ile ilgilenmek zorunda kaldı. Apar topar çıktığı için ayaküstü bir bardak çay içebildi. Tam kapıdan çıkmak üzereydi, bir dilim ekmeği zorla eline tutuşturdum. İtiraz edemedi peynirli dilime. Tek başına yapılan kahvaltının da tadı yok. Hiç istekli değilim. Zorlayarak özensiz yaptım pazar kahvaltımı. Sonra da düşündüm, tek başına olanlar, yemeklerini tek başına yemek zorunda olanlar çok zayıf olmalı. İştah sanki ancak en az iki kişi olunca gelirmiş gibi. Sonra sonra idrak ettim, iştahımı kesen alışkanlıkların değişmesi, her şeyin olmasını istediğin gibi gerçekleşmemesi. Kimi insanlar evliliğin dezavantajı olarak alışkanlığı sıralıyor ilk başta. Oysa belki en başlıca avantajı bu, en azından benim için. Ve elbette entelektüel yalnızlıklar var. Korkak savaşçılar. Yok yok o konuya girmeyeceğim. Konuyu kare tosta getirmeye çalışıyorum aslında.

Panik atak bizim evimizi ilk ziyaret ettiğinde kalbim 147 atıyordu. Oğuz ekranda 147 sayısının ona göre uzun süre değişmediğini söyler. Ben titriyordum ve elbette ekranı göremiyordum. İlk atağı ve ondan sonraki birkaç tanesini savuşturduktan sonra yemek yiyemez oldum. Çünkü yediklerimin tıpkı bir pelikan gibi çenemin altında biriktiği düşüncesini savunuyordum. İlk bir ay böyle atlatıldıktan ve türlü testler yapılıp sorunun paniksel bir durum olduğu anlaşıldıktan sonra verilen ilaçlar sayesinde sadece uyumaya başladım. Ve tek besin kaynağı o günlerde kare tost oldu benim için. Şimdi detaya girip can sıkmaya hiç niyetim yok, geldi geçti gitti ve o günlerden bize kare tost kalıverdi. Oğuz misal azıcık iştahsız olduğumu, yemeklerden uzaklaştığımı sezinlese baş kurtarıcı olarak kare tosta sığınıveriyor.

Akşam üzeri annemle konuşuyoruz telefonda. "Patatesli bir şeyler yapıyorum, Oğuz sever, gel al istersen" diyor. Bugünki havanın kasvetinden bana taşan karamsarlıkla yok dedim. Oğuz belki bir patatese bir de kare tosta hayır demez, patatesi çok sevdiği, tostu en zor günlerimizin baş kurtarıcısı olarak gördüğü için. Bu akşamın yemeğini biz böyle atlattık. Daha sonra farkettim de yemek konusunda kimi zaman gereğinden fazla bencilim ve bu bencillik itiraf edilince de hafiflemiyor üstelik...

3 Ekim 2010 Pazar

Soru ve Cevap Ritüelleri

Ve en son olarak da sordu ressama. Resim hangisidir size göre, tuvale akseden rüya mı, kuralları her an değişen, fakat dönüşsüz, dürüst ve ciddi bir oyun mu?
Ve ressam cevap verdi. “evet, dürüst ve ciddi bir oyun.”
Bu kısacık yanıtla sonlandı konuşma.

Röportajın bu kısmı biraz daha fazla şansa ihtiyaç duyuyor. Okunmak, yeniden yapılanmak ve anlaşılmak adına. Bu süreç yaşanmalı. Bir şekilde... Ama bir susmak istiyorum, bir konuşmak. Uzun uzun susmak. Hayır, uzun uzun konuşmak. İkisinde de başarısızım. Üçüncü tekil kişiyim. Üçüncü tekil kişiliğimle bir de utanmadan sahneye çıkmış oynuyorum. Ee öyleyse ciddiyim...

Neydi en son sorulan ressama? Resim hangisidir size göre? Hangi! Evet evet. Bizim o bildiğimiz hangi. Hani büyük bir aşkla bağlı olduğumuz soru imi. Kopar koparabilirsen. Bazen sırf onun yüzünden sorular başka türlüsüne kısır ve kapalı. Elimizden gelmediğinden değil. Seçmeyi, seçilmeyi, seçtirmeyi sevişimiz de var bir türlü vazgeçemediğimiz. Özellikle sorarken, cevaplayanı iki, bilemedin üç uç arasına sıkıştıran soruları sorarken, ya sormazdan gelmek yani hiç sormamayı seçmek ya da üzerinde çok düşünmek gerek. Düşünürken kişiye yaklaşmak, çok yaklaşmak, belki de içine girebilecek kadar ona yakın düşmek ve düşülen yeri betimlemek gerek. Cesaret işi. Yürekli olmak gerek. Verilecek, vermek istenebilecek cevapla hiç ilgisi olmayan iki, bilemedin üç ucu sunma ihtimalinin soran kişi tarafından göze alınması gerek. Risk almaya değmiş ki, soru işareti. Hangisidir size göre resim? Tuvale akseden rüya mı? Kuralları her an değişen, fakat dönüşsüz, dürüst ve ciddi bir oyun mu?

Ucu bucağı olmayan yanıtlar alınabilir bir konu; Resim! Ama yine de özgürlüğü olmayan sorular eşliğinde sormak, yanıt beklemek ve öğrenmek hevesi içindeyiz ki sorma gitsin. Ben kim miyim? Biraz önce dedim ya, üçüncü tekil kişiyim. Yani elçiyim. Yabancı topraklar üzerine izinsiz ayak basmanın denemesindeyim.

Ve yanıtladı ressam.“Evet, dürüst ve ciddi bir oyun.” Bir çırpıda yaptı seçimini. Yanıt, böylesi çok seçmeli soruların tuzaklarıyla yıkandı bir güzel. Çoğu zaman tıkır tıkır işleyen bu sistem, bu nedenle rahat ve güvenilir. Hem ne de olsa söz konusu olan resim, cevabı verenin. Ve elbette tuvalinde raksedenlerin düş aksı olup olmadığını en çok kim bilebilir? O. Duymadığımız diğer tüm yanıtlar sanatçının yapıtlarında. Onları da kalkıp, gidip, görmek gerek. Yakından. Açıları değiştirip değiştirip görmek gerek. Yollara düşmek, çeşitli araçlarla haşır ve neşir olmak gerek. Kısacası çaba sarfetmek gerek. Eğer galerinin girişinde güvenlik görevlileri varsa çantaların bir bir açılıp sergilenmesi gerek, her şeyi göstermek, göstermek, göstermek gerek. İşte bu yüzden, ressamın cevabında neden yeni bir şıkkın doğumuna izin vermediğini sorgulamak, onun kendi kurduğu tanımlarda soluklanmayı dilemek faydasız. Kaldı ki yeni bir şıkkın doğurtulmaması da bir bakıma soran kişilerce susmanın billinmesi işi. Cesaret işi. Gizlenilmeyi isteme işi. Anlatmayı-anlatmamayı, anlatırken anlaşılmamayı da göze alma ya da nasıl demeli göz boyama işi. Üstelik şirret bir röportörün eline düşen ressam çıldırabilir. Yapıtların nüvesine yerleşen rüyalar hiç mi olmaz? Ya da oyunlarınız ciddi midir hep? Peki ya dişlerinizi fırçalarken ayna karşısındaki halinizi ne kadar ciddi bulursunuz? Ya da gömleğinizi ütülerken? Ya da tüm bunları en son ne zaman bir oyuna dönüştürmeyi başarabildiniz? Oyuna dönüştürdükçe mi iş ciddiye bindi? Rüyalar hiç mi ciddi olmaz? Rüyalarımız hayatımızın başlıca oyun alanları değil midir? Ama samimi olarak oynadığınız oyunlarda samimi olarak ne kadar kendi dilinize kendinizi getirebildiniz? Eee... Hangisi...

28 Eylül 2010 Salı

Yaşıyor muyum?

Bir adam tanırdım bir zamanlar, yazı dili öyle keskin, öyle sivri ve öylesi incitmeye yönelikti ki neye uğradığını anlayamaz şaşar kalırdı insan. Söylemek istediği şey özellikle yazı dilinde olunca daha ağır bir etki yaratırdı. Sanki işin içine ses girse o kadar yaralayıcı olmayacak söyledikleri. Yazarken insan yazdıklarına ton veremiyor. O adam, belki biraz olsun bu etkiyi hafifletme isteği ile yazdığı o hınç dolu cümlelerin sonuna gülücük konduruverirdi. Ben işte en çok o sona konan gülücüklere sinir olurdum, sonra sonra okuma edimlerimde merhamet emaresi olarak konulduğunu hissettiğim gönül almaya yarayan gülücüklere hiç tav olmadım. Hani karşımdaki kişi bıçağı kınından çıkardıysa şayet, hani göze alabilmişse bunu ve üstelik tenime değdirmişse ucunu bıçağın, başladığı işi yarım bırakmasın isterim, bütün öfke saçılsın ortalığa, o bıçak şöyle bir varlığını hissettirsin üzerimde, hissettirsin ki üzerinde tarafsızca düşünebileyim.

Oysa ki eleştirinin can yakmayanlarına da rastlıyorum, kestirip atılmadan gerçekleşenlerine de.. Baştan savmadan, üstün körü olmaksızın, üzerinde düşünerek, tartarak, kimi zaman kendine, kimi zaman karşındakine hak vererek. Tüm bunlar çok hassas konular. Derinlik isteyen yolculuklar.

Geçenlerde Janis'in msn iletisi ilişti gözüme, "Eğer son birkaç yılda önemli bir fikrinizi değiştirip yenisini edinemediyseniz hemen nabzınızı kontrol edin. Ölmüş olabilirsiniz."
Durdum düşündüm yaşadığıma karar verdim.

24 Eylül 2010 Cuma

Neler Oluyor

Aslına bakalım. Sanki düşüncelerimi askıya aldım. Havalar da serinledi ya, üzerimde bir uyku hali. Derinleştiğim bir konu da yok bak, Pazar gününden bu yana eve gelip yemek yedikten sonra Roma'nın karşısına geçiyor, Sezar ile yatıp Pompey Magnus ile kalkıyoruz ve fettan Atia ile çileden çıkıyoruz.

Bu durum kitap okumalarımı etkiledi elbet, tek yaprak çevirmiyorum, geçer diye düşünerek şimdilik can sıkıntısı da taşımıyorum. İnsan istediği şeyi istediği zaman yapamadıktan sonra...

Sezen "bir şeye bulaştınız mı bokunu çıkarıyorsunuz" diye söylenirdi. Bir dönem sadece puzzle, başka bir dönem sadece kitap, bir dönem sadece film, şimdi diziler. Elimizde House'un bölümleri kalmadığı için Roma'ya başlamış bulunduk. Diyorum ya dur bakalım. Bu da nasılsa geçer. Tüm bunlar dışında hayat akıp geçerken çok önemli bişey yok.

Uzun zamandır üşendiğim için yapmadığım bir eylemi geçen cumartesi gerçekleştirdim. Duvar projem için fotoğraflarımı bastırdım ve çerçeveciye götürdüm. Geveze sanırım en çok sen sevinirsin bu işe. Bir dönem noldu senin duvar projesi deyip duruyordun. Demek o kadar da atalet çökmemiş üzerime. Geriye çerçeveciden fotoğraflarımı almak ve duvara asmak kalıyor. Ama bu diğerinin yanında gerçekten çok çok basit bir eylem, ben duvar projesini bitmiş sayıyorum.

Bu arada dün akşam izlediğimiz bölümde Pompey Magnus talihsiz şekilde deniz kıyısında yaşama veda etti, sabah bunu düşünerek girdim işyerine, yüzüm asık, noldu diye sorulsa o an, şak diye pompey öldü daha ne olsun diyeceğim. Bihter öldükten sonra 52 sinde yasin okuyanları yine tam olarak anlamasam da anlamaya yakın bir yerlerde olduğumu sezinliyorum. Evet galiba deliriyorum.

21 Eylül 2010 Salı

Yollarda



Pazar sabahı depomuzu doldurduk sonra kuzeni ziyarete gittik. Bu bizim ilk uzun yolumuz oldu. Açık havada kahvaltımızı yaptık, bol oksijen kaynaklı uyku halini yaşadık, sonra yine kurtlar gibi acıktık, yeşil domates yemeği yedik. Neşeliydik, keyifliydik, özgür gibiydik. Fotoğrafları ben çekmedim, motoru kullanıyorum ya, Kelkedi aldı o görevi. Bence çok da iyi iş çıkardı. Aferin ona.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Hormonlar geldi hoş geldi

Kadın olmak zor diyeceğim ama çok klişe duracak bu giriş. Zavallı beynimin içindekileri derleyip toplamaya çalışırsam başarısız olurum korkusu var, nasıl bir cümle ile devam edebilirim bu yazıya, hormonlar desem. Evet bokumuza bile karışan hormonlar. Ne yapsak arkasında onlar var. Düşün bak, mesela geçenlerde markette kasiyer kıza çok yavaş davrandığı için attığın o feci bakışın arkasında hormonlarından başka ne var sanıyorsun ki.

Bu hormon düşmanı, benim çeneme vuruyor en çok. Normal zamanda susup geçebileceğim şeylere karşı elbette susmuyorum, hormon dilimi bıçak gibi biliyor -elbette pms döneminde-, sonra bir bakmışım pabuç benzetmesi gelip dilime yapışıyor.

Bayramlarla aram hiç hoş değil benim. Sosyalliğe yakın olan karakterim bayram günlerinde birdenbire asosyal oluveriyor, üstüne bir de pms eklenince çifte kavrulmuş pabuç dilli asosyal çello karşınızda gururla sunar oluveriyorum.

Durduk yerde laf sokmaya çalışan insanlardan hiç hoşlanmıyorum. "Elimi öpmeye hiç gelmiyorsunuz" diye serzeniş içerikli mızırdanmalardan kaçabildiğim kadar kaçıyorum ama bir yere kadar, sonra o yırtık çello çıkıp "evde duruyor musunuz ki gelip elinizi öpelim" deyiveriyor ve sonra konu münakaşaya dönüyor, bir sonraki saldırı "E sen kandillerde de aramıyorsun hiç bizi". Şimdi bu cümle ile beynimde şimşek çakıyor, yahu ben senin inandığın dine dahil değilim anla işte bunu, bırak beni bu halimle, kendi inançsızlığımla boğulayım demek istiyorum, aslında mesele inanmamam da değil, ben senle kandillerde samimiyetsiz konuşmalar yapmak zorunda mıyım? demek istiyorum, Hayır değilim. Susuyorum susuyorum susuyorum sonra işte bir yerde patlıyorum.

Elimden geldiğince Şeker Bayramı dedim. Ramazan Bayramı diyenleri de kibar şekilde "Şeker Bayramı" olarak düzelttim. Bu konuda uslu durdum, kimseyi kırmadım. Neyse...

Ben aslında güzel bir tatil geçirdim, son günü saymazsam. Akşam işyerinden bir arkadaşımın düğünü vardı, yüzüm elbette asık. Düğünlerden de hoşlanmıyorum bak. Zorunluluklar gerçekten çok sıkıcı. Düğündeyken TV karşısında olanlara telefonla bağlanıyoruz, referandum sonuçları geliyor yavaş yavaş, yüzler yine asık. Sonra aklımız basketbol maçında, Oğuz Janis'i arıyor, maç skorunu öğrenmek için. Ara ara haberler geliyor, Hido kavga etmiş, oyundan çıkarılmış, yok yok yeniden alınmış... Böyle geçiyor ilk yarı, sonra düğünden sıvışıp kendimizi gördüğümüz ilk bara atıyoruz, televizyonun sesi sonuna kadar açık, maçı izliyoruz. Yok yok canımızı sıkacak çok şey var, basketbol maçının yenilgisine üzülmüyoruz, ne de olsa dün çok daha büyük yenilgiler aldık. Geçmişler olsun.

1 Eylül 2010 Çarşamba

17 - 20. Kitaplar

17. Kitap
Alper Canıgüz / Tatlı Rüyalar

Bu kitapla nasıl tanıştım?
2000 yılının yaz mevsimi. Çok sıcak bir yaz olduğunu anımsıyorum, o günlerde oramdan buramdan terler akarak atmosferi hiç de fena olmayan o cafede çalışırken ve 2. katta merdivenleri çıkınca hemen sağdaki ilk masaya servis yaparken masanın üzerinde duran 3-4 kitap arasından ilgimi çekiverdi. Psiko-absürd romantik komedi. Ama kapağındaki çizgilere daha bir bayıldım. Masada oturan beyefendi ile de gelip gittikçe minik minik söyleşiyoruz, kitaplar, fotoğraf gibi konular üzerine dönüp duruyor sohbet, ben yakın bir zamanda o cafede çalışmayı bırakıp bir fotoğrafçının asistanı olarak işe başlayacağımı söylüyorum, çok heyecanlıyım, çok sevinçliyim, havalara uçuyorum, bir sünger gibi her şeyi içime çekiyorum, çok umutluyum, yaşam beni bekliyor tadındayım, henüz bazı heveslerim örselenmemiş, bembeyaz, pırıl pırıl ya da rengarenk…
Gecenin sonunda merdivenlerden çıkınca sağdaki masaya hesabı götürüyorum ve kasaya dönerken elimde bu kitap var, imzalanmış, tarih 24 ağustos 2000. O günden aklımda Alper Canıgüz’e ait kalan fotoğrafın içinde ince düşünceli, sakin duruşlu, güleç yüzlü bir adam var.

“Hayattan geri ne kalır, niye kalır kim bilir? Belki de böyle olmasa ne bu kitap ne de hayat bu kadar tatlı bir rüya olurdu…”

İmzanın bir kısmında bu cümle yeralıyor. Ha diyeceksin ki sen o ince düşünceli bulduğun adamın imzaladığı kitabı bugüne kadar yoksa okumadın mı? Evet. Okumadım. Olmadı işte, sıra mı gelmedi, ruh halim mi elvermedi, yok yok başlamış ama araya ne girdiyse bırakmıştım, elime aldığım, beğendiğim ama elimde olmayan sebeplerle yarım bıraktığım kitaplar da biraz küsüyor sanki bana, elime koşa koşa gelmiyorlar. Neyse yine bir Ağustos ayında ve en az 2000 yılınınki kadar sıcak günlerde elime aldım ve bir çırpıda yutuverdim. Hem kendime çok kızdım neden bu kadar erteledim diye, hem harika iş çıkarmış dedim, hem kitabın benle barışmasına çok sevindim.. hem ilk fırsatta yeni bir Alper Canıgüz kitabı edinelim dedim hem… hem…

18 ve 19. kitaplar

Bir Matthew Scudder Polisiyesi / Lawrence Block
Ölümün Ortasında ve Buz kıracağı Cinayetleri

Bay Scudder öyle çok ilginç bir kişilik değil ama harika bir burnu var, çok iyi koku alıyor ve cinayetleri biraz uğraşsa da şıp diye çözüveriyor, alkolik olduğunu kabul etmeyen alkoliklerden(Oğuz bu fikrimin daha sonra değişeceğini söylüyor), görevinden istifa etmiş eski bir polis memuru, eşinden boşanmış, iki oğlu var, böyle dışarıdan bakınca kaybetmiş gibi, ah bir de polisiyelerin sanırım olmazsa olmazı burbon seviyor. Neyse ana karakterimiz bu şekilde. Şimdilik iki kitabını bitirdim. Üçüncüsü elimde, ne yalan söyleyeyim ki çok heyecanlı.


20. Kitap
Selim İleri / Oburcuk Mutfakta

Ah nasıl anlatmalı ki bu kitabı, zor ve kesinlikle başarabileceğim bir şey değil, teknik konulardan başlamayı deniyorum. Kitap üç farklı kitabın bir araya toplanmış hali. Neymiş bunlar? Evimizin Tek Istakozu, Oburcuğun Edebiyat Kitabı ve Rüyamdaki Sofralar. Ortak özellikleri yemek ve yemek kültürü. Yemek ile ilintili akla gelebilecek bir çok şeyin Selim İleri’nin anılarında nerede ve nasıl durduğunu okuyoruz bu kitapta, misal akide şekeri, misal maydanoz, erişte, salep, karabiber, enginar, mazide kalmış ev yapımı şuruplar…

Okudukça Selim İleri’nin anılarına, anılarındaki en ufak kırıntılara nasıl da özenle sahip çıktığına tanık oldum, kendisine bir kez daha hayran kaldım.

Mutfakla, yemekle ilgisi olmayanlar, seçimini özensiz hazırlanan yemeklerden yana kullananlar, ayaküstü karnını doyurup ruhunu aç bırakanlar için değil bu kitap. O yüzden bir yemek daveti vermeden günler önce başlayan koşturmalar, bir türlü ne pişirileceğine karar verilemeyen ziyafetler ve öncesinde yaşanan telaşlar ve kitaba taşan anılar bir yerde kendilerine anlamsız gelebilir. Diyeceksin ki sen çok mu farklısın? Evet değilim ama o sofraların zarafetine de özenmiyor değilim. Neticede çok keyifle okudum, ölçekler içermeyen yemek tariflerinde hiç sıkılmadım, bir çok anıyı yanımda taşıdım, şurup kokularına bulandım, reçellerle savruldum, Hindistan cevizi ile kahkahalara boğuldum, Müzeyyen Senar’ lı yemek ile hüzünlendim, kitaptan çok ama çok etkilendim. Anılar böylesi güzel taşınınca, insanın haliyle alıp baş tacı yapası geliyor…

31 Ağustos 2010 Salı

Bir yaz tatili gelip geçer Çello'nun başından

Gidiyorum bile diyemedim buradan, yok yok apar topar çıkılan bir tatil değildi aslında. Bu yaz Oğuz ile ayrı ayrı noktalarda geçirmek zorunda kaldık tatil günlerimizi, O Güzelçamlı'ya (Kuşadası) ailesini görmeye gitti, ben yeğenler ve kuzenlerle Güzelyalı'ya (Çanakkale). Benim için Oğuz'un yokluğu dışında her şey tastamamdı, dinlendim, yüzdüm, okudum, bazen kılımı bile kıpırdatmadım, tüm kaslarımın gevşediğini hissettim, tatil zaten biraz da böyle bir şey değil mi? Gelince iki gün süren depresyonumu da yaşayarak tatil sürecimi tamamladım.

Bir yere giderken ille de birşeyler unutulur ya, fotoğraf makinemin şarj cihazını unuttarak ritüeli tamamladım. Yanımda getirdiğim pil neredeyse minimumda çıktı. İşte bu şartlarda aşağıdaki fotoğrafları çekebildim.

Çanakkale'ye geçmek için feribot bekliyoruz.

Bir yaz günü çocukların birbirlerini denize atma yarışına gülümsüyorum.



Kitap okumak için ne şahane bir yer seçimi. Ne zaman okuyan birini görsem içimi tarifsiz bir duygu kaplıyor, hele de bu bir çocuksa...



Karşıda tontiş kolları olan kişi annem, her sabah uzun süren kahvaltıların ardından uzun süren kahve sohbetleri yaptık birlikte.

Bu motorun yanından her gün geçtim, motor 50 cc lik Honda ama üzerindeki yazıya her defasında çok güldüm, neden böyle yazıldığını da kimseye soramadım.



Yanımda okumak için Selim İleri'nin Oburcuk Mutfakta kitabını aldım, nefisti... Kızılcık şerbetlerinden, menekşe şuruplarına, sahlep gecelerinden sofra sohbetlerine leziz bir anı kitabı okudum...





Burası Vahit'in Yeri, Ayazma Plajı, Bozcaada.
Bir sabah atladık arabalara, Güzelyalı'dan yola çıktık. Sırasıyla Yenimahalle, Taştepe, Pınarbaşı, Mahmudiye, Üvecik, Kumburun, Çamoba köylerinden geçip Geyikli'ye vardık ve feribota atladık. Sanıyorum 25 dakikalık bir yolculuk sonrası Bozcaada'daydık.



Vahit'in Yeri'nde yedik içtik, plaja inip denize girdik. Denizde balıklarla birlikte yüzdük, hiç ama hiç denizaltındaki canlılarla bu derece yakın yüzmemiştim, şnorkel kullandım, dakikalarca balıkları izledim, su harikaydı...

Muhteşem Bozcaada sokakları...



Bilenler bilir son dönemde sandalyelere düşkündüm, fotoğraflarını çekip duruyordum, bunları görünce nefesim kesildi... Çok heyecanlandım.


İşte o an siesta yapan bir dükkanın önü, sandalyaler yine harika... Mavinin yanındaki koyu renkli olanın sırt kısmında Aşk yazıyor ...

O sandalyenin neden orada olduğunu öğrenemedim.






Burası Rengigül Sanat Galerisinin önü. Pınar Akarsu'nun suluboya resim sergisi var içeride, harika bir müzik sokağa yayılıyor, kim diye soruyorum, kağıda yazıp elime tutuşturuyor galeridekiler, "Placido Domingo - The Tenors". Sokağın dokusu, resim, uyuklayan kedi, Domingo'nun sesi, rüyada gibiyim...

Ah şimdi gel de burada bir kadehcik rakıyı tokuşturma sevdiğin biriyle.





Oğuz; Belki gelecek yaz, bu turkuaz -beyaz masalarda seninle birlikte oturabiliriz. Tek eksik dediğim gibi buydu benim için, gerisi rüya gibiydi işte...