31 Mart 2010 Çarşamba

Güzel bir günün başlangıcı





İstanbul'da kahvecilerin birinden termos satın almıştım vakti zamanında. Üzerinde pembe kırmızı balonlar var, bu sabah evden çıkmadan önce çayımı koydum termosa, kitabımı da aldım yanıma, her zamankinden erken çıktım evden, bu bahçe işyerimin hemen yanında ve amacım burada kahvaltı ederek kitap okumak ve buradan işe geçmek. Neredeyse 45 dakika zamanım var, yani süper. İşletmecileri kafalarına estikleri gibi -ya da öğle saatlerinde diyelim- gelip açıyorlar lokali, onlar açana kadar da masalar öylece bekliyor, yaza doğru masalardaki manzara biraz daha şenleniyor, muhtemelen çok geç kapatıyorlar ve o saatte masalardaki bira şişelerini, rakı kadehlerini toplamaya üşeniyorlar, kafalar da güzel, ehhh diyor olmalılar kim uğraşacak şimdi, yarın gelince toplarız. Kalkmak için geriye itilmiş sandalyeler bile geriye itilmiş hali ile kalıyor, sanki bomba atılmış da aniden kaçışmışlar. Masaların o halini ne zaman görsem gülümsüyorum.

Bu sabah evden çıktığımda çiselemeye dair işaret bile vermeyen yağmur, ben lokale vardığımda birden hızlandı. Lokalin bahçesindeki masalar temiz ama terasın masaları dağınık yine. En derli toplu olanına iliştim, bisikletimi de terasa park ettim, ıslanmasın tabi. Çayımı aldım elime, açtım kitabımı, "20. sual: Aslan Ağa Tomruk Emini'ne neden gitti?" bölününe başladım. Kâh okudum, kâh kargaların çöp toplama sevdasına takıldım, kâh yan tarafta işleyen inşaata baktım, kâh yağmurun çimenle karışık kokusuna karıştım, güne işte böyle başladım.

Uzun zamandır beklediğim an




Bilenler bilir, ben bu amca ile kesişmek için çok çaba harcadım. Nihayet dün akşam yolumuz kesişti, kucağındaki Ahmet 17. torunu. Sert mizaçlı çıkmadı bu amca, boşuboşuna korkmuşum kendisinden, gerçi altyapı çalışmasını yapmış ve maaile tanışmıştım. Özellikle ortadaki fotoğrafın netlik sorunu var ama yine de yayınlamayı uygun buldum zira ifadesine kıyamadım. Ama dediğim kadar var di mi? Haksız değilim di mi? Bence de evet. Gerçi fotoğraf açısından çok süper olmayabilirler, çok heyecanlandım, elim ayağıma dolandı, ne yapacağımı şaşırdım ama olsun bu da yeter...

30 Mart 2010 Salı

Öyle işte Kelkedi

Ben bal arısı gibiydim senden önce
Bak pervanelere döndüm seni görünce
Yana yana kül olsam her an, yine de senden ayrılamam
Yoluna adadım ömrümü ben sensiz olamam...

Yana yana kül olsam her an, yine de senden ayrilamam
Bin yıl yaşasam yine sana doyamam...

Özdemir Erdoğan'ın pervane'sine saygılar sunarak, günün anlamına içerik olarak pek uymasa da iyi ki doğdun demenin bir başka şeysi şimdi benim için...

Öyle işte kelkedi, bazen konuşamam bilirsin, bugün de onlardan biri. Bugün güneş çok güzel battı, ben yolda gelirken ve hayatın akşamüzerine sıkıştırdığı sürprizimi kucaklarken, akıp giderken bazı şeyler nasıl desem öyle işte be kelkedi... Derin nefesler alırım, bilirsin.. Sarıkız'ın yeni yedi yavrusuyla tanışırım, tarlalardaki ıssızlığa bakarım... Sen ne zaman yeni yaşının kutlamasını yapsan, bahar gelir bu yarımküreye bilir ve kelinden öperim.

28 Mart 2010 Pazar

5. Kitap, devetabanı ve bir pazar

Dün sabah bitirdim kitabı. Okuduğum yazarların diğer kitaplarını da okumayı sevdiğimden ama bu konuda çok da disiplin sahibi olamadığımdan yakınır dururum. Hazır yazarın hepi topu iki kitabı var, birini okumuşum, ikincisi de aradan çıksın mantığı ile hareket ettim, yalan yok. Kitap hakkında çok fazla söze gerek yok. Malum Afgan halkı ve hüzün dolu hikayeleri olan kadınları... Akıcı dili ile elimde çok fazla konaklamayan bu kitabı raflarıma uğurluyorum.

Not: Yukarıdaki fotoğrafın ışık sorunu olduğunun farkındayım ama idare et, patlayan ışığı hoş gör...

Ve işte yeni pencere önü düzenimiz. Öncesinde bu koltukların yerinde ikili koltuk vardı ki sırtımız ister istemez pencereye dönüktü. Geçen haftanın yorgunluğunun acısını bu hafta bu koltuklarda gazete okuyarak çıkardım.

Ve bahsettiğim devetabanımız. 2005 yılında girdi hayatımıza, ne yalan söyleyeyim ilk aylarda pek önemseyerek bakmadım, sanırım bitkilerle yakın temasım da yoktu o günlerde. Yeri geldi uzun süre susuz kaldı, yeri geldi yüzüne bakılmadı. Yaşama bu kadar sıkı bağlandığını ve bizi kolay kolay bırakmayacağını görünce daha mı sevdik ne. İlgimizi üzerine verdiğimiz dönem içinde saksısının ona küçük geldiğini de farkettik, çiçekçilere bakıma da götürdük. İstanbul'dan taşınırken evimizin en son eşyası olarak o veda etti ve ilk o merhaba dedi yeni evine...

Verdiği her yaprak cidden evde bir sevinç bizim için. Yapraklarının formuna, kıvrımlarına hayran olduğum başka bitkilerde var elbet ama bu devetabanı ile çok fazla vakit geçirdiğimden olsa gerek, gözüm kapalı yapraklarını çizebilirmişim gibi. Hoş çizim yeteneğim de Cin Ali çizebilme mertebesinde ama.. Bazen evin bir odasının duvarlarını devetabanı çizimleri ile doldurmak istediğim oluyor ama bu işi yenetekli biri yapsın tabi sonra yeşilin tonlarını yerleştirsin bir güzel yapraklarına... Bence güzel olurdu. Evin içinde sahicisi de olsun duvarda çizimleri de...

Onsuz bir gün geçmediği ve elbette kambersiz düğün olamayacağı için burada bu kedi...

27 Mart 2010 Cumartesi

Queen'den dinliyoruz: I want to ride my bicycle

Sabah işe 5-7 dakika arası bir süre içerisinde bununla geldim. Farkettiysen önünde sepeti var. Bu sepet portatif. Pıt diye çıkarıp pazarda koluna takıp alışverişini yaptıktan sonra yine direksiyona yerleştiriyorsun.

Bisikletimin rengi pembe. Jantları kırmızı, lastiklerinde beyaz şeritler var, yani tam olarak görmemişin bisikleti olmuş durumunda. Şimdilik gölgesini paylaşayım dedim. Bir ara kendisinin de fotoğrafını yayınlar, kendime o fotoğraf sayesinde "çello da ne çingeneymiş" dedirtirim.

25 Mart 2010 Perşembe

Beni bekle ey bisiklet, seni almaya geliyorum

Her küçük kentte olduğu gibi burada da var çarşı kavramı. Alışverişin aktığı ana damar. Kahveler, dükkanlar, tarihi çarşılar hemen hemen aynı arena içersinde boy gösteriyor. Akşam üzeri bisiklet bakmaya gideceğim bu arenaya. İşe gidip gelirken kullandığım yol, hem yürüyüş için hem bisiklet için ideal. Hoş olur bence. Yıllar sonra pedallara basmak için can atıyorum. Bekle beni, geliyorum.

Edit; Evet, aldım. Ama yarın akşam gelecek, beğendiğim bisiklet üzerinde bir kaç değişiklik istedim, esnaf tanıdık ya, "sıkıştırma beni, zaten akşam olmuş, ben yarın akşam evine bırakırım olur mu" dedi. Ee olur. Eve girerken Fevzi Abi'yi gördüm, Ah dedim ben de sana geliyordum. Soru işaretleri ile baktı yüzüme. Bana garaj lazım, benim artık bir bisikletim var. Kazan dairesini gösterdi. Üstelik apartmanın yanından girişi var, bu ne demek, öyle elimde bisiklet merdiven çıkmakla, inmekle uğraşmayacağım, sitenin yanından hooop garaja..

23 Mart 2010 Salı

Bir Zaman Serisi : Aylardan Mart

Çok heyecanlıyım. İlk buluşmamız. Erken mi geldim acaba?


Tam da uyku saatime randevu vermişim bak görüyor musun, hay aksi..


Eee nerede kaldı bu? Mart bitmeden gelse bari...


Ay o arada kendime çeki düzen vereyim, makyajım nasıl?


Biraz da O beklesin. Başım da ağrıyor zaten… Erkek kaprisini hiiç çekemem şimdi.


Son bir şans için geri geldim. Kadınlık gururum ayaklar altında...


Bu kadar zamandır beklediğimi tanıdık biri görmese bari...




Anaa fıstık mı bu..


Napıyorum ben dakikalardır, arkama dönüp bakmadan gidiyorum, bak bu sefer kesin!


Hem zaten elimi sallasam ellisi, hıh…

Evet kabul ya hepçi ya hiççiyim...

Bana biri çıkıp "sen ya hep ya hiççisin" dese hiç itiraz etmem, boynumu büker, haklısın der önüme bakarım. Yaptığım bir çok edimden okunur bu durum. Bir dönem sürekli okurum, dünyayı görmez gözüm, hadi biraz film izleyeyim sonra da kitap okuyayım gibi bir akış sözkonusu olamaz, kusana kadar film izlediğimiz günleri geride bıraktık, kusana kadar dizi izlediğimiz günleri karşıladık, araya puzzle girdi, bitirine kadar evde yemek yemenin dışında neredeyse başka hiç bir şey yapmayarak puzzle günlerimizi uğurladık. Buradan şu sonucu çıkarıyorum, masaya konmuş olan lezzetlerin hepsine aynı öğün içerisinde bakabilmek bir meziyet.

Mutfak konusunda da kendime göre tutarlı olduğum söylenebilir. Bir dönem gelir gece yarıları turtalar yaparım, hiç üşenmem, çok sık haşır neşir olduğum için dolapta un ne kadar kalmış, toz şeker ne durumda, hepsini bilirim. Oturduğum yerden kalkmadan evde var olan malzemelerle ne yapabileceğimi bilirim, tabi tüm bunlar mutfakta "hepçi" olduğum döneme denk gelir. "Hiççi" olduğum dönemde değil un, şeker, ekmek var mı onu bile bilmem, yemek yapmak bir yük, bir bela, cansıkıcı bir ödevdir. Bir an önce kışkışlamak istesem de başaramam, hiççi dönem sona erdikten sonra tatların kollarına bırakırım kendimi. Hiç bir yemeğin yapılışı zor gelmez, yeter ki malzeme olsun, gerisi kolaydır.

Tüm bunları neden anlatıyorum, dün akşam mutfakta "hepçi" döneme girdiğime dair çeşitli işaretler gördüm kendimde. Bunun ilk ışıklarını pazar alışverişi esnasında ous'a verdiğim sebze siparişlerinden anlamalıydım, zira daha önceki alışverişlerinde ne almamı istersin soruna verdiğim yanıt, "ay bilmiyorum kafana göre takıl işte" iken şimdi "bakla, kabak, kereviz gibi sebzeler bulursan al ve elbette bol yeşillik" öneri cümlesi kurdum, dönem değişikliğine dair ikaz ışıkları nasıl yanıyor bak...

Dün akşam iş çıkışı önce anneme uğradım, sonra eve geldim, yemek kısmını kahvaltı ile geçiştirdik ama yemekten sonra pazar alışverişinden ve verdiğim siparişlerden sonra elde neler var ve bunlarla neler yapılabilir düşüncesiyle işe giriştim. Bir yandan ben çalıştım, bir yandan ous'u çalıştırdım, iki çeşit yemek yaptık, yemek yaparken mutfaktaki tv'den Türk Malı dizisine takıldık. Erman karakteri bizim aileye çok tanıdık geldi. Bağırsakları ile olan haşır neşirliğini sevdik, sifona basınca -ya da çekince- suyun tazyiğinin klozetin etrafında yeterince dolaşmamasına dair gözlemini tuttuk, tuvaletten çıkınca bir süre kimse kullanmasın uyarısına gülümsedik ve mutfaktaki ilk "hepçi" gecemizi bitirdik.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, tekli koltuklarımızdaki okuma seansımızdan ilkini dün akşam gerçekleştirdik. Bin Muhteşem Güneş'e devam etme kararı aldım. Sanırım içine yeterince girince gitmeme izin vermedi ki kıyamadım kendisine.. Yolculuğa devam...

22 Mart 2010 Pazartesi

Değişiklik iyidir

Bir pazar günümüz var dinleneceğimiz, onu da evimize hediye ettik, yorulurken dinlendik bir nevi. Salonun şeklini değiştirdik, her şey "ben pencere kenarından dışarıya bakıp tarlaları da izlemek istiyorum bir yandan kitabımı okurken" demiş olmamla başladı. Tekli koltukları aldık, pencerenin önüne koyduk, arasına fiskosfiskos masasını, üzerine abajurumuzu ve kitaplarımızı, perdeyi açıyorum ve dışarıya bakıyorum, tarlalar yeşeriyor, salonda her şey tam istediğim gibi, tarlalar yakıştı koltuğa, yeşil pek bir iç açıcı. Üstelik devetabanı kocamaaaaan dev bir yaprak hediye etti bize geçen hafta, onu da aldık mı daha gözle görünür bir köşeye, böylece kapıdan salona bakınca ilk devetabanı karşılıyor insanı..

Tüm gün evle uğraşmakla geçti böyle, her iki balkonu temizledim. Çalışma odasındaki çiçekleri balkona çıkardım, yatak odasının yolluklarını güneşe bıraktım, çarşafları değiştirdim, toz aldım, çamaşır makinesini hiç boş bırakmayıp köle gibi hep çalıştırdım, gardrobu toparladım, çekmeceleri de elden geçirdim, daha ne olsun bence çok güzel çalıştım.

Günü banyoda, ous'un uzamış iki tel saçını kazıyarak bitirdim. Onun için saç tıraşı olmak değişik bir duygu, her defasında ferahlıyor, onun ferahlığı bana bulaşıyor. Yüzünde rahatladım ifadesi. Yanağında ve kelinde sıhhatler olsun öpücüğü.

20 Mart 2010 Cumartesi

İsteklerimden öğrendiğim şeyler var

Ben öyle isteklerimi pek kolay elde edemem. Bir miktar ter dökmem, her seferinde sabretmem ve beklemeyi öğrenmem gerekir. Benim yaşam ile imzalamış olduğum sözleşmede gözümden kaçmış bu madde. Bilsem böyle olacağını, göz göre göre imzalar mıyım?

İstediklerimin benim onlardan vazgeçtiğim bir anda karşıma çıkması da ayrı bir yazı konusudur. Ben ümidi keserim bir bakmışsın ki yana yakıla beklediğim karşımda. Hiç beklememiş gibi, birdenbire çıkmış gibi karşıma, sevinirim. Tüm bunların yanında bu genellemelerimi bozacak şeyler de olmadı değil. Gecenin bir yarısı durduk yerde, şimdi irmik helvası olsa da yesek dediğim bir anda kapı çalıp komşunun irmik helvası getirmişliği de mevcut. Her kişi kendi kişisel istek listesini yaşadıklarıyla kurar, ilmek ilmek örer, madde madde sıralayıp zaman zaman onları bir güzel cilalar, gözden geçirir, kimi zaman kimi maddeleri listenin dışına atar, kiminin sırasını değiştirir, kiminden el mahkum vazgeçer. Kişisel istek listesi tarihine bir bakılsa kayıp nice madde bulunur, kimine burun bükülür ay bunu mu istemişim, kimi pek bir ulaşılmazdır ama nedense ulaşılır görünmüştür, kimi pek bi basit, kimi pek tantanalı...

Maddesel isteklere mi daha zor ulaşılır, yoksa maddesel istekler işin kolay kısmı mıdır bilemem. Her kişinin kendi istek listesi kendine pek bir şaşaalıdır işte, bunu bilirim.

Benim şaşaalı listemde geçen yıldan bu yana bekleyen o fotoğraf bugün çekilemedi, ya ben yetişemedim, ya da amca bugün hiç gelmedi, bilmiyorum, soramadım çünkü oraya vaktinde gidemedim. Ben bu olaya güzel bir yanından bakmasını nasılsa bir şekilde beceririm, beklediğim fotoğraf da günün birinde karşıma çıkarsa ne ala...

19 Mart 2010 Cuma

Tamam 17.30'da buradayım

İşten çıktım, eve geliyorum, gökyüzü daha geç kararıyor ya, benim işten çıkış anlarımda etraf gözle görülür oluyor. Uzun zaman sonra onlarla ilk kez karşılaşıyorum, özlemişiz birbirimizi. Geçen sonbahar kucakta bebe olan Ahmet yürümeye başlamış. 20 Temmuz 2009 tarihinde buraya da not düştüğüm beyaz sakallı amca daha sonra öğrendim ki Ahmet'in dedesiymiş. Bu akşam da ailecek oradalar, çöplerden topladıkları eşyalar ve at arabaları bir kenarda öylece duruyor, atlar yeşil bir alan bulmuş, başlarını otlara gömmüş, nefes almadan kemiriyorlar. Geçen yazdan bu yana çok kez karşılaştık bu aileyle. Oturup sohbetler de ettik. Yeri geldi işlek bir caddede, yeri geldi Devlet Hastanesinde karşılaştık. Ahmet'in babasının cezaevinde olduğunu da biliyorum ya onu soruyorum, 10 güne kadar buradaki açık cezaevine gelecekmiş, sevindirici bir haber onlar için, yüzleri her zamanki gibi gülüyor. Geçen yazdan bu yana aklımdan silemediğim beyaz sakallı amcayı merak ederek soruyorum. "Ah be abla babam biraz önce gitti" diyor Ahmet'in dayısı. İçimden bir tüh sesi. Yarın gelir mi diye umutla soruyorum, fotoğrafını da çekmeyi istediğimi ekleyerek.

Böyle işte bu aile, çoluk çocuk, üzerlerinde bir neşe, gözleri nasıl gülüyor anlatamam, akşam üzeri etleri atmışlar mangala, adamın elinde bir karton parçası, bir yandan etleri çevirerek bana dönüyor ve yarın gel diyor ama daha erken... Tamam, 17.30'da buradayım...

Sorarım sana, heyecanlı olmayayım da ne olayım hı?

Yarımlar kalanlar, tek bacaklı m ve Zamanın Tozu

Eve gidip yarım kalmış olan 7 Kocalı Hürmüz'ü bitirip, 1 bölüm Gossip izleyip, taaa hafta başında toplamak için dağıttığım ama henüz tam anlamıyla toplayamadığım gardrobuma sihirli ellerimi değdirip ardından kendimi Bin Muhteşem Güneş'in kollarına bırakmak istiyorum.

Bin Muhteşem Güneş demişken, henüz tam olarak kitabın içine giremeden hikaye Nana'ya veda etti, ne olduğunu bile anlayamadım, akşam "hadi ordan" diyerek okuduğum bölümü bitirip kitabı komidinin üzerine bıraktım. İçimden bir ses "bırak" diyor bu kitabı, üstelik çok gevşeklik ettim kitap konusunda, biraz daha ciddi okumalara geçesim var. Janis'den kopyasını aldığım Budizm var, Janis sen var ya böyle tavukları yemler gibi gelip önüme bir tane buğday tanesi bırakarak hani neredeyse meditasyonun m harfinin ilk bacağını çizerek gittin, gerisini de bana bıraktın. E öyle de olması gerekiyor kabul ediyorum, içimin o tarafı kımıl kımıl...

Bugün öğle saatlerinde "Çello abla sana kargo var" dedi çocuk. Çello abla da çok komik oldu kabul ediyorum. Neyse konumuza dönersem, beklemediğim her kargo benim için sürpriz. Böyle neşeli neşeli koştum kargocunun yanına, kargocunun elinde bir zarf. Anaaaaa inanmıyoruummm diyerek ne çıkacağını az çok bile tahmin edemeyerek açtım. Çok sevgili biricik Cenk, Zamanın Tozu'nu göndermiş. Angelopoulos benim için hüzün, yavaşlık, hikaye, görsellik ve biraz da hediye oldu. İlk uygun zamanda izleyeceğim...

Bugün cuma, gökyüzünde güneş, hafta sonu yine belki güneşe veririz kendimizi kimbilir.

Uzaklarda arama kendini

Gölgen kadar yakınsın kendine... Hoyrat davranma hem kendine, hem gölgene...

18 Mart 2010 Perşembe

Uykunun kolları tatlıdır

Zannediyorsun ki zaman senin arkadaşın. Ama değil. Ne kadar toy, ne kadar akılsızım bazı zamanlar. "altı saatlik uyku bana yeter, zaten ömür geçiyor, uyku da mı kaybedeceğiz bu değerli zamanı" diyerek atıp tuttuğum günler mevcut. Oysa uyku en zayıf yanım. Eğer yeteri kadar uyumazsam, yürüyen bir bombaya dönüşüyorum. Cansıkıntım pik yapıyor. Huysuz ve mızmız oluyorum. Yetmez gibi atak geçiriyorum. Ya pışpışlanması gereken bebek kıvamında oluyorum, ya da yanından hızla uzaklaşılıp kaçılası mahallenin delisi...

Uykuya olan bu zaafım, onsuz olduğum günlerdeki hırçınlığımı farketmemle başlıyor. Hoş, o hırçınlığı farketmemek için zaten kör olmak gerek. Tel tel olmuş sinir sistemim kuduz köpek gibi salyalarını akıta akıta sağa sola saldırıyor. Yurtta kaldığım günler var geçmişte. Uzun, geçmek bilmez yıllar silsilesi. O günleri neredeyse unuttum. Bir kaç anı var sakladığım o günlerden, hepsi bu. İşte o günlerde yatağımın başucuna astığım bir yazı var, bir nevi uyarı levhası. "5.5 şiddetinde deprem olsa dahi beni uyandırmayın, ben kendim uyanırım." Bu ne demek? Uyandırılmaktan nefret ediyorum demek. İstiyorum ki kimse beni dürtüklemesin, seslenmesin, uykunun kollarından zınk diye çekmesin. Bütün sigortalarım atmış başlıyorum güne. Başlamamış olayım istiyorum.

En az uykusuzluk kadar uykuya dalma anı da çok kıymetli bak. Uykuya daldıktan sonrası sorunsuz. İstediğin her sesi çıkarabilirsin. Ama ben dalmadan önce özellikle poşet sesi, sifon sesi, su sesi. Bunlar kritik sesler. O seslerden sonra, gözlerimden yaşlar akıtarak yanıma gelen uyku tazı gibi hızla koşarak uzaklaşıyor yanımdan. Yerine bir doz sinir meşalesi bırakıyor.

Gündüz uykuları apayrı bir konu. Biri bana "huzurlu bir hayal kur" dese, içine mutlaka uykuyu katarım. Yeni temizlenmiş derlenip toparlanmış mis gibi kokan evimde, çarşaflar değişmiş, mevsimlerden yaz, balkonun kapısı aralık kalmış, püfür püfür bir rüzgar esiyor dışarıda ama öğle sıcağı da bastırmış, temizlik sonrası duş almışım, bornozla filan uzanmışım yatağa, tiril tiril bir nevresim almışım üzerime, elimde kitabım, gözlerim okurken okurken içim geçmiş pıt diye, uykuya dalmak üzere olduğumu bile anlamamışım...

Birlikte bir evi paylaşmanın kolay olmadığını biliyorum. Herkesin kendine özel ritüelleri var. Zamanla, bir bir öğreniyor insan. Kurallara göre oynamasını başarabiliyor. Kuralları uygularken oldukça komik çözümler de üretiyor. Poşet ses çıkarmasın da Çello uyanmasın diye usulca o poşeti alıp balkona çıkıp orada hışırdatarak işini gören ous, sırf sifon ses çıkarmasın diye yarın öbür gün klozeti de balkona taşımaya kalkar mı? Merak ediyorum.

Yine gölge ille de gölge


Belki bir gün, gölge gördüğüm zaman, fotoğraf makineme elim gitmez ... O gün gelene kadar, sıkılana kadar...

17 Mart 2010 Çarşamba

Zihin dediğin dağınık olur be Çello

Yeni kayıt kısmına tıkladım, izninle sayıklama hakkımı kullanıyorum.

Bir arkadaşım var, bir çok arkadaşım gibi şimdi O da benim için mesafesel bakımdan uzakta. "Nasılsın?" sorusunu ne zaman yöneltse bana "kafamı toplamaya çalışıyorum" cevabını veriyormuşum. "Senin kafan ben bildim bilesi dağınık" diyerek halime gülerdi. O söyleyene kadar farketmemiştim, haklıydı aslında. Onunla ne zaman konuşsam zihnimi toparlamaya çalıştığıma dair kendimde bir his uyanıyor. Zihin dediğin zaten hep çok karmaşık olması gereken bir alan değil mi? Ne diye raflara dizer gibi dizmeye çalışıyorum kendimi... Arkadaşıma gelince, kendisi ile iletişime geçmek için tanımsız bir ölçek var kullandığım. Bu dünyanın zaman dilimlerine pek denk düşmez. İçeriden bir yerlerden bir alarm çalar, hoop ararım. Bu bana özgü değil, bilirim. Bugünlerde içimde tam açıklayamadığım tuhaf durum Janis'in gidişinin yarattığı boşluk ile harman oldu, işte o arkadaşımı arasam ve "Nasılsın?" diye sorsa yeniden bana "Hem bekliyorum hem kafamı toplamaya çalışıyorum" yanıtını veririm. Neyi beklediğimi sorma, bir şey olacak gibi, olmasını istiyorum gibi, ertelediklerimi gerçekleştirmek istiyorum gibi...

16 Mart 2010 Salı

Gölgelerin gücü adına

15 Mart 2010 Pazartesi

Mart filmlerim















Hoşgeldin Bahar

Dün, yılın ilk açık hava kahvaltısını yaptık...


Bu arkadaşlara merhaba dedik onların dilinde...


Kıskandırmak gibi olmasın, çimlere bile uzandık...
Çocuklar gibi şen şakrak kahkahalar attık, derin nefesler aldık... Biraz olsun doğaya karıştık..
Kısaca pek şahane bir pazar yaşadık...

11 Mart 2010 Perşembe

Öyle

Dün bişey farkettim. Bir avuç mentos yedikten sonra sen sen ol üzerine bir de tulumba tatlısı yeme! Adamın midesi çok bulanıyor. Tecrübe etmiş olanların sesini dinle. Bu hatayı ben ettim, sen etme... Öyle...

9 Mart 2010 Salı

4.Kitap : Başucumda Müzik

Neden bu kitabı okuduğumu sorma, ben de bilmiyorum. Perec ve Şeyler'i sağ şeride çektim, "sen az bekle" dedim kendilerine. Söz dinledi sağolsun Perec. Her sabah uyandığımda, kalemtraşım olmadığı için bir türlü açamadığım kırmızı kurşun kalemim ile birlikte bana bakar buluyorum bu ikisini. Perec mi kaleme sahip çıkıyor yoksa kalem mi Şeyler'i sahiplendi emin değilim, emin olduğum beni bekledikleri. Araya kaynak yapan bu kitaba hiç darılmadılar. Şerefsizim halden anlıyor bu namussuzlar..

Ve kalemtraşım olmadığı için açamadığım ucu iyicene güdük kalan kırmızı kalemimle altını çizdiğim satırlara. Ancak eklemeliyim ki bazen şöyle olur, bazı satırlar sevdiklerimi alır çıkarır... O kişilerin o günlerde yaşadıkları da olabilir bu, geçmişleriyle de alakalı olabilir. O satırları alır o kişilerime bağlarım. Bakıyorum da yine öyle yapmışım... Unutmadan söyleyeyim yazar Kürşat Başar.

***

Huzur... Evet, kimilerinin seçtiği buydu. İniş çıkışlardan, çarpıntılardan, beklentiler ve hayalkırıklıklarından, korkulardan, insanın uykularını kaçıran endişeden uzak, korunmuş, tehlikelere atılmamış bir hayat...

Ne zamandı, Bolu'nun köylerinde bir yaz akşamüzeri, kırmızı gökyüzünün altında, toprak bir evin önünde oturmuş, boşluğa bakan yaşlı bir adam görmüştüm.

Onu selamlayıp ne yaptığını sordum.
"Bekliyorum kızım" dedi.
"Neyi bekliyorsun amca?" dedim.
Sanki yıllardan beri baktığı boşluktan gözlerini çevirip bana baktı, soruma şaşırmış gibi, "neyi bekleyeceğim?" dedi,"günün bitmesini."

'Huzur' sözcüğü bana hep orada öylece oturup günün bitmesini bekleyen o yaşlı adamı hatırlatır.
Hayatını bir göz dalgınlığına indirgemiş o yaşlı adamı...
Hemen yanıbaşında ya da onun hiç bilemeyeceği kadar uzaklarda neler olup bittiğiyle hiç ilgilenmeyen, burada böylece boşluğa, her an yavaş yavaş renk değiştiren kırmızı gökyüzüne bakmanın belki de herşeyden daha güzel olduğunu düşünen insanlardan biri olmak isterdim belki...
Ama olmadı. (s.62)

***
Karşımıza çıkan her yol ayrımında bir seçim yapmak, birinden vazgeçmek, birilerinden ayrılmak, ötekini seçersek ne olacağını hiç bilmeden, yalnızca düşünerek ya da içimizden gelen sesi dinleyerek (çoğu zaman o da başkalarının sesi tabii) sağa değil de sola gidivermemiz, bu sıradan seçimlerle bütün hayatımızı belirlememiz tam bir saçmalık değil mi? (s.99; Kıvrık gagalı Geveze'me)

***
Benim hiç evim olmadı.
Dünyanın farklı yerlerinde, farklı evlerde yaşadım ama çocukluğumun odasından sonra ilk kez orada, onun yanında evimi buldum.

Şimdi artık biliyorum, insan çocukluğunun evinden bir gün çıkıyor, sonra o eski romanlardaki maceracı gezginler gibi oradan oraya savruluyor. Hanlarda kalıyor, tanımadığı insanların evine misafir oluyor, hiç bilmediği perili köşklerde geceliyor, kaderin önüne çıkarttığı yollardan bazen birini bazen ötekini seçerek hayatı keşfe çalışıyor. Kimi zaman bir yerde durup artık yorulduğunu, daha fazlasını görmek istemediğini düşünerek kendisine sazlardan bir kulube kuruyor. Sonra bazen o kulübeyi yıkıp yeniden yollara düşüyor.
Ama hep sonunda kendi evini, gerçekte ait olduğu, hiç bir şey yapmadan, yalnızca içinde oturduğu için bile mutlu olacağı o eşsiz yeri, ruhunun sığınağını arıyor.
Kaç kişi bulabilmiştir ki?
Kaç kişi, kendisine göre eşsiz bir maceranın ardından güverteye çıkıp ufka bakarken, "kıyı göründü" diye bağıracak kadar şanslı olmuştur?
Hatta kaç kişi gerçekte bütün bu çılgınca yolculuğun amacını anlayabilmiştir ki? (s.359 Cansuyu'ma)

Janis'in kollarında mart

Aldığım antibiyotik beni sağdan soldan etkisi altına aldı. Antibiyotik dediğin baş dönmesine benzer bir dengesizlik ile baş ağrısı yapar mı? Yaparmış. Dişimi sıkıyorum. Dört gün daha buna katlanmak zorundayım. Sistit senden nefret ediyorum.

Ous bir kartal gibi kapıp Janis'i, yuvamıza getirdi. Şimdi sevginin yumuş yumuş olmuş hali ile kendimizi özlem gidermenin kollarına, bitmek bilmeyen anlatacaklarımıza bıraktık. Hava tahmin edildiği gibi. Janis valizini bu kadar yoğun kış koşullarına göre hazırlamamış, belki bugün hava izin verirse, bir yolunu bulup dışarı çıkarak şehrin içine sızabilirler, kimbilir...

Geçenlerde burada paylaştığım bir fotoğraf vardı. Haşin bakışlı amcayı tanımam etmem, sohbet etme fırsatım olmamıştı ve ne iş yaptığını da bilmezdim. Zaten küçük olan dünya internet sayesinde daha da küçüldü ya Lotus'un bıraktığı mesaj sayesinde öğrendim ki haşin bakışlı bu amca el keskisi ile tahta kaşık oymacısıymış. Biri çıkıp bunu buradan bu şekilde öğreneceğimi söyleseydi "hadi canım" derdim. Bundan sonra "el keskisi ile tahta kaşık oyan amcanın bakışını gönderiyorum" dersem kork benden. Buradan her şey mümkün, her şey olası.

8 Mart 2010 Pazartesi

Sessizlik lütfen...

8 Mart 2008 tarihinde Milano'dan yola çıktın... Ne diyeyim bilemedim...
Kadınlar günün kutlu olsun Pippa...

6 Mart 2010 Cumartesi

Alışveriş, Demet Akbağ ve çilekli sakız

Dün akşam bizim kızlarla sinemaya gittik. Bizim kızlar dediğim işyeri arkadaşlarım. Sinemadan önce bir kaç mağazaya şöylesine bir baktık. Bakarken anladım ki alışveriş meleğim beni bırakıp gitmiş. Alışveriş yapmak bir işkence. Bende onu bunu alayım gibi bir istek yok.

Süslü'ye hayran kaldım çünkü o dar vakitte pantalon alıp çıktı mağazadan. Yahu hangi ara beğendin. Ben iki işi aynı anda yapamıyorum burası çok kesin ve net. Sinema modundayım ya, alışveriş moduna öyle hoop diye geçemiyor bu bünye. Psikolojik hazırlık yapmam lazım. Alışveriş için kafamda ne alacağımı bilerek evden çıkmam lazım, ay şunu da beğendim alayım dediğim an çok az. Aslında bana kalsa hayatı bir eşofman altı -tişört ile geçirebilirim, hiç de sıkılıp söylenmem. Mesela kıyafetleri ile çoraplarının renkleri uyumlu giyinen, onlara uygun renk küpesi olanları beğenirim ama onlar bu şekilde hazırlanırken ben yorulurum.

Bugün mesela bir market alışverişimiz var görmelisin. Kızlar haftasonu indirimine girmiş olan makyaj malzemelerinden sepete atarken ben diş macunu, şampuan, sifona basınca klozette mavi su bırakan şu küp zımbırtılarından aldım. Bakıyorum çok banyosal bir alışveriş olmuş benimkisi. Farkettiysen hepsi zorunlu tüketim malzemeleri. -Tamam mavi su şeysi çok zorunlu değil, itiraz etme hemen- Neyse alışveriş kimine göre keyif bana göre şu günlerde işkence. En zorunlu olanları al bitsin...

Merak ediyorsan söyleyeyim, gittiğimiz, güldüğümüz, eğlendiğimiz film Eyyvah Eyvah. Sayesinde gecemiz pek bir şenlikli geçti. Ayrıca zihnimde artık iki tane Demet Akbağ var. Gözümde canlanan iki farklı yüzü gerçekte birbiri ile eşleştiremiyorum tıpkı koku hafızamdaki çilek kokusu ile çilekli sakızın kokusunu eşleştiremediğim gibi...

4 Mart 2010 Perşembe

Maddesel yaklaşımla z raporu

* Hava durumuna bakıyorum. Pazartesi günü için Edirne'ye kar olasılığını %50 veriyor. Janis, ister misin hava sana bir sürpriz yapsın ve her tarafı beyaza boyasın. O çok beklediğin, Ankara'da pencereye oturup yolunu gözlediğin kar gelip seni burada yakalasın. Olmaz olmaz dememeli...

* Kesinlikle anladım ki ben yaşlanıyorum. E bundan daha doğal bişey olamaz, zaman mefhumu sen yaşlanırken bana iltimas geçip donduracak değil ya. Yaşlandığımı gittikçe artan duygusallığımdan anlıyorum. Uzaklardan kimle konuşsam gözlerim sulanıyor, yok yok ben yaşlandıkça babama daha çok benziyorum.

* Nasıl heyecanla bekliyorum cumartesinin gelip alnımdan öpmesini, nasıl nasıl anlatamam..

* Yeni bir misafir haberi daha var, bu sefer gelme planları içine giren biricik Tubi. Kendisi son 15 yılımın en yakın tanıklarından biri. Şimdi buradan duyuruyorum, bizim eve gelmeden önce erken rezv. yapın, ha oldu da yapmadınız yine de sığışırız be, di mi?

* Sistit illetiyle olan haşır ve neşirliğimiz 3 haftasını bitirmek üzere. Kendisiyle vedalaşmak için kullandığım ilaçlar sanırım doğru değil. İdrar kültürü yapılıp nokta vuruş antibiyotik seçilmesi gerekecek. Can yanmadan çiş yapmak bir lüks, kıymeti biline.

3 Mart 2010 Çarşamba

İnternetin yeni erkek versiyonu

Haddini bilmek bir erdem. Özellikle günümüzde. Ve özellikle klavye denilen şamar oğlanı elimizin altındayken. Öyle bir hınç doluyuz ki, öfkemiz tuşlara yansıyor. Sahipsiz bir kurşun gibi sektiriyoruz kelimeleri. Haddin sınırlarını zorluyoruz.

Ne yaptığını bilmeyen klavye magandaları var artık. Tıpkı maç sonrası silahına sarılanlar kadar şuursuzlar. Günün yeni modası bu. Klavye sıkı bir silah. Kimi yok etmek istiyorsan bas tuşlara. Cesaret dediğimiz şey tel örgülerle sınırlı ve örgülerin sınırı şu yazıyı okuduğumuz ekrana kadar.

Ve eleştiri. Ah. Meğer ne susamışız insanları eleştirmeye. "Öteki" olan her "şey" kaka. Öteki dediğim de, şey dediğim de sayfa sayfa anlatılası. İşte bu ikisini aşağılamak bir meziyet. Klavyen ne kadar taşaklıysa sen de o kadar erkeksin. İnternetin yeni erkek versiyonu böyle. Şartlar bu şekilde olmaya meyilli. Ekranın ardındaki dünyayla gerçek dünya kesişmez bu saatten sonra. Yüzyüze görüşmelerde klavye yok ya, taşaklar bir bir dökülüyor toprağa.

Burası (blog dünyası) ya da internet üzerindeki herhangi bir mecra, bir nevi kusmuk yuvası. İsteyenin istediğini dile getirme odası. Yazanın yediklerini, içtiklerini, düşüncelerini, yaşam biçimini eleştirmeye olanak veren bir alan değil. Bilgi birikimi ile not verilen, "aaa çok basit" "sıradan" "cahilsiniz ulan" alt tabanlı eleştirilere müsait bir alan hiç değil. Nasıl gerçek dünyada beğenmediğin o cahil insanla görüşmüyorsan, kafanı çeviriyorsan, kendi doğrunu dikte etmiyor, edemiyorsan burada da yapmıyor olmaya pekala devam edebilirsin.

Ha birini eğitmek, başka bir bakış açısını da göstermek, yeni bir bilgiyi onun zihnine yerleştirmek, hiç olmazsa biri kurtulur düşüncesiyle harekete geçmek istiyorsan, cetvelle dayaklı eğitim sistemini benimsemiş sözümona öğretmen olanlardan ne farkın kalıyor senin? Ha diyelim böyle bir düsturla çıkmıyorsun yola, üstelik sağ köşede kırmızı kutu içinde duran ve birbirini doksan derece açılarla kesen iki çizgiden de haberdarsın... eeee... Ama olur mu? İşkembe i kübradan atmak hem çok kolay hem haz verici. Birini eleştirmek, "ötekileştirmek", klavye üzerinden şamar gibi vurup yüzünde beş tuşun izini çıkarmak, egonun oral sexe maruz kalmış hali. Sorarım sana blogger, sayıları gün günden artan bu öfkeli kalabalık böylesi mucizevi hazdan vazgeçebilir mi?

Aslında merak ettiğim, görevi full time çemkirmek olan, kendisiyle henüz barışmamış, kendisiyle ilgili dertleri tamamlanmamış, ergenlik çağında gelişimi askıya alınmış bu güruhun yapacak başka işlerinin olup olmaması. Benim adından bihaber olduğum bir kurum bu insanları işe mi alıyor yoksa? Eğer öyle değilse, öfke nöbetine tutulmuş bu insanlar gerçek anlamda tutunacak bir dal, üzerine düşünecekleri eylemlerden yoksun ve en kötüsü de insani duygulardan uzaklar.

Tüm bunlara "insanlığın ve naif düşünce yapısının olmadığı, saygının bittiği alan" tabelası asıyor konuyu gündemimden çıkarıyorum.

2 Mart 2010 Salı

Uzaktan aşk yalandır

Senle yakın olanını yaşamışım ya ben hep. Geçtiğimiz kabus yazı düşünmezsek şayet. Eve giriyorum. Çıt yok. Sessizlik beni deli ediyor. Pirinç'in söylemleri ile ışığı yakıyorum. Tamam, evet bak gayet iyiyim. Ağlamıyorum. Terliklerin. Ah ulan ne işi var şimdi o beş noktalıların gözümün önünde.

İçeri giriyorum. Eve karanlık çoktan basmış. Karnım hiç aç değil. Mısır patlatıp televizyonun karşısına kurulmalıyım. Salonun abajuruna tıklıyorum. Sehpanın üzerindeki şekerliğin aydınlanıyor. Şeker seçimimiz farklı. Ben bir türlü anlaşamıyorum şekerin toz olanıyla. Canım sıkılıyor. Ne işi var bu şekerliğin burada. Cevap veriyorsun. Bitecek. Yatçaz kalkcaz yatçaz kalkcaz ...

Mutfağa giriyorum. Çaydanlığı elime aldığımda cümlelerin dökülüyor kulaklarıma. İçine yerleştirdiğimiz süzgecin ne kadar kullanışlı olduğundan bahsediyorsun. Bu süzgeç sayesinde çayın kalıntılarını çöpe attığın zaman sularının çöp kovasına süzülmemesinden...

Yerde çoraplarımı görüyorum. Sitemkar bir bakışın var. Sıcak basıp çıkardığım çoraplarımı çıkarış biçimime gülüyorsun ama çıkardığım yerde bıraktığım için söyleniyorsun.

Her odada bir nesne bana seni anımsatıyor. E bundan daha doğalı yok, burası senin evin. Niye bu kadar dramatik bakıyorum yokluğuna. Miniminnacık, en değersiz nesneler üzerinde bile konuşmuşsun. Ben de onları saklayıp durmuşum. Şimdi oldukları yerden çıkarıp dinliyorum.

Sen benim en zayıf yanımsın, kendimi oyalamak, ilgimi dağıtmak için bir bölüm Nip Tuck izliyorum. Annem geliyor sonra. İçeri girdiğinde söyleniyor, sen şimdi ağlıyorsundur. Ağlamıyorum. Biraz önce ağlamışsın. İlahi Çello.

Ay ne var, ilk gün her zaman zordur ve uzaktan yaşanan aşk yalandır diyorum o kadar. İtiraz etmeyin.

1 Mart 2010 Pazartesi

İlişkiler sanatının ilk beşi

I
Boksörlerin vardır hani, bilirsiniz, köşeleri...
Her devre arasında soluğu alırlar, orada, tam orada...
Köşelerinin renkleri vardır üstelik, yani renklerini belli ederek dövüşürler, renklerini belli etmeden oynayanların yeri; dışarıdadır.

II
Kare bir alan içinde olup biter her şey. Boksörler o an nerede olduklarının yani mekanın bilincindedirler, yani bilirler. Oyunun geçtiği alanın dışına taşmazlar.
Mekanı belirsiz oyunların yeri; dışarıdadır.


III
Çizginin dışına taşmadan çarpışır, kesişir, savrulur ya da kaçarlar. Boksörlerin kaçak dövüştükleri olur mu? Olur! Ama bu kaçış görülür, gözden kaçmaz. Köşelerine çekilene kadar, zaman kazanmak için en iyi şey kaçmaktır. Bir boksör için kaçmak; araçtır. Amaç olanına; çizgilerin olmadığı yerlerde, dışarıda rastlanır, gözden kaçanına da.

IV
Zil sesi duyulur duyulmaz her boksör kendi köşesine çekilir, dişlerini darbelerden koruyan şey çıkarılır ve beklenen mola ile birlikte saldırı için planlar yapılır, her plan her rakiple birlikte değişiverir, planın hep aynı kaldığı ve bu plana göre rakiplerin seçildiği yer dışarısıdır.

V
Maçın başında kazanacak renk, taraf, kişi belirsizdir. Kazanmak için çizgilerin içine dahil olunur. Maçın favori gösterilen ve üzerine bahislerin oynandığı boksör dahi kaybetme ihtimalini son ana kadar şortunun cebinde taşır, taşımalıdır, kaybetmeyi göze alamayanlara dışarıda rastlanır.