28 Kasım 2008 Cuma

mutlu hindi'den sevgiler


koltuklarımızı döşemeciye gönderdik. yere koyduğumuz minderlerin üzerine kuruluyoruz. evimizin salonunda akustik şahane. yaylıları koy oda konseri versinler kıvamında. bu akustik bizim için kaçırılmaz bir fırsat. ouz ile birlikte acapella yapıp ritimler tutuyoruz. tiktakatiktak takatiktaka tırırırıık trak tiktak.. böyle sürüp gidiyor. gitar da bir yerlerde ama nerde.. olsun ağzımız ne güne duruyor.

ayrıca belirtmeliyim ki, bugün içimde mutlu bir hindi var. acapellamıza gulugulugulu sesleri karışıyor. demek delilik insan hayatına böyle sinsi sinsi yerleşiyor. bir bakmışız deliyiz. hem kim değil ki? ıhh.

27 Kasım 2008 Perşembe

metro sahnesi hugo'yu sunar


istanbul metrosunun taksim durağında sahne alan şahane bir sanatçı var, lost'daki hugo'ya benziyor. adını sanını bilmiyorum. ben ona huge diyorum. tombik parmaklara gitar çalmak bu kadar mı yakışır arkadaş. sabahları canlı canlı klasik gitar ruhuma iyi geliyor. onun sahne aldığı sabahlar işe yetişmeye çalışmıyorum. adımlarım yavaşlıyor. oehh kim takar işi, zaten yarın, bilemedin öbür gün buradan gidiyorum. evet itiraf ediyorum sevgili huge seni çok özleyeceğimi hissediyorum. ve gitmeden önce o tombik yanaklarından sıkmak istiyorum.

26 Kasım 2008 Çarşamba

bağlantısal durumlar

özellikle kitap okurken böyle oluyor.

kitabı elime alıp hooop diye bitiremiyorum, aşınıyor da aşınıyor elimde o kitap, eviriyorum, çiziyorum, notlar alıyorum, bazen çok çok seviyorum demek ki kuşlar çiçekler, böcekler çiziyorum.

işte bunlardan sonra yazarın kitabı olmaktan çıkıyor o kitap. tamamen benim oluyor ve acaip bağlanıyorum. kolay kolay da ödünç vermiyorum. ödünç verdiğim ama geri alamadıklarımı da hiç unutmuyorum, kaybettiğim evlatlarımın yasını tutuyorum, getirmeyene değil de kendime kızıyorum. evlat bu paylaşılır mı?

işte kitaplara olan bu tutumumdan yola çıkan biri eğer beni sadece bunun üzerinden değerlendirirse bencil oluyorum, cimri oluyorum, paylaşmasını bilmez oluyorum, aman ne kıymetli malı varmış oluyorum, oluyorum da oluyorum ama bunların hiç birini önemsemiyorum. insan bu, hangi nesneye, kişiye anlam yüklerse onu zor paylaşıyor, misal benim evime biri gelse ve annemin el emeği göz nuru sandıklarda saklayıp gün ışığına çıkarmadığım dantellerimi, örtülerimi filan alsa götürse hiç sesimi çıkarmam, ohh gittiler de kurtulduk ev rahatladı vallahi, bazamızda yer açıldı derdik. ehehe.. annem çok üzülürdü tabi orası ayrı, bir gün geniş bir evde bunları kullanacağıma dair bence hala umut taşıyor o saf yüreğinde, olsun onu da üzmek istemiyorum, kullanırım tabi deyip geçiyorum.

asıl söylemek istediğim aslında kitapların altını çizdiklerim ile ilgiliydi. işte bu çizdiklerimi üşenmiyorum bokunu çıkarıp yazıyorum, işte o yazdıklarımı zaman zaman okuyorum. ve altını çizdiğim ile ilgili benzer bir konuyu başka bir kitapta gördüğümde ya da yaklaşım sezdiğimde bu ikisini biraraya getirmekten inanılmaz keyif alıyorum..

işte aşağıda puzzle parçaları gibi birbirine bağladıklarımdan bir kaç tanesini sıralıyorum..

Abidin Dino - Yaşar Kemal konuşmaları / Guguk Kuşu filmi ve Jack Nicholson

Yaşar Kemal Abidin Dino' ya "sizinle yaşamım boyunca hep kendi kendimle konuşur gibi
konuşmaya alıştım, onun için size mi yoksa kendime mi konuştum anımsamıyorum..." der.

Guguk Kuşu filminde Jack Nicholson(karakterin adı Mcmurphy olabilir) sağır ve dilsin olan şef' e basketbol oynamasını öğretmeye çalışır ancak bir görevli araya girer ve aralarında şu şekilde konuşma geçer.

Görevli : ne anlatmaya çalışıyorsun? en ufak bir şey duymadığını sende biliyorsun.

Mcmurph : ben onunla konuşmuyorum. düşünmeme yardım ettiği için kendimle konuşuyorum.

Meteorlar ve Altın Damla / M. Tournier

Meteorlar ;
bir yüz benim gözümde bedenin öteki yerlerinden daha çok erotizm yüklüyse işte bu aşktır. şimdi yüzün insan bedeninin en erotik yeri olduğunu biliyorum.

Altın Damla;
insanı aşkla sevildiğini kesin bir şekilde ele veren bir işaret vardır. bu onun yüzünün bizde tüm vücut parçalarından daha fazla fiziksel arzu yarattığı zamandır.


Çığlık atma sahnelerinin ardından camların kırıldığı filmler.

  1. die blechtrommel (Teneke Trampet)
  2. run lola run
  3. the city of lost chilren

25 Kasım 2008 Salı

hazırlıklara devam


Geceleri sağlıklı uyku düzenim kayboldu gitti, kuş uykusu gibi. bir uyanık yarım uyur halde uykuya dalana kadar canım çıkıyor, ertesi gün sallanıyorum. Ama bu süreci gidiyor olmaya veriyorum.

Ouz ılık süt içersem belki uykumun geleceğini düşünerek kalkıp süt ısıtmaya gidiyor, iyi de nasıl ısınacak o süt sorarım sana sevgili koca. Cezve yok, tava var ama olmaz ve bir de kocaman bir tencere var, bak o olur. Annem evimizi toplamak için gelip lazım olur düşüncesi ile kocaman tencereyi kolilere koymamış ancak lazım olmaz düşüncesiyle şeker, oralet, kahve gibi zorunlu tüketim mallarımızı kaldırmış. Hayır sanki iki kişi o kocaman tencerede yemek yapacağız, neyse. Ouz koyuyor tencereye bir miktar su, içine oturtuyor süt kutusunu, ısınıyor sıcak su, dolaylı yollardan süt de ısınıyor. Kocam zor şartlarda ısıtmış olduğu sütü getiriyor ve içer misin diyor. içmez miyim hiç?


Okuduğum, izlediğim, dinlediğim şeylerin sevdiklerimi çağrıştırmasına ve içimde enerji yüklü fitili ateşleyerek zihnimde salınmasına bayılıyorum. Bu konu hakkında daha sonra detaylı yazmayı istiyorum. Mesaimden çalarak şimdilik bu kadar diyorum.


bu arada evet hoşçakal istanbul 5

cezir konuşmaları

gün/sabah/ben...






adım cezir.yaşadığım apartmanın arka balkonda çiçek yetiştirdiğime bakılırsa sıra dışı bir insanım. yaşadığım sokakta bu kadar komik saçları olan, yaşadığım kentte adı cezir olan tek kişiyim. günaydın. ceziiirrrrr. beni çağırıyorlar, çoğunlukla adım böyle uzatılarak çağırılıyorum, böylesinin insanların daha fazla hoşuna gittiğini bildiğimden olsa gerek, sesimi hiç çıkarmıyorum. yüzüme bakarlar önce ve güldüğümü düşünürler benim, ve gülümserler.

gülmek; yüzünüzdeki kasları olağan hallerinden alıp bir ip gibi germek değil midir? öyledir. ipin üzerindeki cambaz sizsiniz. üzerinden her an düşebileceğiniz ip sizin. başkasının yüzüne yaklaşıp, gülmek istiyorum bana yüz kaslarını ödünç verir misin diyemezsiniz. diyelim ki dediniz. önce yüzünüze boş boş bakarak, ”deli midir nedir?” diyerek içlerinden, isteğinizin şaşkınlığını üzerlerinden atar atmaz size gülerler. karşınızdakinin yüzünde o alaycı kahkaha patladığında isteklerinizin de bir sınırını olduğunu ve kendinizin dışına çıkıp, bir başkası yerine gülebilme ihtimalinizin olmadığını öğrenirsiniz. içten gülmek deyiminin kaynağı belki de bu, belki de sadece gülerken, gülümserken; içinizden geldiğiniz gibi, yani sizsiniz, kim bilir?

dış görünüşümün komik olduğunu, size komik geldiğini biliyorum. bana bakıp istediğiniz kadar gülebilirsiniz.

adım cezir.

günaydın.

21 Kasım 2008 Cuma

planlar



Önümüzdeki hafta sonu edirne'ye taşınıyoruz ya, günlerdir içimiz bir tuhaf. zamanla pirinç' e benziyorum sanki. evimizin düzeni değiştiğinde ruh halim de etkileniyor. ama bu plan yapmaktan bizi alıkoymuyor. hemen ilk üçü sıralıyorum.



  • aşağıdaki yazımda yeralan fotoğrafları 2 ay kadar önce annemleri ziyarete gittiğimde çekmiştim e tabi edirne'de. işte oraya taşındığımızda bu serinin devamını getirmek için can atıyorum, adeta kıvranıyorum. dün akşam janisjr ile telefonda konuşurken gel diyorum, beraber fotoğraf turuna çıkarız diyor. yeni evimize gelip bizimle vakit geçirmesini çok istiyorum.


  • uzun zamandır ihanet ettiğim yazıya dönmeyi umuyorum e tabi yine edirne'de, şimdi dağınık, karmakarışığız.


  • Mehtap'ın kedili kanaviçesini işlemeye başlamayı istiyorum, bu sefer bitirmeyi de istiyorum. köpekli olanlar yarım, belki kedililer bitebilir pirinç'in hatrına.


Ayrıca Merope bu kanaviçeyi görse bayılır diye düşünüyorum. Bayılır mısın merope sana diyorum.







bizden misiniz?


"çingene çıt çıt arkası bit bit, bir kaşık ayran sabahsı bayram" tekerlemesini öğrettiler bize mesela mahalledeki büyüklerimiz, ne zaman çingene görsek önümüzden geçip gitmelerini bekler, arkalarından bunu söylerdik ne söylediğimizi, ne yaptığımızı bilmeden. çocukluk işte. biz ne zaman oyuncaklarımızdan sıkılsak, "bilmem kaç vitesli yeni bisikletler çıkmış anneaee" diye sızlansak annelerimiz "sus bakiim, nazmiye’nin bisikleti bile yok" der elimizdeki ile yetinemediğimizi başımıza kakardı. evet benim nazmiye yüzünden 18 vitesli bisikletim hiç olamadı ve evet o zamanlar gıcık oluyordum kendilerine. gidin burdan pis çingeneler.
sonra sonra anladık olayın vehametini, birlikte oynamayı denedik. gerçi çok bilmiş büyükler sayesinde onların oyun arkadaşları ancak ya kendileri gibi kara çocuklar ya da köpekler olabilirmiş. biz onlarla kendimizi bir tutmamalıydık. başlarda gizli gizli de olsa kendimizi bir tuttuk, onlara bisiklete binmesini öğrettik, onlardan köpeklerin tüylerinin arasından kene ayıklamayı öğrendik. çamurun güzelliğini, deterjan reklamındaki gibi kirlenmek güzeldir sloganı ile dolaşabilmeyi, kim takar 18 vitesi, bu bisiklet de güzel bak çın çın öten zili bilem var diyebilmeyi, evcilik oynarken tuğlaları ezip kırmızı biber tozu yapabilmeyi, azla yetinmeyi ve işte buna benzer daha bir çok şeyi. tenleri, gözleri, giyimleri sonra isimleri değişik olan bu insanlar bizim için evet biraz garipti. ayıcı fatma, leylek hayriye, deli emine, bangi hüseyin.. arkalarında bit, yüzlerinde hüzün taşıyan, görmezden gelinen, uzak durulan, itilen, aşağılanan, bizden olmayan, dışlanan, içeri sokulmayan, kaybettirilmeye zorlanan, sadece yaşamaya çalışan ama keyifli, ama renkli, ama coşkulu, ama umutlu.




kalemimin sapını gülle donattım


işte budur. elimdeki kitap. sıradışı çalışan bir zihin akışının kalem süzgecinden bize kalanlar. patlamış mısır gibi, coştukça coşuyor besbelli yazarken ferhan abi, sonra kendi hızına kendi de yetişemiyor. okurken kahkahaya boğulmak, düşünmek, gülmek, gülümsemek kalıyor. patlamış mısırlar tavana fırlıyor. film izler gibi okuyorum. kitap okur gibi izliyorum. herşey birbirine karışıyor. bazı insanların ferhan şensoy'u neden sevmediğini anlamayamıyorum. bu kitabını okudunuz mu ey sevmeyenler? ah bir okusanız..

işte bu durumda kendime kızıyorum. istiyorum ki güzel birşey okuduğumda sevdiklerim de okusun, izlesin, aynı tadı alsın, onlar da gece yatağına yatıp gözlerini kapadıklarında okuduğu kitabın sahneleri gözlerinde canlansın. olmuyor. her şey herkese aynı oranda ulaşmıyor, değmiyor ve bazen teğet bile geçmiyor. bu durumdan ötürü kimseye kızamam ki. ama olsun ben ne zaman güzel bir yer görsem, bir yerde harika bir kahve içsem, keyifli bir kitap okusam, bir film izlesem sevdiklerim de görsün, izlesin, içsin, yaşasın kısacası onlar da duyumsasın istiyorum. kötü mü?

tanışalım


işte pirinç. kızım. 6 küsür yıldır benle. beyazıd sahaflarından salonuma bir geldi, hiç gitmedi. hiç de gitmesin. varsın misafir sevmesin, çocuk sevmesin. varsın koltuklarımızı mahvetsin. kimin umurunda!

20 Kasım 2008 Perşembe

hazırlık


Bambaşka bir kente gidiyor olmanın yarattığı karmakarışık günlerin ve duyguların içindeyiz. Başka bir şehre taşınmak sanıldığı kadar kolay değil, yıpratıcı, en az kalmak kadar!! Önümde bir yol var ve ben kayıtsız şartsız kabulleniyor, şimdilik sadece kurallara uyuyorum. Veda ettiğimiz yer İstanbul. Vazgeçilemeyen şehre sırtımı dönüyorum. Kutu kutu pense oynamaya pek benzemiyor.
Evimizin bir odasını koli odası yaptık ve geri sayıma başladık.. hoşçakal istanbul 10