30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni yıl öncesi

Ne yalan söyleyeyim hiç hoşlanmıyorum bu yeni yıl eğlencelerinden. Aslında planlı programlı dümteklerden kaçıyorum. Yabani desen değilim ama aslında yabaniyim de. Böyle saklanasım var, erkenden uyuyasım var. Ben gıcık bir insan oldum cidden. Ya da eskiden de gıcıktım da sanki artık gıcık olarak görünsem nolur görünmesem nolur da diyor olabilirim. Emin değilim.

İşte bu gıcık hallerimle yeni yıl planları filan yapmıyorum. Kendi elime bir liste tutuşturmuyorum tutmayacağımı bildiğim sözler için. A ama şartlar izin verseydi, kafam güzel şekilde Viyana'da geri sayım yapmayı çok isterdim ya da Omni Trio ile drum'n bass party de olmayı... Olmadığına göre çözüm kolay, sıradan bir gece olarak geride kalsın olsun bitsin, unutalım.. pehh..

28 Aralık 2009 Pazartesi

Fontaine Pasajı'nda bir pazar


Uzun bir süre salondaki yemek masası için "neden aldık ki biz bunu" dedim durdum. Tamam hiç kullanılmıyor değil. Ama yine de bu kadar az kullanılan bir eşyanın bu kadar çok yer kaplaması can sıkıcı. Kapanır hali ile bile bana göre büyük. Evlenirken bu tür eşyalar almak adet ya, sanki yemek masası olmayan evlenemezmiş gibi. Yemek masamız ile ilgili "atalım ya da satalım biz bunu" şeklindeki düşüncelerimi puzzle yapmaya başladıktan sonra değiştirdim. Şimdi en azından bir işe yarıyor, bir puzzle bazen aylarca üzerinde rahat rahat kalabiliyor.

Yazın başladığım ama uzun bir süredir yüzüne hiç bakmadığım Fontaine Pasajı'nı Pazar günümü feda ederek ve Oğuz'un da yardımıyla - ki o deli işi der dururdu- tamamladım.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Sorular cevap bekler [Mim]

Sevgili Lady'den gelen mimi şıp diye yanıtladım. Sorular kolay olmasına kolay ama bokumla kavga ettiğim gün yazdığım şeyleri kendim yapmayı hiç istemem. Bir nevi, şunu yap - bunu oku - bunu iç şeklinde "mutlaka" ile başlayan cümlelerin kurucusu olmaktan sakınıyorum ya, mim bu şekilde geldiği için şekil şemaline de dokunmak istemiyorum. Benim kendime söylediklerim olarak okunabilir bu mim.. öyle işte...

1. dinleyin: Leyla Gencer

2. deneyin: Unutmamayı.En çok buna ihtiyacımız var.
Uğur Mumcu, beyaz güvercin gibi barış için kanat çırpan Pippa Baca, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Hrant Dink… Liste uzar gider. Unutmamayı deneyin…

3. hergün tekrar edin: nasıl bir ülkede yaşıyorum? sorusunu.

4.sadece tek bir gün bile olsa: o bir günlük ömrümü yine şimdiki ben olarak geçirmek isterdim e bir de kel kedi oğuz olsun yanımda. Değme keyfime...

5.yapın: hayatta yapmam dediğiniz şeylerden -en azından- bir tanesini. Mesela bungee jumping.. Off yemiyo yine de be.

6.okuyun:Oğuz Atay / Tutunamayanlar ve John Fowles / Büyücü

7. için: su (iç diyorum sana ama içmiyorsun kedi)

Şimdiiiii gelelim paslamaya. Hımmm Janisjr olsun mesela. Yanıtlamak isterse mimlenmiş olsun.

25 Aralık 2009 Cuma

İnsanları, anları ve hüzünleri süzmek için

Bazen hayatımızda da olsun isteriz böyle bir süzgeç, insanları, anları ve hüzünleri süzmek için...

24 Aralık 2009 Perşembe

Gözlerinde tülden bir perde

Saat 08.30 ile 11.30 arasındaki üç saatlik süreyi kıpırdamaksızın tek bir yöne bakarak geçirdi. Tekerlekli sandalyede oturuyordu ve yüzü koridora dönüktü. Kuzu gibi sıramızı beklediğimiz üç saat boyunca şeklini, duruşunu, yönünü değiştirmedi, değiştirilmesini istemedi. Birazdan odaya çağırılacağını biliyor ama nasıl bir işlemden geçirileceğinden habersiz, sakince oturuyordu. Odaya benden önce girdi. Dışarı çıktığında yüzündeki ifade değişmemişti. Sanki biri gelmiş, yüzüne her durum için ideal bir ifade seçip beğenmiş, yerleştirmiş ve çekip gitmişti. 83 yaşındaki bu kadına yakın olmak isteyerek yanına gittim, mavi gözlerine baktım. Gözlerinde tülden bir perde. Canın çok acıdı mı diye sordum kulakları da ağır işiten yaşlı teyzeye. Boğazına sıkılan ilacın acılığından yakındı ve kafasını uzun uzun salladı. İncecik, zayıf el bileklerine, kırışmış, buruşmuş, sarkmış tenine bir sanat eserine dokunur gibi dokundum.

Çok yaşamak, çok uzun yaşayarak hayat oyununun içinde kalmak, jubile yapma hakkı olmadan sahnede rol almak tercih edilir bir şey mi bilemedim. Öyle hareketsiz oturarak bir zihin nasıl meşgul olur, zamanı nasıl savuşturur, anılar yumağını kördüğüm yapmadan nasıl korur bilemedim. Ama ne yalan söyleyeyim o kadına özendim. Kıpırtısızlığına, dalgasız bir deniz gibi sütliman ruhuna, tül perdeli gözlerinden saçılan ışıltılara imrendim.

Bugün hiç bir şey bilmeyen şu halimle durup baktığımda, içimdeki ses beni "basit olmak iyidir" yollarına çıkarıyor. Basit, karmaşık olmayan, düz...

23 Aralık 2009 Çarşamba

Negatif duygular beslediğim detayımsılarım

  • Blog okurken, yazarın beni gören ve beni gördüğünü bilerek tribe giren hallerinden hoşlanmıyorum. Kıçı kırık bir gazetede köşe sahibi olup ahkam kesen bir kalemi okumaktan farksız hissediyorum. Kendisiyle konuşur gibi değil, yandaki izleyicilerine seslenen, o izleyicilere saygısından (mı?) dolayı normalde pekala ağız dolusu küfür edebilecekken harf kırpmacası yapan, bir nevi kendi sansürünü kendi koyan zihniyetten haz almıyorum. İşin kolayı var, okuma di mi? Aynen öyle yapıyorum.
  • Film olsun, kitap olsun, müzik olsun, gözümün içine sokup alınan duygu yoğunluğunu benim de almamı uman, "evet evet bu filmi mutlaka görmelisiniz, gidin görün, paranız boşa gitmez" tadındaki önerileri önemsemiyorum. Yine aynı hisse kapılıyorum, bir köşe yazısını okuyor buluyorum kendimi, karşımdaki kişi de yılların yazarı tabi. Her şey iyi güzel de önerme işte sen bana, kendi yaşadıklarını anlat, cankulağımla dinleyeyim. Ama diğer türlü yapınca sen, sen istediğin için izlemiş olmuyorum ki.
  • "Kış geldi bak bu havada da en güzeli portakal suyu, hem c vitamini de almalı, sıkı da sarılmalı, yaka bağır açık dolaşmamalı ha" tadında ebeveyn rollerindeki yazılardan kaçabildiğim kadar kaçıyorum. Almıyorum c vitamini, gelip beni takip mi edeceksin alıp almıyorum diye. İçmiyorum bitki mitki çayı da. Ama sen iç ben sana karışıyor muyum? Anlat sen. Mesela "bir ısırganotu çayı içtim nasıl kendimi iyi hissettim, bulutların üzerinde gibiydim" gibi bir cümle kur, bilmemneotunu bilmemne gümecinin bilmemne sapıyla karıştırdım, 100 metreyi şu kadar saniyede koşar oldum de, bak belki tüm bitkicileri dolaşıp içmek isteyeceğim, sokma işte benim gözüme, dayama gırtlağıma o çayı, sırf öğütsel yaklaşımların yüzünden kaybetmek istemiyorum oysa seni.

Bunlar gibi var bir kaç tane daha da şimdi ilk etapta bunlar geldi aklıma durduk yerde. Kendi bokumla bile kavga edebilirlik potansiyeli taşıyorum sanırım bugün. Bu, iyiye işaret...

21 Aralık 2009 Pazartesi

Normale dönüş

Cumartesi gecesi dışarı çıkmayı istemeyen ben, eve zor girdim. Genelde böyle oluyor işte. İstemeye istemeye gittiğim her yerden zevkten kendimden geçer halde evimize dönüyorum. Tıpkı çocukken ev gezmesine giden annelerimizin "hadi siz kaynaşın" diyerek bizi bir odaya kapatıp paşa çaylarını içirmeye çalıştıkları günlerde büyüklerimize inat kaynaşmayıp, "sıkıldım ne zaman gidiceeeez" tripleri ile onların kahkahalı sohbetlerini bölüp günlerini zehir ederken ama tam da onlar kalkmaya hazırlanırken, yanında getirdikleri şıkıdım terlikleri çantalarına koymaya başlarken "hayııır biraz daha kalalım" haykırışları ortalığı inletmemiz gibi. Neticede ortama uyum sağlamam zaman alıyor.

Zehir saçan günlerimi o gece geride bırakmış oldum. Ama yine de Oğuz geveze'yi dinlemeyip yanımdan kaçıp gitmedi. Sabırla her şutumu kalesinde bekleyip panter gibi yakaladı. Yüzünde "ohh bir ayı daha geride bıraktık" ifadesi vardı ama çok üzerinde durmadım.

Dizi mahkumu olmak istemiyorum ama bu hafta sonu The Prisoner hem ellerimi hem ayaklarımı kelepçeledi. Ian mckellen muhteşemsin be güzel abim. Senin için her dakikam feda olsun, ellerinden öperim.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Depresif bir hafta sonu olacak evet evet

Öyle olmasını planlıyor değilim tabi. Ama beni esir alan pms (pre-menstrual sendrom) yerini menstrual sürece bıraktı. Kafamın içi karmakarışık. Bir yandan sadece uyumak, diğer yandan bir yığın şeye veryansın etmek istiyorum.

Mesela şu an üzerimdeki giysilerden nefret ediyorum. İçlerinde kendimi rahat hissedemiyorum, sanırsın başkasının kazağı, başkasının ayakkabısı. Ben, bildiğim ben değilim. Saçlarımdan da nefret ediyorum bak. Bir bu tarafa atıyorum olmuyor, sonra öbür tarafa. Sonra paket lastiği ile topluyorum, paket lastiği saçlarımdan bir iki teli sıkıştırınca iyice sinirleniyorum. Paket lastiğine de söyleniyorum, saçlarıma da.

Akşam için bir plan yaptık. Uzun zaman sonra burnumuzu dışarı çıkaracaktık. Şimdi canım dışarı çıkmak istemiyor. Oysa çok sevdiğim birine söz verdim. Beni sabah heyecanla arayıp "akşam planında bir değişiklik yok di mi? diye sorunca, "hayır" diyemedim. Normal şartlarda hayır diyemeyenlerden değilim. Çok da güzel hayır derim. İşin mi çıktı diye sorsalar, canım gelmek istemiyor diyebilirim. Ama bugün hayır diyemediğim kişi, dışarıda olmak ve bizimle vakit geçirmek için çok hevesli. İşin içinden çık bakalım kedi.

Evet büyütüyorum ama bunun için kale gibi bir sebebim var. Oğuz bak uyarmadı deme! baretini tak! Üzerine de korunaklı şeyler geçir zira tırnaklarımı çıkardım, sağa sola tıslayarak eve geliyorum. Yolda birileri ile kavga edip karakolluk olmazsam görüşürüz. Unutma, ilgi, alaka, sevgi, şefkat türü şeylere ihtiyacım var ama yapış yapış olacak miktarda değil, dozunu iyi ayarla lütfen. Biliyorsun her şeye "evet" demelisin ama canımı sıkacak kadar da çok "evet" dememelisin. Ben salondan sana seslendiğimde 3 saniye içinde yanımda bitmeli, etrafımda pervane olmalı, meyve tabağımı bu gece sen hazırlamalı, iyi geceler öpücüğünü her zamankinden daha çok vermeli, ayaklarıma masaj yapmalı, parmak aralarıma da üflemelisin. Üflerken sıcak üflüyorsun bak bu canımı sıkıyor biliyorsun. Lütfen soğuk üfle. Menopoz dönemimde başına geleceklerden korktuğunu da biliyorum, evet.

18 Aralık 2009 Cuma

We are junkies, i m a hooker


Burasını alıntılarla donatmayı pek istemesem de kendimi alamadım.
Filmde evet Requiem for a dream benzeri tat var. Yine bir bağımlılık hikayesi. Kayboluş eşiklerine sık ziyaretler. İçimi burkan sahneler de var. Kimine göre vakit kaybı olabilir belki, kimbilir.

Filmde Candy'nin çok fazla vurucu repliği mevcut. Bana göre onlardan bir tanesi,

" Çok ortak yönümüz vardı. Gürültünün rahatsız etmediği mükemmel bir yerde her şeyi yapıştıran gizli bir yapıştırıcı bulmuştuk. İkimizin dünyası tamamlanmıştı."

17 Aralık 2009 Perşembe

Ordan burdan

Birkaç gündür gelmiş geçmiş en iyi çellistlerden olan Jacqueline Du Pre’ nin hayatı üzerine yazılar toparlıyorum. Bunun yanı sıra yüzyıllardır gizemli hayranlar tarafından yetenekli sanatçılara hediye edilen stradivarius’lar ile ilgili yazılar okuyorum. Strad’larla bu kadar yakından ilgilenmemi sağlayan şey ise geçen hafta izlediğim The red violin filmi oldu. Bu kadar değerli çalgıların dahi sanatçıları bulmaları, müzelerde seyirlik malzemeler olarak yaşlanmaktansa işlevsel olarak yaşamaya devam etmeleri şahane bir fikir. Konu uzun, derleyip toparlayıp buraya da yansıtmayı planlıyorum.

Panik bozukluğumun seviyesi ile ilgili gerçek, Oğuz sayesinde geçen gece geldi suratıma şraak dedi oturdu. Aslında ataklarım ile ilgili yaptığımız klasik geyiklerden bir tanesiydi. Gecenin bir yarısı sırf hapşıramadığım için beyin kanaması geçirdiğimi düşünerek apar topar hastaneye gittiğimiz geceyi anımsamıştık ve ne güzel gülüyorduk ki Oğuz “ben senin prostat kanseri olmandan da çok korkuyorum” dedi. E haklı aslında. Üzerime yapışmış olan bu etiketi söküp atmanın yollarını bulacağım, söz.

16 Aralık 2009 Çarşamba

15 Aralık 2009 Salı

Kekeleme hallerim

Kim olduğunun çok önemi yok. Ama neticede bir kadın. Kırılgan. Naif. Sevecen. Hüzünbaz. Neşebaz. Yaşadıklarını o kadar derinden yaşıyor, o kadar derine iniyor ki, kendisi bile inanamıyor tüm bu yaşadıklarına. Hem yaşadıklarından aldığı kavramsal dersler de var. Bir aşkın peşine takılmış rüzgâr misali. Geride bıraktığı koskocaman bir boşluk, kıyısız açık bir deniz. Kime sarılacağını bilemeyen gözlerine bakıp kadının, yoluma devam ediyorum.

Akşam olmuş. Masamızı hazırlamışız. Yemek yiyoruz. Ama daha çok sohbet ediyoruz. Sohbet ve yemeğin bir nevi rolleri değişmiş. İzlediğimiz ve beğendiğimiz bir film ile ilgili olumsuz bir eleştiri okuduğumu ve eleştiride katıldığım noktaların bulunduğunu söylüyorum. Merakla soruyor. Ne demiş? Hangi kısımlarını eleştirmiş? Cevap veremiyorum ve “Kafam çok dolu şimdi, açıklayamam” cümlesiyle işin içinden sıyrılmayı istiyorum. Olmuyor. Okuduktan sonra hak verdiğim olumsuz eleştirilerin neler olduğunu geçici belleğimden silmiş gitmişim, tek anımsadığım okuduğuma katıldığım. İlgisi bir anda eleştirilen filmden kafamın doluluğuna kayıyor. Haklı. “Kafam dolu” demek yerine “göz ucuyla hatta hızlıca okumuşum, anımsayamadım şimdi” desem ya.

Bugünlerde kendime yasakladığım ardışık iki kelime var. Kafamı gerçekten toparlayamadığım anlarda cümlemi kuramayıp, konuştuğum kişiye karşı – ki çoğunlukla Oğuz- zaman kazanmak için “sen söyle” diyorum. Karşımdaki kişi beynimin içinde değil ki, nasıl söylesin. Bir nevi kekeleme halleri. Konuşma, konuşmaya çalışma, kendini konuşurken ifade edebilme bir yetenek. Ortalama sınırlardaki bu yeteneğimden zaman zaman bir miktar kaybeder gibi oluyorum ama korkmuyorum. Hiç konuşamasam bile beni anlayabilecek becerileri olan bir yol arkadaşım var. Şanslıyım.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Siyah Beyaz

Bugün, Nuray ve Zilli geldi girdi kadrajımın içine...

11 Aralık 2009 Cuma

Sana ihtiyacım yok Inarritu!

Ameros Perros, 21 gram, Babel filmlerinden tanıdığımız, bildiğimiz Guillermo Arriaga – Alejandro Gonzalez Inarritu ortaklığının bittiğini öğrendiğimde evet üzüldüm. Arriaga’nın iş başa düştü diyerek hem yazıp hem yönettiği filmi (The burning plain) dün akşam izlediğimde üzüntüm biraz olsun hafifledi. "Sana ihtiyacım yok Inarritu, al işte ben de film yönetebilirim ama ya sen benim gibi senaryolar yazabilir misin?" diye sormuş mudur Arriaga bilemem.

Filme gelince, bu kez kesişen hayatlar klasiğinden biraz olsun uzaklaşmış Arriaga. Zaman tünelinde zıplamalarla bir geçmiş bir şimdi arasında gidip geldiğim filmden kesinlikle çok etkilendim. Çocukluk döneminde yaşanan travmatik olaylar bir kadının cinselliğe bakışını nasıl etkiler, bir kadın neden ve nasıl bedenini hor görür, hem sonra taşıması mümkün olmayan bir yükü nasıl sırtlanır… Arriaga’nın satır aralarında izleyiciye dönüp bunları sorup sonra kamerasını Charlize abla’ya çevirip “böyle” fısıltısını da duyumsadım valla bak.

Ay yok film eleştirilerine filan soyunacak değilim, şu an benimkisi izlediğinden etkilenmiş iki dünyevi gözün üzerinden atamadığı bu etkilenmişlikle buraya gelip kekelemesi diyelim, hepsi bu.

9 Aralık 2009 Çarşamba

"Yetinmeyi bilen ebeveyn olmanın yolları" eğitimi şart olmalı

Dönüyorum, dolaşıyorum, bakıyorum, gözlemliyorum ve çocuklarının her ne konuda olursa olsun yapmış oldukları seçimlerle, yaşam biçimleriyle, kusurlu kusursuz tüm yönleri ile barışamamış ve bu barışılamayan yönleri kendi benliklerine taşımış mutsuz anne babalar görüp onlardan biri olmak istemediğime yeniden yeniden kanaat getiriyorum.

“Hiç bir anne – baba çocuğunun kötülüğünü istemez” düşüncesinden yola çıkarak kabul ettiğim ve anlayabildiğim bazı davranışlar olsa bile onları yeterince anlamadığımı fark ediyorum.

Mesela meslek seçimi bir krizdir. Yahu çocuk seçmiş bir yol, mutlu işte. Ne diye değiştirmeye çalışıyorsun yaptığı işi, ne diye ona illa biçtiğin gömleği geçirmeye çalışıyorsun. Diyelim o gömleği giydi, mutlu olacak mı­? Olmayacak. Uğraşma işte. Ama olmaz. Hep başkasının evlatları daha bir girgin, daha tuttuğunu koparan, daha karizmatik, daha çok kazanan, daha saygındır, başkasının çocukları mutlu değildir belki ama önemli değildir ki bu.

Mesela eş seçimi bir krizdir. Yahu çocuk aşık olmuş, mutlu işte. Varsın o kız konsolos kızı olmasın, varsın terzi Melahat’in kızı olsun. Ne diye illa kafanda bir prototip gelin ya da damat yaratıp senin kafandaki damat ya da gelinin karşına çıkmasını bekliyorsun. “Bekleme işte” demek yetmiyor. “Mutluyum” demek yetmiyor. Nedense hep başkasının gelini – damadı daha bir güzel, daha güler yüzlü, daha hamarat, daha bir çalışkandır.

Bir çocuk kaç yaşında olursa olsun ebeveynle arasında gizli savaş hiç bitmiyor. Daha doğrusu ebeveyn rızası ile yaşamaya çalışan çocukların savaşı bitmiyor da diyebilirim.

Belki bir gün ebeveynler için de eğitim verilir. Bu eğitim esnasında “yetinmeyi bilen ebeveyn olmanın yolları” adında bir ders de umarım bu eğitimin içine dahil edilir. Bunu başarabilen, yani çocuklarının mutluluğunu önemseyen ebeveynler çoğaldıkça daha mutlu insanlar olacağız buna inanıyorum.

Bana gelince, özellikle annemle olan savaşların çoğunu geride bıraktım. Tüm bunları buraya yazmamı sabah gazetede okuduğum bir haber tetikledi, kustum da azıcık olsun rahatladım.

8 Aralık 2009 Salı

Bir ikiii üüüç tıp (Geveze'den gelecek dayağı hakkettim, evet!)

En son güncellemesini 16 kasım tarihinde yaptığım tiroidsel sağlığım ile ilgili bugün nihai noktayı koymuş bulunmaktayım. Tanı şu; Kronik tiroid bezi iltihabı (Hashimoto olanından) ve en güzeli de nodule rastlanmadı. Görüyor musun bak, boşuboşuna endişe etmiş, Geveze'nin dayağını kesinlikle haketmişim. Dayak alacakları hanesine Geveze yazıyorum. Konu kapanmıştır.

Ya Merlin bir güzellik yapıp hepimize tekila ısmarlasan ne güzel olurdu biliyor musun?

7 Aralık 2009 Pazartesi

Merlin'den Boleyn'lere, Boleyn'lerden Balta Harry'e bir pazar

Yayıla yayıla geçirdiğimiz pazarlardan biri daha. İzlediğim ve okuduğum karakterlerin etkisinde geçirdiğim bir tatil günü.

Kahvaltı sonrası keyif çayımızı içerken; The Shawshank redemption ... (Esaretin Bedeli)
Her ne kadar baş karakter Andy Dufresne ve Red olup ikisi de çok şahane olsalar da benim karakterim Brooks oldu. İlgilendiğim kişi Brooks olunca "Brooks was here" hikayesi de geldi boğazıma yumruyu oturttu.

Öğle sonrası sinema arası; Boleyn Kızı kitabına başladım. Karakterleri yeni yeni tanıyorum, favori bir Boleyn'im ya da peşinden sürüklendiğim bir karakter yok, kitap okuma anlarımdan aklımda sinsi Anne Boleyn kalıyor, gerisi henüz çok silik.

Akşam karanlığı çökerken; Lock, stock and two smoking barrels. (Ateşten kalbe, akıldan dumana) Bir Guy Ritche filmi. Bu tarzın adı neyse artık bilmiyorum ama ben bu tarza bayılıyorum. Favori karakter olarak iki salak hırsız ile balta Harry arasında sıkışıp kaldım, sonra Balta Harry de karar kıldım. İlk fırsatta Snatch filmini izleyeceğim..

Gece olmuşken ve ben uyumaya direnirken ; Merlin. Bir cnbc-e dizisiymiş. Düne kadar haberim yoktu tabi. Oğuz evin Cnbc-e dizilerini yakından takip eden üyesi olarak Merlin'i tanıttı. Merlin'e ve kepçe kulaklarına bayıldım. Ama izlediğim ilk bölüm olduğu düşünülürse favori karakterimin Gaius olması anlaşılır bişeydir di mi? Önümüzdeki günlerde favorim değişebilir belki kimbilir.

Aralık filmlerim




















































































































5 Aralık 2009 Cumartesi

Şeker şerbet misali bir Hürrem

İhtiyacım olan şey beni içine çekecek derecede sürükleyici, kolay okunabilir içerikli, kafamı meşgul etmekten uzak, kendimi sorgulamama izin vermeyecek ölçüde şeker şerbet misali bir şey iken internet üzerinden yapmış olduğum kitap alışverişimin ilk kitabı olan Moskof Cariye Hürrem tüm ihtiyaçlarımı karşıladı ve okuyamama serzenişlerimi unutturdu.

Şimdiki durağım Boleyn Kızı. Eh bir miktar tarihi fanteziler içerisinde yuvarlanıp gitmenin kime sakıncası olabilir ki.

Yazı hayatına yeniden hoş gelip gözümüzü gönlümüzü şenlendiren Beyaz Tuval, tarihi kitap furyasının başladığını düşünerek Hürrem'den uzak durduğunu ve kitap ile ilgili görüşlerimi bekleyeceğini belirtmiş.

Kitaplar biraz da vitamin gibi, vücudun ihtiyacı olan bir besine elin ister istemez ve farkında olmaksızın gitmesi gibi, kitap seçimleri de yeri geldiğinde ruh hallerinin ihtiyacına göre şekillenebiliyor. Yani demem o ki beni terk eden okuma alışkanlığımı geri getiren Hürrem'i afiyetle yedim, içtim, bitirdim... Beyaz Tuval, beni fazlasıyla doyuran bu 800 sayfanın beklentilerini karşılamayıp seni hayal kırıklığına uğratmasını da istemem, elbette seçim senin...

2 Aralık 2009 Çarşamba

Şurup sesli koloratur soprano Sumi Jo ile beni başbaşa bırakın


Bugün kalktım baktım kafamın içinde kocaman bir aşure tenceresi fokurduyor. Aşure dediğin çeşitliliğin uyumlu birlikteliği. Ama ben tencerenin ağırlığı altında eziliyorum. Üzerimde akşamdan kalma bir hal. Benim sınırlarımı fazlasıyla zorlayan yorucu bir beş gün geçirdim. Telefonlar, bozuk para gibi saçılan ve yazık edilen kelimeler ve kafamın içinde nasıl bir ses kirliliği anlatamam.

Bugün hava da bir garip. Limoni. Aşure fokurtusunun sesini ya da kendi içimde kavga eden sesleri bastırma isteğiyle yanıp tutuşurken kim çıktı karşıma? Sumi Jo. Coğrafyası Güney Kore. Kendisi koloratur soprano. Sesi şurup. İçimdeki böylesi bir kirliliği temizleme görevini Sumi üstleniyor ve bambaşka bir dünyanın kapısı aralanıyor. Şimdi bugün için tek isteğim ya hiç ses olmasın ya da beni Sumi ile başbaşa bırakın.

Hey diğer sesler! Bugün mesainiz bitti, izinlisiniz, ne duruyorsunuz ayol dağılabilirsiniz.
* Demedi demeyin; Görseli Sumi'nin official web sitesinden alıntıladım.

1 Aralık 2009 Salı

Vizörden akıp giden tam bir yıl







Bugün bu pencereden güne başlamamın yıldönümü iken biliyorum ki sadece mevsimler değil değişen...

30 Kasım 2009 Pazartesi

Are you a rocknrolla?

Guy Ritchie istediği kadar aynı formül üzerinden film çekmeye devam ediyor olsun, istediği kadar benzer tatları önümüze koyuyor olsun, ben filme bayıldım, devam filmini (The real rocknrolla) bekliyorum, asıl bomba ikincisinde patlayacakmış gibi geliyor diyorum. Arıza karakterler, mafya, uyuşturucu, iki piskopat rus komandosu, peşinden koşulan mit obje...
Bu filmden sonra ilk iş olarak ne yapıyorum, Guy Ritchie filmlerini raflardan teker teker toplayıp oturup yeniden izlemek istiyorum.

Bu arada Johnny Quid tiplemesininin piyano sahnesine bayıldım. Ve filmden kısacık bir alıntı yapmak istersem aşağıdaki cümleyi taşırım;

Sahi rocknrolla nedir? Uyuşturucular ve hastane sondası ile alakalı bir şey değildir. Kesinlikle hayır. Ondan çok daha fazlası var. Hepimiz biraz tatlı hayatı severiz. Kimi parayı sever. Kimi uyuşturucuları sever. Kimileri seks oyunlarını, cazibeyi veya şöhreti sever. Ama bir rocknrolla, işte o farklıdır. Neden mi? çünkü gerçek bir rocknrolla hepsini birden ister."

Bazen bir rüzgâr eser seni ipin üzerinden alıp alaşağı eder

Nasıl sessizleştim, nasıl da cevabını bulamadığım sorular arasında nefessiz kaldım bak görüyor musun? Oysa, oysa daha iki gün öncesine kadar nasıl da iyiydim. İyiydim dediğim; dengedeydim. Ama bazen bir rüzgâr eser, tüylerini ürpertmeye gücü yetmeyecek kadar cılız bir rüzgâr seni ipin üzerinden alıp alaşağı eder. Galiba yaşamı solurken yapmaya çalıştığım şey şu; bıkıp usanmadan yeni dengelerimi bulup yakalamak. O dengeyi yeniden kuşanıp ipin üzerine çıkmam zaman alıyor.

Bayramın vazgeçilmez seremonisi günümü parçalara bölüp beni daha çok koştururken, beni benden alan bir rüzgârı beraberinde getirdi ve hakim olmaya çalıştığım duygularımı allak bullak etti. Bunun üzerine her şeye inat kendime kapandım ve saklandım. Şimdi oturmuş güven duygusunu sorgularken buluyorum kendimi.

Dışarıdan bakıldığında çıkışsızlıklarımın içinde kaybolmaya meyilli görünürüm belki ama aslında çıkarım. Suyun altından başımı çıkarabilecek ve gökyüzünü görebilecek boşluğu bulabilirim. İşte beni sessizleştiren ve içe döndüren, biricik mal varlığım dengemi elimden alan rüzgârın sersemliğinden korkmamamı sağlayan da bu. En azından bak, tüylerimin ürpertisi geçti ve gitti.

Ben bunları sana anlatıyorum ama benim suskunluklarımı, boşluklarımı, kaygılarımı sahiplenme sakın, çünkü ben uzaklık ve yakınlıkların, sıkılmışlığın ve beyazın rahatlığını bir arada tutmayı deniyorum. Şimdi mutsuzum ama bu mutsuzluk, emin ol bir sonraki gelişimimi ve atacağım adımların çatısını kuruyor olacak.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Sanki


Sisler ülkesinde yaşıyorum ve birazdan yaşlı cadı beni yanına çağırıp elindeki zehirli şurupla derin bir uykuya geçmemi sağlayacak ama ağaçlar arasından çıkıp gelen maskeli yılan prensler hayatımı kurtaracak. Cadı için bu sefer yanlış kapı, benim korumalarım var anacım.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Hafta sonuna süzmecesel bakış


Evet Cumartesi günü kitaplarım geldi, yanda duran ve bir çok kişiye göre şuh bakan ama benim nedense bakışını "dik dik bakıyor" şeklinde yorumladığım hükümet gibi kadın denilen türden Hürrem'in piyasada çok konuşulan kitabına başladım, zırt diye 150 sayfa filan okudum, istediğim şu an tam da böyle bir şeydi ve ilaç gibi geldi.

Hafta sonu uyur uyanık, uzun bir kahvaltı, evin eksikleri için zorunlu alış veriş, zeytinyağlı havuçlu pırasa yemeği pişirmece gibi aktiviteler ile geldi ve geçti.

Pazar günü Trt 2'de Selim İleri'nin Not defteri diye bir programa rastladık. Çok hayıflandım böyle bir programdan haberim yok diye. Öyle işte.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Sislere açtım gözlerimi

Yılın 325. gününe "günaydın" dedim sis perdesinin arasından...

20 Kasım 2009 Cuma

Özlemle andığım kitapçılarımın yerini tutar mı hiç internet?

Kitap alırken peşinden gittiğim yazarlar var. Buradaki cümle gerçekten bohem bir tavırla kurulmadı. Her iyi okur gibi benim de damak zevkim zamanla gelişip yerleşti. Çok satanlara karşı duruşum, popülerliğinin geçmesini pusuya yatarak beklemek oldu. Kitaplar konusundaki bu seçiciliğim, şimdi iş okuyamamaya kadar vardığı için "sürükleyici olsun da en azından eski alışkanlığımı geri kazanayım" noktasına kadar vardı. Hal böyleyken ve okuyamamaktan muzdaripken belki dedim durup dururken ben favori kitapçılarımı özlüyorumdur da bunun eksikliğini yaşıyorumdur. Üç favori mekanım vardı İstanbul'da, şimdi o dükkanların kokularını özlemle anıyor, içerideki sıcak diyalogları çok arıyorum.

Mesela ilk mekanım Simurg. Gerçi ben İstanbul'dan ayrılmadan önce dükkan ikiye bölünmüş ve o eski tadı kalmamıştı. Simurg'un eski güzel günlerinin sefasını sürenlerdendim diyelim, şimdi nasıldır bilmiyorum. Orasının ayrı bir elektriği vardı inanır mısın? Mesela çok haylaz, gevşek bir lise öğrencisini alıp o dükkana bıraksan eminim ilk dakika havayı koklar ve yola gelirdi. İçeride kitaplara bakan, dokunan ve içlerine göz atanlara, oranın müdavimi olsun olmasın çay servisi yapılırdı ve etrafta zilyon tane kedi dolanırdı ki her kedinin hikayesi ayrıydı. Oradaki kedilerden zihnimde en çok kalan "üç ayak" olmuş bak. Gözleri gibi baktıkları bu kedi, canavar, sevimli ve üç ayak. İsim konusunda çok yaratıcı davranmamışlar kabul ediyorum.

İkinci mekan Pandora. Bir zamanlar yazarlara dair harika illüstrasyonlardan oluşan ve yanılmıyorsam tasarımı Savaş Çekiç'e ait kitap ayraç hediyeleri vardı. Son 4 yılda 3 farklı evde yaşadığımı düşünürsek, taşınırken ve her taşınmada biraz olsun eksilirken sakladığım ayraçlar kayıplara karışmış, o nedenle ayraçlara bakıp tasarımcısı kimmiş diye bakıp kopya çekemiyorum. İşte Pandora mutlaka uğradığım, aradığım kitap yoksa sipariş verdiğim ve geç olsun oradan olsun dediğim bir vazgeçilmez kitapçı oldu benim için.

Üçüncü mekan İstiklal Caddesi No: 389 Robinson Crusoe. Büyülü bir vitrini var. Mesela orada sergilenen kitaplar sanki daha bir tılsımlı, daha bir albenili, daha bir şeydir işte anla. Orada da hep fotoğrafa dair şahane albümlere rastladım, çalışanların bilgisine hayran kaldım.

Hal böyleyken şimdi kalk ve internet üzerinden sipariş ver. Hiç makul ve keyifli gelmiyor ama başka seçeneğim yok malesef. Burada içine girip kendimi iyi hissedeceğim bir kitapçı bulamadım. Bu nedenle dün ilk defa internet üzerinden kitap alışverişi yaptım. Hani iki gün önce sitemsel bir post ile okuyamama hastalığına yakalandığımı duyurmuştum ya, işte o hastalıktan beni kurtaracak olanın yeni kitaplar olduğuna karar verip kendimi sürükleyici olduğuna inandığım kitapların ellerine bırakacağım. Ama tabi önce kargonun beni bulması gerekiyor, heyecanla bekliyorum.

19 Kasım 2009 Perşembe

Neden blog yazıyorum? [Mim]

Sevgili gevezem göndermiş bu tek soruluk mim yavrusunu, üzerinde hiç düşünmeden yanıtımı sunuyorum desem koca bir yalan, sen sakın inanma. İşte cevap…

“Bu şehre nasıl geldiğimi, nasıl içine işlediğimi, işlerken neler biriktirdiğimi, biriktirirken neler yitirdiğimi, yitirirken içten içe kendime, kendi özüme nasıl yaklaşıverdiğimi fark edemedim” dedim blog yazmaya başlamadan ve İstanbul’dan taşınmadan hemen önce. Farkedemediğim o süreç aslında farkındalıklar silsilesi ama beraberinde bir o kadar da unutulan özne, nesne, anı yığınını da barındırıyor kendi içinde. Gitmesini istediğim anılar dışında kalmasını istediklerim de harcandı.

Her insanın yaşamında milatlar var ve eminim bu milatların sayıları bir değil birden fazla. Herkes bu milat süreçlerini farklı olaylara kodluyor. İşte benim kodladığım ilk miladım Edirne’den İstanbul’a taşınmaksa bir diğeri –tersten yazılmış ve ancak aynada okunabilen bir yazı misali- İstanbul’dan Edirne’ye taşınmam olacaktı. Sular bu kez beni tersine sürüklüyordu ve tek başıma ayrıldığım bir kente iki kişi olarak savrulma sürecimi evet kelimenin tam anlamıyla unutmak istemiyordum. Bir gülüş, bir çizgi, bir emanet, bir sandalyenin sırtıma dokunuşu, bir bocalama, derin bir nefes alma, göz kırpma, gökyüzüne bakma… Hepsi benle kalsın istedim.

Nerede yaşadığımın belki önemi yok, nasıl yaşadığım önemli belki ama kent olgusu beni baştan aşağı etkiliyor, bunu biliyorum. Taşınma süreci; bir yazı serüveni ve aynadaki değişimleri izlemek için iyi bir giriş sahnesi gibi geldi gözüme. Oldukça sancılı geçen bu süreç içerisinde benden neler çıkar merak ettim ve öylece kollarımı sıvadım. Bugün geriye dönüp baktığımda şu postu yazmasaydım o gün içimde taşıdığım mutlu hindiyi bu kadar net anımsayabilir miydim bilmiyorum diyorum ve ve ve ve bu mim yavrusunu, yazılarında cesur olacağı günleri iple çeken Ateşe bakan kadın’ a veeee bu kadar Edirne demişken blog dünyasının bana getirdiği güzel insanlardan Lady’e gönderiyorum.

17 Kasım 2009 Salı

Ses nokta ses nokta

Canımı sıkan tek bir şey var. Kitap. Ne kadar tembel oldum ben, filmlere çok rahat zaman ayırıyorum, iş kitaba gelince tıkanıyorum, neyi bekliyorum? Oysa bir yandan çok istekliyim. Bu konuyu bir şekilde çözüme kavuşturmam lazım. Ya biliyorum buradan böyle yazınca komik oluyorum. Biraz disipline olmam lazım. Dün akşam elime Bilgi Karasu - Lağımlaranası ya da Beyoğlu geldi. Mesela Bilge Karasu'nun yeniden okumak istediğim kitapları var. Nasıl özlemişim kendisini. Sonra bir ara Cansever geldi elime, Ruhi Bey'i kucakladım. üffff... Yok benim derlenip toparlanmam lazım. Çocuksuzluk isteğimin bir getirisi olan boş vakitlerime daha fazla sahip çıkmalıyım. Şimdi oradan bakıldığında çocuksuzluk isteğimin sebebi boş vakitlermiş gibi durdu, oysa değil, sana bir ara anlatırım, şimdi konumuz kitap okuyamama, laf değiştirip durma be kedi.

Tamam ben en iyisi bu konuda bir şey yapayım. Evet. Gülme. Bir gün senin de o güzel başın kitap okuyamadığın günlere ağıtlar yakabilir.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Bak! sonbahar gelmiş

Daha bu sabah ...

Temizinden dayak atan birini arıyorum yine

Dün sabah tiroid ultrasonum çekildi. Buraya kadar her şey normal. Endişe filan yok. Ultrason sonrası işe geldim. O kadar yoğundum ki öğleden sonra çıkan ultrason sonuçlarımı alıp doktora göstermeye gidemediğim için Oğuz'dan sonuçlarımı almasını rica ettim, etmez olaydım. Raporda yazan tek kelimeyi bile anlamadım. Tek anladığım son cümle. Sintigrafi önerilir. Bu cümleyi gördükten sonra tüm geceyi evdeki herkese zehir ettim. Ağladım, zırladım sonra uyuyakaldım. Şimdi çok daha iyiyim, endişe etmeyi kestim. Pazartesi sabahı doktorla görüşeceğim. Belki doktor sintigrafiye gerek duymaz, tüm bu tetkik sürecinin bir an önce bitmesini diliyorum. Bittikten sonra kendimi falakaya yatırıp parayla tuttuğum adamın dayağını yiyeceğim.

16 kasım güncellemesi : Doktora göründüm, bir ara sintigrafi için randevu alacağım. Sintigrafi olsun bitsin, sonuçlar çıksın, bildireceğim.

Hayallere devam


Ne çok isterdim bu evde yaşayıp, bahçesinde kitap okuyarak bir ömür sürebilmeyi...

12 Kasım 2009 Perşembe

Son durum güncellemesi

Hemen kısacık anlatayım. Yarın sabah tiroid ultrasonum çekilecek. Bir ay sonra tiroid testlerim tekrarlanacak. Yeni doktorun aldığı karara göre hormon ilacını kesiyorum. Ultrason ve bir ay sonraki test sonuçlarına göre tedaviye ya devam edeceğim ya da yeni bir yol izlenecek. Panik yok.

Herkese benden tekila.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Örümcek işte

Ay çok canım sıkkın. Yaşlanıyorum. Yarın uzman bir doktor ile görüşmeyi diliyorum. Tiroid konusunda. Bugün cildiye doktoru ile görüştüm. Kolumdaki lekeler ile ilgili. Adam baktı ve spider bu dedi. Yani dedim. Örümcek işte dedi. Ay onu anladım annem. Yani nolcak şimdi? Yakacağız dedi. İşin estetik kısmını şimdi önemsemiyorum. Neden oluyor sen hele bana onu söyle? Hormon kaynaklı oluşabileceğini söyledi ve hormon testi istedi. Nihayetinde cildiyeci bu amca. Sonuçlar önündeki ekrana düştüğünde "çok ciddi bir tiroid rahatsızlığı geçirmişsiniz farkında olmadan" dedi. E tamam bu 10 gündür bildiğim ve önemsemediğim bir rahatsızlık diyemedim. Siz dedi gözümün içine baka baka, "en kısa zamanda, yarından tezi yok bir endrokrinoloji uzmanına görünün, hemen ama durmayın sakın vakit kaybetmeyin. "
Öffffffffffffff.
Yarın sabah ilk iş o uzmandan bir tane bulup görüşmeyi ve yakama yapışan tiroidsel sıkıntının sadece ilaçlarda kalmasını diliyorum.

Bu arada kısa bir not: Sen benim bu tıpsal mevzularda kara haber veriyormuş gibi oluşuma bakma, unutma ki ben panik bozukluğu olan bir kadınım. Neticede bu lekelere bakıp kendi kendime önce kan kanseri teşhisi koyduğumu sonra karaciğer yetmezliğinden tut da tüm karaciğer hastalıklarını kendime etiketlemiş insanım. O yüzden hastalıklarımı büyütür, ciddiyetini son safhalarına kadar çıkarırım. Ben yeterince endişe hormonu salgılıyorum bunlar için, sen kendini yorma, üzme, bu bana yeter.

10 Kasım 2009 Salı

Kronolojik facebook geçmişim

Yıl 2007 : Aynen şöyle not almışım. (Henüz üyesi değilim.)
Bilgisayar başında geçirilen zamanı üye olan kişi için anlamlandırarak, sırf bunu yaptığı için çevresindekilerce sosyal insan statüsünde sıralayarak, üzerinden bu kadar zaman geçmişken neyi ne kadar paylaşabileceği bilinmeyen arkadaşların bulunduğu, görüldüğü, gösterildiği, göstertildiği site. Buraya kadar yine de her şey tamam diyelim. Düzgün site diyelim.
Anlayamadığım insanların bu siteye üye olmayanlara karşı gösterdiği tepki, tavır ve bakışlar. Ne yani ilkokul arkadaşımın boyunun uzamış, pipisinin haliyle büyümüş olacağını tahmin ediyorum zaten. Önemli olan nokta ben onu neden kaybettim ve neden şimdi tutup onu sanal bir alemde bulmaya çalışıyorum. Kaldı ki deşifre hayatlar ve deşifre ilişkiler sayesinde "bak karım ne kadar güzel" "bak ne kadar şahane bi eşe sahibim" mantalitesi ile etrafına hava basan içi kof, dışı da kof, nereden tutsam elimde kalan oluşum.
Ayrı odaları olan iki erkek kardeşin, dünyanın taaa öbür ucundaki elin adamının hangi yemekleri daha çok sevdiğini ya da hangi müzikleri dinlediklerini bildiği halde kendi içlerinde hiç bir bok bilmeden sanal alem içinde büyüdükleri bir mekanizma içinde bu oluşumu da doğal karşılıyorum diyorum ama aslında hiçbir şey anlamadığımı biliyorum.

Yıl yine 2007 : Kaçamadım kendisinden, üye oldum.
Üye oldum olmasına ama üzerine düşmedim. Karman çorman bir yer oldu benim için. Ne adam gibi fotoğraf albümü oluşturabildim, ne kendime dair bir işaret düşebildim. Çırılçıplak gibi değildim ama sanki giyinik de değildim. Böyle acaip bir şey. Oysa transparanları severim. Ama gönderme yaptığı şey transparan da değil. Neyse işte… Kaçamadım neticede. Tükürdüğümü kısa bir süre sonra yaladım diyelim, facebook accountlu biri oldum.

Yıl 2009 : Dedirtmeyen site facebook… (3-4 ay öncesine kadar)
Bir yararını görmedim, gören var mı bilmiyorum. Üstüne üstlük saçma sapan davetiyelerden fenalık geldi. Yoksay demekten işaret parmağımın yorulduğunu ve gelen videoları izleyemediğimi fark ettim. Facebook demek youtube yokluğunu dolduran bir site demek. Video, video, video…
Bir de kişinin kendi fotoğrafı yerine 3 gün önce doğurduğu bebeğinin fotoğrafını koymasını da anlamadım. O bebek senin bir parçan evet ama inan bana sen değilsin, ne diye o bebeğin fotoğrafı senin adının yanında yer alıyor diyemedim. Tüm bu diyemediklerime de sinirlenip kimseye haber vermeksizin kendimi deactivate ettim. Silemiyor ve tamamen yok olamıyor oluşum da çok canımı sıktı bak. Ay hayır bir de nedenini ısrarla öğrenmek istiyor yapışkan site. Sana ne ayol. Ben kazık kadar kadınım, kimseye hesap vermiyorum, sana mı vericem? diyemedim. Giderken bile diyemediklerimi boğazıma tıkıyor kör olasıca. Klavyenin tuşlarına rastgele basıp hesap verme aşamasını geçebildim de sessizliğe erişebildim.

Dün akşam…
Bir yandan masayı hazırlıyoruz akşam yemeği için, bir yandan günün nasıl geçtiğini filan anlatıyoruz birbirimize. Bloğuma ilk defa video eklediğimi söyledim bizimkilere. Filmden çok etkilendiğimden bahsettim. Oğuz ve Sezen, filmi daha önce izlediklerini söylediler. Şaşırmadım desem yalan olur. İlk tepkim aaa nerde izlediniz? oldu. Af buyurun Facebook denen mekanı unutmuşum.
Sonuç olarak aşağıdaki kısa film facebook müdavimleri için çok bildik olmalı. Bari bilmeyen ve hesabı olmayanlar için paylaşmış olayım, hey facebooklular sizin için çokuncu tekrar olacak kusura bakmayın…

9 Kasım 2009 Pazartesi

El empleo by Santiago Grasso

Annecy 2009 Uluslararası Animasyon Film festivalinde Fipresci ödülünü almış kısa film. Kapitalist sistem içinde bireyin nesneleşmesini sorgulayan / gönderme yapan Santiago Grasso imzalı film. Ben etkilendim. Paylaşayım dedim.

Bir pazar sabahı Pirinç'in oyun hali

Her şey dolabın üzerine çıkmasıyla başladı.


Sözüm ona beni yakalayacak patisiyle, gözlere bak, nasıl hırslanmış bizimki...

Ve dinlenme molası...

Bazen Pirinç yerine başka bir kedinin bizimle birlikte yaşadığını hayal ediyorum. Evet kabul ediyorum saçma bir hayal. Yerine koyduğum kedi, Pirinç gibi olmuyor. Olur mu hiç? Olmaması kadar doğal bir şey yok. Hepsinin ayrı ayrı karakterleri var. İyi ki benim şansıma bu deli kız gelip bulmuş beni ya da ben onu bulmuşum diyorum. Ay kendim doğursam ancak bu kadar severdim yeminlen. Neyse böyle bir pazar sabahı oyun saati geçirdik dün.. öyle...

7 Kasım 2009 Cumartesi

Pirinç'in sabah hali


6 Kasım 2009 Cuma

Ne güzel olurdu...


Hayal...
Bazen işsiz güçsüz ama istekli ama aceleci olmaksızın, istediğim bir kaç konuya fotoğraf ile yaklaşarak, deneyimleyerek, sergileyerek, sergilediğim fotoğraflar arasında şarabımı yudumlayıp heyecandan ölecek gibi olup derin bir nefes alarak, bir dönem, bir gün, bir zaman dilimini yaşamayı arzuluyorum.

Hayal bu ya, biraz daha ileri gidiyorum...
Öyle ki, zemini kendi ellerimle cilaladığım tahta rabıtalardan bir mekan olsa mesela, işe gider gibi gitsem her gün oraya, kapısını açtığımda karanlık odanın kokusu gelip yapışsa yakama, üzerimdekileri çıkarıp atmadan ilk yaptığım şey müziğe başla komutunu vermek olsa işaret parmağımla, sonra şöyle bir dolansam salonun ortasında, günün gazetesine göz atsam kahvemi yudumlarken, bir dostum gelse elinde sabah simitleri, sonra çekilsem işimin başına, iş dediğim de fotoğraf olsa, kitaplar olsa, kısa filmler olsa, müzik olsa, salınsam tüm bunların arasında, kafamı okuduğum kitaptan kaldırıp baktığımda farketsem karanlığın varlığını, mesaim bitmiş haberim yok diyerek toparlanıp bir iş gününü böyle bitirsem ne güzel olurdu...

Gölge oyununa devam

4 Kasım 2009 Çarşamba

Böyle bir gün

3 Kasım 2009 Salı

Kasım filmlerim