31 Mayıs 2009 Pazar

kuş dili

Bir süredir bülbüller abimin ilgisi dahilinde. İlk bülbülünü alıp eve getirdikten sonra çabaladı durdu namelerle ötsün diye ama olmadı. Dişi bülbüllerin cik sesinden öteye gidemediklerini öğrendi. Oysa şahane öten hemcinslerinin ses kayıtlarını da dinletip elinden geleni yapmıştı. Sonraki adım hali ile erkek bülbül edinmek oldu. Şakıyan, şakıdıkça coşan gözde yeni bülbül, havalar güzelleştikten sonra güneş bastırana kadar balkonda yerini alıyor ve evet ortalığı şenlendiriyor. Bu sabah o balkonda kahvaltı yaptım. Anneme birşeyler anlatıyordum ki başladı bizimkisi ve ne anlatıyorsam hatırlamıyorum şimdi, sustum. Susmak zorunda hissettim. O sesten sonra konuşmak, anlatmak anlamsız geldi. Minicik bir bedenden çıkan bu sese hayran oldum. İçinde yaşam taşıyan bu canlı, ifade etmesi zor bir duyguyu taşıdı içime. Hayat koşturmasında edindiğim dertlerin, taşıdığım tasaların içi dolmayan bir balon olduğu izlenimine kapıldım. Sanki başka bir gerçeklik vardı saklanan bu yeryüzünde ve görmezden geliyordum. Zihnimin derinlerindeki bir duvarın ardından incecik bir tül perde bir anlığına hooop dedi aralandı ve kapandı. işte o an ben de içeriye şöyle göz ucuyla bakabildim sanki. Oysa o an yanımda ufacık bir çocuk duruyor olsa mesela, boyu erişemediği için duvarın ötesinde neler olduğunu göremese ve merakla "ne gördün ne gördün hadi anlat" diye yalvarsa bana, inanın anlatamam. Sanırım kuş dilini, dilimize çevirecek kadar bilmiyorum.

ücretsiz geçiş

Eski, sımsıkı ucundan tutup bırakmadığım bir kavram. Yeni ise tarifi zor bir hiç. Sıfır noktasında. Anılar dümeninde yerini almamış. Henüz kokusu da yok ama zamanla oluşacak. Renkleri çok canlı. Kıyılıp kullanılması zor nesneler hep yenidir. Eskiler daha bir biz. Biz dediğim hep rahatlıkla hoyrat, asi, umarsız olabildiklerimiz.

İnsan denilen varlık su gibi. Her koşula ayak uyduruyor, uydurmasını becerebiliyor, yeter ki istesin. İstesin diyorum ama kişi öyle bir an geliyor ki, isteme noktasında kendini hazır ol beklerken buluyor, oysa hazır ol noktasının bir evveliyatı var, istemek zorunda bırakılan koşullar gün yüzüne hiç çıkmıyor. Sonuç, istiyor ve istediğimiz için yeni bir ortama alışıveriyoruz. Gerçek tam da öyle değil, bunu hepimiz biliyor ve susuyoruz. Şartlar öyle gerektiriyor.

Geçiş dönemleri hep çok rüzgarlı. İşte o dönemlerde kasılan, kasıldıkça yorulan beden, uykuda dahi çalışıyor, paydos için dönem sonu bekleniyor.

Zoru başarmak güzeldir ya, bir de başarana sormak gerek. Ey sevgili zoru başaran, bu başarı sana neler kattı ve neler aldı götürdü hı? Cevap vermeden önce unutulmaması gereken temel kural, her ölümlü insan yaşar bunları. Dünya, kişiye özel geçiş dönemlerini topraklarında barındırmasını iyi beceriyor. Nice özel koordinasyon bir araya geliyor ve her bireyin kendine özel bir geçiş geçirgenliği oluşuveriyor. Geçiş döneminden hediye bir çizgi, bir mimik, derin bir nefes kalıyor.

Umut, fesleğen çiçeğine benziyor birazda. Dokunduğun zaman kokusu etrafa yayılıyor. Geçiş ve umut sıkı birer dost, aralarından su sızmıyor. Sızmadıklarını gördükçe keyifleniyor, keyiflendikçe derin nefesler alıyorum. Görünen o ki, dönem sonuna birazcık daha var.

29 Mayıs 2009 Cuma

bir kediden başka bir kediye

bir süredir internet çok kolay kullanım alanımda değildi, şimdi gerekli ortamı yakaladığım için blog okumak daha sıklıkla yapabildiğim edimlerden biri oldu.

takip ettiğim bloglara eklediğim ama sadık bir okuyucu olamadığım dönemde gözümden kaçan bir bloğu yakalayıverdim ve evet çok keyiflendim.

aydan atlayan kedi hem blog isimlerimizin yakınlığı hem de mırıldandıkları ile nasıl hoşuma gitti, nasıl gönül tellerime dokundu anlatamam. buradan da belirtmek istedim.

şimdi başından başlayarak okumaktır ilk işim kendisini ama hemen bitirmeyi de istemiyorum orası ayrı. güzel şeyler hiç bitmesin, tadı çıksın, keyif sürsün istiyorum, bir yandan elim "hadi hadi bir tane daha oku" diyerek yeni bir yazının üzerine tıklamak istiyor. yok yok şeytana uymayacağım.

28 Mayıs 2009 Perşembe

istiyorum

böyle çok keyifli, püfür püfür, eğlenceli, şurup gibi blog yazmak istiyorum, hani okuyan "hahaay allah senin iyiliğini versin, karnım ağrıdı kız gülmekten, allah seni böyle güldürsün emi" desin mesela. evet böyle olsun istiyorum ama başaramıyorum, asabım buna da bozuluyor bak bu sefer. benden mi kaynaklanıyor, hayatımın ekseninde bir kaçak var ve su alıyor da mı bu kadar ciddileşiyorum, bu şekilde yazıyorum bilmiyorum.

çekomastik sürsem diyorum neticede bu yaşadıklarıma, belki su kaçıran yerler kapanır da şen şakrak, göbecikler atan biri olurum, hem sonra iyiler güzelleşir, kötüler kahrolur, merope'nin peşine düştüğü kedikuyruklarınıkesicikörolasıcapiscani kuyulara düşer de bir daha çıkamaz inşallah..

du ben bakayım nöbetçi nalbur var mı?

üst bilgi

dün akşam sezen'le ordan burdan konuşurken birden aklıma aşağıdaki öykü geldi de buradan da paylaşayım istedim.

meme ucu halleri

alt katıma taşınması çok fazla olmadı. ayaküstü konuşmalarla başlayıp kısa zamanda rakılı mezeli masalara uzanan, tanışma, tanıma, paylaşma oldu bizimkisi. yeni komşumun pek de sıradan olmayan bir hayatı vardı ve ilk öğrendiğimde vardiyasının gece oluşuna çok sevinmiştim, yalan yok. o gececiydi ve küt diye de söylemişti fahişeliğini ve ben istersem onun çalıştığı gecelerde salonumun orta yerinde, incecik topuklularımla sabaha kadar dansedebilirdim. özellikle de bir önceki komşularımın beni esir alan her sese hassas kulaklarını düşünürsem, gece yarısından sonra parmak uçlarımda yürümelerim ya da zorunlu halı üzeri sohbetlerim bitmişti. onun gecelerinde ise şaşalı, bol ışıklı hotel odaları vardı. anlaşıldığı üzre fiyatı yüksekti. zengin işadamlarıyla yaptığı alışverişin yorgunluk molalarında, üzerine geçirdiği tiril tiril sabahlığıyla, schiele’den ya da manet'nin fahişelerinden konuşurdu. bi bakıma entelektüeldi. fahişenin de entelektüeli olur mu dememeli, bal gibi oluyordu işte. geceyi birlikte geçirdiği adamın, ertesi gün öğle yemeğinde iş arkadaşlarına ondan öğrendiklerini nasıl da rahatlıkla saçabildiğini düşünürdüm. bilgiye ulaşmanın farklı ve zaman zaman kitaplardan geçmeyen yolları olduğu doğruydu. ama yine de temelinde “dokunmak” vardı, “çevirmek” vardı, bilginin sizi altüst etmesi vardı. yani alınan doz yine çok önemliydi...

onun taşınmasıyla karşı apartmanlarda yaşayanlar için artık pek hayat belirtisi taşımaz olmuştu bu ev. ve açılmayan perdeleriyle, penceresiyle, karanlığıyla ilgi çekiciydi. evime dönerken onun sokağa taşan ışığını gördüğümde, hiç çekinmeden zile basıyorum. gelenin ben olduğumu anlayarak karşılama zahmetine katlanmayan ama neyse ki içeriden “gelsene hazırlanıyorum” dediğini duyabildiğim ev sahibesi, dışarı çıkmak üzeredir ve o anlarda şık olma çabası içindedir, bilirim. ziyaretçisinin çok az olduğu bu ev. içerideki bu koku. sigara ve parfüm karışımı ağır kokunun hakim olduğu bu geniş ve beyaz salon... burada olmaya açıkçası bayılıyorum. son gelişimde masasının üzerinde gördüğüm bembeyaz kağıtlar, renk renk kalemler, çizime başlayabilecek kadar evine alışmış olduğunun haberini veriyordu. iyi haberdi. çizime olan ilgisiyle ilerleyen, yol alan modeliği de sözkonusuydu. sormadığım halde, yaptığı işler ve birlikte olduğu adamlar üzerine hikayeler anlatır anlatmasına da benimle değil sanki kendisiyle konuşur gibiydi. modelliğini de bir gün laf arasında “poz vermeyi seviyorum” diyerek geçiştirmişti. elini attığı her iş, kendisine giden karanlık geçitleri el yordamıyla yoklama, bulamama, bulma, aralama biçimleriydi. çok yönden bir ilerleme. atölyedeki paravanın ardına geçip soyunduğu, kendisi için hazırlanmış kanepenin üzerinde pozunu alıp iliklerine dek üşüdüğü günlerin sonunda evine dönüp bol limonlu ıhlamurunu içiyordu. yalnızlığını seviyordu bu kadın, biliyordum.

bu evde çalışma masasının hemen yanında asılı olan ve karşısında vakit geçirmekten keyif aldığım bir de pano var. çocukluk fotoğrafları asılmıştı üzerine. her geldiğimde hiç görmediğim bir fotoğrafın eklendiğini farkediyordum. pano başlı başına bir geçitti işte, bunu bir yerlere not etmiştim. bu gecenin en yeni çocukluk yüzünü arıyordum ki içerideki odaların birinden o geldi yanıma, siyah file çoraplarıyla, vazgeçemediği siyah eldivenleriyle, o an için ya çok fazla giyinmişti ya da fazlasıyla çıplaktı, çıkaramadım. keyfi yerinde, gözleri yine ışın ışın, yine masmavi, hafif şehla. elimdeki sigaraya uzanıp bir nefes aldı, sol elindeki kadehi uzattı, başımı salladım.

çalıştığı gecelerde, evden çıkmadan önce mutlaka bir kadeh içmeliydi. eğer içmezse, dediğine göre, göğüsleri ağırlaşır, büyür, kocaman olur, asla taşıyamaz, adım atması zor, dokunulması çok zor bir beden çıkardı ortaya. göğüs ikonlaşır, fiyatı artardı. rakı içtiğimiz uzun gecelerin birinde, en sonunda anlatmıştı da meme ucu hallerini, rahatlamıştım. anlatırken depresif kahkahalar fırlatmıştı. aldırışsızdı. bir çocuk canlandır demişti gözünün önünde, göğüslerini kapı aralarına yerleştirip inatla kapıyı kapamaya çalışan bir el düşün, bir yetişkinin elini, düşün hadi düşün, ele avuca sığmayan, kapı aralarına hiç sığmayan hallerimi. şimdi anlıyor musun? seninkilerden çok daha hassaslar. çocukluğuma dair tüm hatırladıklarım, kulak memesi değil, meme ucu kıvamındadırlar. kafam güzel değilse, boşuna uğraşmayın. dokunamazsınız...

24 Mayıs 2009 Pazar

yarım

yarım yok..

hafta sonu tamdım, hem de tastamam. ne acıkabilirim gibi, ne susayabilirim ama şimdi yine eksildim. tuvalet kağıdı bir uzvum oldu, oldu çünkü ağlama nöbetlerimi başarıyla defedemiyorum. evde nereye baksam oğuz'u görüyorum.

kim ne derse desin ben bu savaşta kaybediyorum. özlem duygusu bir insanı nakavt edebilir evet, yerden yere serebilir, bir benliğin yarısını sele kaptırabilir, özlem bir insanı yok edebilir. avutulmaya çalışılan çocuklar gibiyim. iyi geliyor mu? evet. sonra yine boğazım düğümleniyor ve yarım olduğumu hissediyorum. bir kolum yok, tek kolum gözyaşlarımı silmeye yetişemiyor. ..

16 Mayıs 2009 Cumartesi

bekarlar gecesi

Halim, kuzenim. dışarıdan bakıldığında kibir çukurundan yeni çıkmış gibidir ama iyi çocuktur valla, gönlü zengin derler ya, öyledir, abuk sabuk konularda konuşulabilecek biridir, akşam mesela philips dvd player kumandasının ne kadar yanlış tasarlanmış olduğu üzerine yarım saat ahkam kestik karşılıklı, böyledir, klimanın açık kalmış kanadına takar, ona buna takar, gurmedir, beğeni çıtası çok yüksek şahsiyettir, esaslı çocuktur, yeminlen .

sezen halim' in eşidir, akrabalıktan sıyrılıp arkadaşım olabilmiş badimdir, en şahanesinden sevgi kadınıdır, zor zamanların dert süpürücüsü gibidir, batı' nın annesidir. keyifli, zıp zıp, hop hoptur, neşesi vücudunu aşar, kek perisidir, tenis müptelasıdır, kendi boyundan büyük tenis çantası vardır ki, onu sırtına taktığında sezen bir anda yürüyen bir çanta olur, iyi ki ama iyi ki yanımdadır.

biz bu apartmana taşındıktan sonra denk geldi işte, şans oldu, kısmetmiş diyelim, üst katımıza taşındılar. anahtarlarımızı da paylaşınca ev bizim için dubleks bir eve dönüştü. bir ordayız bir burda, çay demleyip uzun süren mutfak sohbetleri yapıyoruz, saat 21.30 sularında minik prens batı'nın uyku saati geldiğinde yukarı çıkıyoruz, elimizde çaydanlık, kek, pasta artık ne varsa işte..

oğuz malum bir süreliğine istanbul'da, ben edirne'deyim. yanlızım. sezen, 19 mayıs tatilini fırsat bildi, kaçtı gitti. köy bize kaldı. iki bekar yemek, müzik, film şeklinde vakit geçiriyoruz.

demek istediğim, şu an bana en iyi gelen şeylerden biri bu oluyor. halim ve sezen'in üst katta olmadığını düşünemiyorum bile. bencilce evet ama öyle. oğuz olmadan uyumak zor, yemek yemek zor, yani bir hadi bilemedin iki hafta için orada olacak dersin, sayılı gün geçer dersin ama şimdilik orada ne kadar kalacağı da belli değil ki. ben ne yapayım şimdi hıı?

14 Mayıs 2009 Perşembe

el pajaro

bazı şarkılar vardır uçurtma gibi. tutarsan ucundan alır götürür ya seni gökyüzüne, ya da istediğin herhangi bir yere. bir gittin mi bir daha gelmek istemezsin, bir daha, bir daha dinlersin. tesadüf eseri tanıştığım muazzam sesli eli öpülesi Lhasa De Sala' nın tekrar tekrar dinlediğim şaheseridir El Pajaro.


Şimdi yeniden döndüm evceğizime,
balkonumuza oturdum, masamda fesleğen, kurbağa ve ağustos böceklerininin sesleri birbirine karışıyor. oguz olmaksızın çıkarılan keyif benim için hep eksik ama o kadar sıkıntılı günlerden sonra biraz olsun rahatlamanın tadına da varıyorum.


oğuz'dan uzak olmak çok koyuyor. süresi belirsiz ayrılık bitsin biran önce ve kavuşalım birbirimize.



13 Mayıs 2009 Çarşamba

ne denir?

buna bokuna bulanmak denir, eşşek misin denir? "hayat bir pinpon topu değildir" denir. çocuk musun? denir. kazık kadar kadınsın ne saçmalıyorsun da denir.. ama gel gör ki yüreciğim acıyor, gözümden yaş dinmiyor.. bahar geldi filan ama hikaye.. benim hayatım altüst olmuş, lime lime olmuş, ne yapacağımı şaşırmışım, evimden, kedimden, biricik yatağımdan uzaklarda kendimi bilmez halde ağlama krizlerine gark olmuş, hiç beklenmedik bir anda gol yemiş salağın biriyim. bu da böyle biline.

12 Mayıs 2009 Salı

lay lom bom istanbul

ilk sevinç sarsıntısını geçirdikten sonra açıklayabilirim ki biz birer deli kişiler olarak döndük geldik istanbul kürkçü dükkanına.

"neler oldu, nasıl gelişti?" bunun pek bir önemi kalmadı.

şimdi sahipsiz, başıboş kediler gibiyiz. henüz eşyalarımız gelmedi. taşınmak çok zahmetli bir süreç. psikolojik olarak en yıpratıcı süreçlerden biri diyelim. şimdilik bunları düşünmüyorum.

1500 lük bir puzzle beni bekliyor. akşam harun ile yapmaya başladık.
gustav klimt "yaşam ve ölüm"
şarap eşliğinde klimt' e içiyoruz. hoşbulduk klimt. bak biz geldik.

bu arada şimdilik yaşamdayız... ölüme çok var...


4 Mayıs 2009 Pazartesi

yuppiii

yuppppiiiiiiiii....
çok mutluyum çok sevinçliyim ...