1 Ağustos 2013 Perşembe

Neler neler...

Ne Okudum?
Harika bir Alper Canıgüz romanı okudum. Bir oturuşta lıkır lıkır gitti. Alper Kamu edebiyatın nadide karakterlerinden biri olmuş haberim yokmuş. Kendisi 5 yaşında ama babasıyla rakı içiyor, bir cinayeti çözmeyi başarıyor, insanlığın doğasını, pisliklerini, yaşamın gerçek olmayan pembe yalanlarını eline almış top gibi oynuyor, üstelik bunu lafı hiç dolandırmadan, dan dan diye yapıyor. "hadi canım 5 yaşında bir çocuk bunları yapabilir mi?" düşüncesi ile okunabilecek bir kitap değil, o bakış açısıyla spiderman nasıl izlenemezse bu da aynı hesap...

Çok kolay kolay kitap önermiyorum çevremdekilere, önereceğim kitabı sanki ben yazmışım da, beğenmezlerse vakitlerini benim yüzümden boşa harcayacaklar korkusu taşıyorum, insanlar kitaplarını kendi sezgileri ile bulurlar ya biraz, kokular gelir bir yerlerden ve insan o tarafa yönelir.. Ama bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum.

"Bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. hayat, fazla kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. En akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını kavrarsınız. Aslında hiçbir konuda fikriniz bulunmadığını, aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. Hep gözünüzün önünde durduğu hâlde o güne dek her nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir.

Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. İşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve anlamsızı kılınışının hikâyesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde tanrı'yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutmaması gerekmektedir: hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.

Sevdiğiniz birinin ölümü, örneğin, yüzleşmenizi sağlayabilir kendinize söylediğiniz yalanlarla. ya da ananızdan yediğiniz okkalı bir dayak. Üstelik siz, ananızın canınıza okumak için haklı duygusal gerekçeleri bulunduğuna inanmaya hazırken, içinizi parçalayan onun gözü dönmüşlüğü değil, beyninizi zedelememek için sopayı sadece kollarınıza ve bacaklarınıza indirecek kadar düşünceli davranması olabilir. Nihayet onun elinden kurtulup kendinizi odanıza attığınızda dans eden tozlar dört bir yana dağılır. Onların huzurunu kaçırmak sizi öyle üzer ki, içiniz feci bir dışlanmışlık duygusuyla dolar. Birden gözlerinize yaşlar hücum eder. Bu küçük sevimli yaratıkların sizden korkmasını hazmedemezsiniz. İki saatlik dayak seansına gık demeden katlanan siz, yere kapanıp zırıl zırıl ağlamaya başlarsınız. Sonra bir toz tanesi gelip parmağınızın üzerine konuverir. Usulca oynatırsınız parmağınızı. Hâlâ oradadır. Derken diğerleri ona katılırlar. Yerde yatarken üzerinize toz tanecikleri yağar. Sırt çevirdiğiniz hayat o noktada sizi kucaklarken hıçkırıklarınız fraktal bir dans müziğine dönüşür. 

Bir gün toz zerrecikleri sizi bağrına basarsa, bilin ki ya nirvanaya ulaştınız ya da çıldırdınız. Hangisi olduğuna siz karar vereceksiniz." sy 108


Aslında başka bir kitap daha var bitirdiğim yukarıdaki kitaptan hemen önce. İki kitabın ortak noktası ikisinin de çok can alıcı mektuplarla bitmiş olması. Elimde altı aydır bekleyen bu kitabı okumaya başladığımda Peride Celal'i yeni kaybetmiştik, ben daha önce hiç Peride Celal kitabı okumamıştım, bu kitabı da nasıl sipariş vermişim hiç anımsamıyorum, kendime yeni yazarlar sunma isteği olabilir...

Bir kadının iç hesaplaşması denebilir kısaca. Psikolojik bir iç metin. Uzunca. Kendi kabuğunu kırıp yaşama karışan, ışıksız kalan, sonra yine kendine dönen, sorgulamaları hiç bitmeyen bir kadının hikayesi... 



Şurup ve Çilek

İkisi de büyüyorlar hızla. Çilek'in Türkan Şoray gibi kuralları var, o kurallar dahilinde öpüp seviyor, koklaşıyoruz, Şurup bildiğin çingene. Teklifsizce, görevimizi yerine getirmemiz için fırsatlar veriyor, her yer onun, her isteğini elde edebilir. Mutfak kapımızı kapatıyoruz çünkü henüz masa ve tezgah eğitimini alamadılar, ben Pirinç'e hayır kelimesini bu kadar zor anlatmamıştım sanki. 

Neler yapıyorum? 

Yüzmeye başladım Temmuz ayında. Hafta içi iki gece 21.30 da havuza giriyorum, 1.5 saat kadar havuzda kalıyorum, kas ağrıları ile geri dönüyorum, ama ağzım kulaklarımda. Henüz tatil yapamamanın gerginliğini taşıyorum. Hayatımda beklediğim bazı şeyler var, gelişmeler diyelim, o gelişmelerin gerçekleşmesi için beklediğimi kendime anımsatmayarak, hiç beklemiyormuş gibi yaparak, günü kurtararak geçiriyorum. Panik nöbetlerimle ilgili kullandığım iki ilaçtan bir tanesini doktorumun kontrolünde bıraktım, sigara gibi bir şey bu ilaçlar, yeniden başlar mıyım düşüncesi cebimde dolaştım, ilk ayı "çok zorlanırsam başlarım" diyerek geçirdim ama başlamadım. Çay ve kahvede kullandığım şekeri sıfıra indirgedim, üniversite günlerimde şekersiz içtiğim çaya hangi ara yeniden şeker atmaya başladım anımsamıyorum, Oğuz 10 yıl öncesi için, tanıştığımız dönemde şeker kullanmadığımı anımsıyormuş, şimdi yeniden şekersiz günlere döndüm. Başlamalar usul usul oluyor da, yoksunluklar ele güne duyurularak yapılıyor, yine sigaradaki gibi. Sigarayı da bırakırsam ne güzel olacak, onu diyorum...

23 Haziran 2013 Pazar

Cemil'in Okudukları, dinledikleri, izledikleri, bahsettikleri...


Günün birinde bir kitap kahramanının kitap listesini yapacağım aklımın ucuna gelmezdi. Cemil, "Sinek Isırıklarının Müellifi" kitabının kahramanı. Kitabı okurken birden fazla kitap ismine denk gelince çizmeye başlamıştım, alt alta sıralayınca liste uzunmuş o zaman farkettim, paylaşıyorum...
  1. Ada ya da Arzu - Vladimir Nabokov
  2. Yalnız Bir Avcıdır Yürek - Carson Mcculler
  3. Ayakizlerinde Adımlar - Julio Cortazar
  4. Mırıldandığım Öyküler - Julio Cortazar
  5. İçeriye Bakan Kim - Mehmet Günsur
  6. Gazoz Ağacı - Sabahattin Kudret Aksal
  7. Bodur Minareden Öte - Yusuf Atılgann
  8. Simply Red - A New Flame albümü
  9. Seçme Şiirler - Rene Char
  10. Oktay Rifat'ın "Güve Yenikleri" şiiri
  11. Çamlıca'daki Eniştemiz - Abdülhak Şinasi Hisar
  12. Bir Tren Yolculuğu - Ahmet Hamdi Tanpınar
  13. "Penceredeki Kadın" - Fronçois Truffaut filmi
  14. Franny ve Zooey - J.D. Sallinger
  15. Dalgalar - Virginia Woolf
  16. Rumours - Fleetwood Mac albümü
  17. Otlakçı - Memduh Şevket Esendal 
  18. "Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün" Öyküsü - Dokuz Öykü / J.D. Sallinger
  19. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali
  20. Şafak - Sevgi Soysal
  21. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi - James Joyce
  22. Sensitive Kind - John Mayall parçası
  23. Sinnerman - Sixteen Horsepower yorumu
  24. Sonsuz Günbatımı - Furuğ Ferruhzad 
  25. Kırlardan Geliyorlar - Turgut Uyar şiiri 
  26. Döşeğimde Ölürken - William Faulkner 
  27. Yaz Evi, Daha Sonra - Judith Hermann
Not 1: Kitapta Cemil'in en yakın arkadaşlarından İlhan İki kitaptan bahsetmişti, biri Faulkner'in "Ses ve Öfke" diğeri ise, Elias Cannetti'den "Körleşme".

Not 2: Yazar bir yerde sadece "Dalgalar'ı satır satır ezberlesin" demiş, (15. Madde), Dalgalar isminde arama yaptığımda Necip Fazıl'ın bu isimde bir şiirini buldum, Demir Özlü'nün bir romanı da var bu isimde, ama ben  oyumu Virginia'dan kullanarak listeye aldım.

Not 3:  Sayfa 146'da aynen şöyle bir şey var... 

Cemil’e hayatın bir şölen olduğunu hissettiren şeylerin üstünkörü yapılmış bir listesi:

Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway romanı
John Cheever’ın öyküsünden uyarlama: Yüzücü. Frank Perry yönetmiş, Burt Lancaster oynuyor.
Joshua Logan’ın Piknik filmi. Kim Novak ve William Holden başrollerde.
Seymour Glass: Ah! Edebi bir kahraman.
Charlie Haden ve Carla Bley’den The Ballad of the Fallen: Düşenin dostu olmaz şarkısı, şiiri olur.
Patrice Leconte’un Monsieur Hire filmi. Michel Blanc başrolde.
Ezginin Günlüğü’nün Bahçedeki Sandal albümü.
Mehmet Günsür’ün Hırça Mapası öyküsü.
Ali Osman Coşkun’un resimleri.
Raymond Carver’ın öyküleri, hepsi.
Nazlı’nın Palamutbükü’ne doğru yürürken söylediği Yeşil Ayna türküsü.
Melihat Gülses’ten Kapıldım Gidiyorum.
Pars Tuğlacı’nın Okyanus ansiklopedik sözlüğü.
Wynton Marsalis’in The Majesty of the Blues albümü.
Henri Rousseau’nun resimleri. Gümrükçü Rousseau.
Led Zeppelin’den The Battle of Evermore ve diğerleri.
Italo Calvino’dan Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler.
Julio Cortazar’ın Oyunun Sonu adlı öyküsü. Yani, heykeller ve duruşlar.
Stevie Smith’in El Sallamıyordum, Boğuluyordum adlı şiiri; Cevat Çapan çevirisi.

16 Haziran 2013 Pazar

Konu başlıkları candır...

1- Bu iş böyle olmayacak, en iyisi yazmalı, yazmadığım zaman kitabı alıp gönül rahatlığıyla rafa kaldıramıyorum. Twitter'da Melisa Kesmez'i takip ediyorum, kitaplar hakkındaki önerilerine gözüm kapalı güveniyorum. Melisa, yenilerle aramda bir köprü gibi, yeniye elim çok korkak, üzerine bir iki kelime okumadan alıp vakit kaybetmek istememe hali, üzüleceğime Dosto'ya sığınırım düşüncesi... Bu yıl bir Barış Bıçakçı, bir Mahir Ünsal Eriş, bir Onur Caymaz... Üçü de şahane... Yeniler gümbür gümbür geliyor... Hem meydanlara, hem yayınevlerine...

Okurken bir yazarın ilk kitabı olduğunu hissettiğim anlar olmasını bir yere koyarsak, çok naif bir adamın eline düşmüş kelimeler, bu adam gece siyahlarını giyip son ses müzik çalan bir bara gidip sarhoş olmazmış da sanki gündüz vakti, çay bahçesine oturup çayını yudumlayıp gölgede kah başını öne eğip gazetesini okur kah geleni geçeni izlermiş gibi... Yokluğu iğdiş edip edebiyat yapmaya çalışmaktansa taşrada olup biteni var ederek yazmış dedim kitap bittiğinde. İyi ki okudum... Mahir'in evi bana iyi geldi...




2- Gökyüzü Sineması... Kaybetmiş insanların bilet alıp oturdukları bir sokak...Sandalyeler bel ağırtan cinsten.. İki cansıkıcı öykü, yolları kesişen iki insan, Muhsin ve Ferhat. Yani çok şenlikli değil bu sinema. Hüzün kokuyor.
Onur Caymaz'ın duruşunu seviyorum. İdeolojik söylemlerini, keskinliğini ve bu iki uzun öyküsünde dile getirdiği gerçekleri ... Özellikle ilk öykü su gibi, lıkır lıkır, zorlamayan bir dil, bizden biri. Her iki öyküyü daha önceki kitaplarında yayınlamış, şimdi, yıllar sonra ikisini alıp sevip okşayarak yanyana almış, okumaya susadığım günlerde bana çok iyi gelen bu adamı henüz tanımadıysan bu iki novella Onur Caymaz için iyi bir başlangıç..




3- Kitabı bitirdiğimde "Cemil'i yolda görsem tanırım" dedim. Böyle dediğimde, o kitabı sevmiş oluyorum, Cemil bana Zebercet'i de anımsattı, C.'yi de. Yani ister istemez yakında yine Yusuf Atılgan okumalıyım hissi ile bitirdim kitabı. Dili gayet oyunbazmış Barış Bıçakçı'nın. Kıvrak zekasına hayran oldum, dönüp tekrar tekrar okumak isteyeceğim bir kitap olduğunu düşünüyorum.

"Askerler babamı almak için geldiklerinde annemin Burda dergilerinin model paftalarını gizli planlarmış gibi dikkatle incelemişler, ne olduğunu anlamadıkları için de oracıkta paramparça etmişlerdi. Askerler çok az şey biliyorlardı, bilmedikleri şeyden korkuyor, yok etmek istiyorlardı. Biz askerlerden daha çok şey biliyorduk ve biz de bildiğimiz dünyanın bir an önce yıkılıp gitmesini istiyorduk" sy. 71

Elimde henüz başlamadığım "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" var, okuyup Seyfi Teoman'ı da anmak istiyorum. 



4- Canım Tante Canım Rosa.. Yalan yok, yıllardır ukte olan bir yazarı aldım elime, sardım, sarmalandım, heyecanlandım, Rosa ki "bütün kadınca bilmeyişlerin tek adı", sembol gibi... Kurallara ters düşen, aykırı ve elbette yalnız kadın. 

"çıplaktık, yürüyorduk, utanmayı öğrenmemizle unutmamız bir olmuştu, çıplaktık yürüyorduk. kimin sınava girdiği unutulmuştu, çıplaklık unutturucudur. biz unutmak için, kaçmak için soyunanlardandık, kaçmak için. oysa hatırlamak için soyunulur, hatırlamak için, yüzyıllardan beri unutulanları hatırlamak için. neyin olmadığını, neyin olamayacağını hatırlamak için, yeniden başlamaya gücü olmak için, seçim yapmak için, seçim yapabilecek açıklığa kavuşabilmek için. hayır demek için, evet demek için, başkaldırmak için, yakıp yıkmak için, barış için soyunulur, soyunulur. tante rosa daha bir kez olsun bunlar için soyunmadı, bunlar için soyunmadı, bunlar için soyunulabildiğini düşünmedi, görmedi, bilmedi. tante rosa bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır. işte unutmak için, neyi unutmak, neden kaçmak için, işte bunlar hiç bilinmiyor, bunları bilmek bile bir ad değiştirmektir, bir kılık değiştirmektir, neden kaçtığını, neyi unutmak için soyunulduğunu bilmek, sadece bunu bilmek, doğduğu anı bilmek, çıplak doğmuş olduğumuzu bilmek, çıplak öleceğimizi bilmek, hiçbir şeyi bilmemek ya da, ama hiçbir şey bilmediğini de bilmemek, yararsızlığı bilmek, yararsızlığı. bunun için soyunmak ve suyun dibini görmek."


5- Şurup ve Çilek. 25 Nisan günü Oğuz taşıma sepetine koyduğu gibi alıp evimize getirdi. Edirne'de Alipaşa Çarşı'sının hemen arkasında tuvaletlerin yanındaki bir arada yaşıyorlardı. Artık bizim evimizdeler. Tekir özelliğini fazlasıyla taşıyorlar. Çok hareketli, çılgın oyuncu, bizi rahat uykumuzdan alıkoyacak kadar serseriler. Arkadaki, biraz "ne çekiyosun" bakışı atan Çilek dişi olanı ve 2 ay sonra kısırlaştırılacak ki Şurup Bey ile aralarında kardeşlik ilişkisi başka boyutlara taşınmasın. Şimdilik ilişkimizin çok başındayız. Geveze Baykuş çok şahane bir yorumla olayı özetledi, "Pirinç'in yokluğunu ancak iki kedi doldurabilirdi." 

Pirinç'i çok özlediğimi yine söyleyeyim, Pirinç dost, Pirinç can, Pirinç kardeş, Pirinç evlat gibi.. Bu sıpalar onu özlediğim gerçeğini değiştiremeyecek, ama sanırım kedili bir yaşam kolay vazgeçilecek bir biçim değil, anlatması zor. 


6- Edirne'den bir kare... Yaşananlar için söyleyeceğim yeni hiçbir şey yok. Çok üzgünüm sadece...


Hayat bizim için bugünlerde biraz böyle...


24 Şubat 2013 Pazar

Bir pazar günü dileği

Dün akşam çalıştığım işyerinin mağazalarından birinde sayıma katılmak zorunda kaldım, mağaza Uzunköprü'de. Sabah 4 gibi eve girdim, Oğuz uyuyamamış, salonda beni bekliyor, duşumu aldım, Oğuz'un hazırladığı zencefilli limon çayını içip yattım.

Sabah 5 sularında uyuyunca öğlen 13 gibi güne başladım, her bir yanım ayrı ayrı ağrı sinyalleri gönderiyor, kahvaltıyı dışarıda yapalım mı? Yapalım. Yeşil Sera'dayız.

Kahvaltı, gazete, kahve faslı uzun bir gemi yolculuğu gibi, bitmesin, biz o masada hep kahvaltıyla yaşamı geçirelim, hayat böyle sürüp gitsin, ne bir kedi, ne de bir köpek hiç ölmesin...


22 Şubat 2013 Cuma

Yokluk

Zamanı eğip bükmeyi istediğim anları geride bırakıyorum. Ne desem değişmeyecek, ne yapsam geçmeyecek bir acı...

Biz, biz dediğim ben, Oğuz, Pirinç... Sanki koskocaman üç kollu bir devdik, nereye gitsek birbirinden ayrılamayan üç gerçek dost, üç masal kahramanı... Pirinç gitti, biz, biz dediğim ben ve Oğuz, dev olmaktan çıktık, özel güçleri olmayan, dev hiç olamayan, iki kollu sıradan insanlara dönüşüverdik.

Geçen yıl mayıs ayında Pirinç'in deri altındaki biri büyük biri küçük iki kisti alınıp patalojiye gittikten sonra gelen rapor 8 ila 10 ay demişti. Dedikleri 9.ay oldu. Biz bu süreci çok keyifli geçirdik, hiç kötü bir şey olmayacak gibi. Son bir ayı saymazsak Pirinç çok sağlıklı bir süreç geçirdi. Son süreç ağrı kesicilerden medet umduk, ağrı kesicilerin hayatımıza girdiği günlerde yemek yemenin hayatımızdan usulca çıkıvermesini izledik. Önce 11 yıldır yediği kuru mamanın yüzüne bakmaz oldu, bizim yediklerimize sulandı, o süreçte konserve mamaya yaslandık, konserve mamanın da yüzüne bakmadığı son 3 gün serum...

Pirinç sağlıklıyken ama geri sayım başlamışken, ben hep hazırlamaya çalışmıştım kendimi, hazırım sanmıştım, yanılmışım, böyle bir şeye hazırlanılamıyormuş...

Her kedi hastalık sürecini farklı yaşıyormuş, öğrendik. Pirinç kendini banyoya kapatmayı seçti, çamaşır sepetimizin üzerinde geçirdi son üç haftasını. Akşamları yanımıza neredeyse hiç gelmedi, biz bir taburenin üzerinde, onun başında öylece bekledik... "Elden ne gelir" günlerimizin özetiydi.

Sonrası kocaman bir "yokluk"...

Şimdi biz 12 Şubat akşamı saat 20.05 den bu yana yoksulluğumuzla başetmeye çalışıyoruz. Evde bulduğumuz bir bıyığa sarılıp ağlıyor, parkenin üzerinde kalmış minik pembe patilerin izlerine kapanıp acımızı dibine kadar yaşamayı seçiyoruz.

Pirinç göz temasını çok seven, gözlerimize doyasıya bakan, ne istediğini gayet güzel anlatan, çok duygusal, çok samimi, fazlasıyla sevgi dolu bir yoldaş oldu bizim için. O hayatıma gelmeden önce hayat bir evin içinde nasıl akar, hiç anımsamıyor, Pirinçsizliği hiç bilmiyorum. Biz ki evin içinde üç kişiden oluşan bir sürü olarak evin tüm odalarını beraber kateden, çamaşırı birlikte asan, banyoda ne yapılıyorsa birlikte yapan, birlikte diş fırçalayan, birlikte uyuyan, birlikte okuyan birlikte yaşlanan o güçlü üç dev iken, ev adımlarımızla gümbür gümbür altımızda titrerken, şimdi eve girerken bizi karşılamayanın yokluğu ile kuyunun içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Adımlarımız korkak, adımlarımız aksak, kollarımız boşlukta salınıp nerede duracağını bilmeyen iki uzuv...

Ben özlemin tanımını baştan yapıyorum bugünlerde, Pirinç sayesinde.