27 Aralık 2008 Cumartesi

Annenizin istediği kızlardan mısınız?

bazen ben bile inanamıyorum İstanbul’un kaosundan firar ettiğimize.

kariyer, üst düzeyde esir yönetici, çok paralar kazanmayı hedefleyen kitlenin bir üyesi olmak gibi amaçların peşinde koşmadığımı düşünürsek iyi de ettik. Ha neyin peşinde koştun derseniz, hayatta bir şeylerin peşinde koşmak gerektiğine de inanmıyorum ki. Önüme hedefler koyup onların peşinden gitmiyorum, gidemiyorum, elimden gelmiyor, bir şekilde o yoldan çıkıyorum, amacımın ne olduğunu unutuyorum. Çok sonra anımsıyorum ama iş işten geçmiş oluyor, amaç edindiğim yol benim gözümde değerini yitiriyor, anlamsızlaşıyor, peşinden gidecek bir yol olmaktan çıkıyor. Somon balıkları gibi bazen nehrin akışının tersine yüzerken buluyorum kendimi. nereye gittiğimi bilmeden bir yerlere yol alıyorum. Evet genetik hafızaya inanıyorum.

Belki sırf bunlardan ötürü annemin istediği bir kız olamadım. O ne kadar giyim kuşamına önem verirse, takıp takıştırır ve üzerine bir şeyleri yakıştırırsa ben hep tam tersi oldum. Çıtı pıtı hanım hanım olamadım, şöyle topuklularım üzerinde kuğu gibi salınamadım, giydim kırmızı adidas’larımı, taktım sırt çantamı, hep avare oldum, ayakları yere basmayan oldum. Hayalperest oldum, oldum da oldum ama istenilen gibi olamadım. zaman zaman sırf annemi mutlu etmek için bir mağazaya giriyorum, şık bir şey buluyorum tam annemin istediği gibi, ağzı yüzü kaymayan, şıkır şıkır işte. Alıyorum ve mağazada çok şık olan o giysi ne oluyorsa benim evimde bambaşka bir şeye dönüşüyor, tam böyle spor bapuçlarla giyilebilecek bir şey oluyor. Ben ne yapıyorum ediyorum büyüklerin abiye dediği o şeyi paspal bir şeye dönüştürmeyi başarıyorum, aferin bana. Sonra böyle düğün-bayram gibi ziyaretlerde yine en çirkin, en şey ben oluyorum. O şey neyse işte. Anneme göre, kazık kadar kadın oluyorum, para da kazanıyorum ama o parayı kitap, dvd, sinema, konser gibi gereksiz şeylere harcayabiliyorum da adam gibi bir kıyafet almaktan nasıl da aciz oluyorum.

Topuklu ayakkabı konusu bambaşka bir şey zaten. Cansu ve ben, Almanya - İstanbul uluslar arası telefon hattını tam 20 dakika sırf bu topuklu ayakkabı üzerine meşgul ettik, ters dedik bize, ruhumuza ters. Ütü çizgili pantolon uzak bir diyarın giysisi bizim için. Neyse ki kıyafet açısından hep free olabileceğim iş yerleri seçtim kendime, kendimi o şekilde kabul ettirebildim. Bir müşteri ziyaretim olduğu vakit, çıkardım üzerimdekileri işyerinde, giydim ütü çizgili şeyleri ve topuklularımı, gittim görüşmeye, sonra gelir gelmez ofise, daha asansör bitiminde çözmeye başladım düğmelerimi, olmuyor işte alışmamış şeyde don durmuyor. sonra ayacıklarım öyle alıştı ki spor ayakkabı giymeye, new balance’ ı keşfettiğimde bayram etti onlar da. Yaşasın konforlu yaşam.

Her kadının annesi ile ilişkisi farklı yoğuruluyor ve temeller çok küçük yaşlarda atılıyor. Anlıyorum ki bizim temelimiz sapasağlam. Annemden uzaklara gitmeye gücüm olduysa da kanadımın bir ucu hep ona dokundu, ondan ses aldım, nefes aldım, yaptıklarıma onay aldım. Anneler böyledir, bağımsız olmamızı isterler elbet ama onlardan kopup gitmemize de izin vermezler. annemi hep çok sevdim, belki çok sevdiğim için zaman zaman aramıza kara kediler girdi, soğuk rüzgarlar esti, hala da mevsimi geldiğinde bir sebep bulur alırız aramıza o kediyi. günde 15-20 dakika telefonda konuşmazsak rahat edemeyiz o ayrı. Her gün konuşsak dahi ertesi gün için gerekli malzemeyi konuşmamızın üzerinden 12 saat geçmeden toplayabiliyorum. Sanıyorum ben doğarken doktor göbeğimi kesmeyi unuttu, hala bir şekilde ondan besleniyorum. Şimdi Edirne’ye onun yamacına, dizinin dibine taşındık, sohbetlerimiz telefondan yüzyüze görüşmelere, karşılıklı kahvaltılara, kahve keyiflerine dönüştü.

Sapasağlam bir annenin kızı olmak benim hayatımdan beklenenlerin çıtasını da yükseltiyor. yürekli, dimdik, hastalıksız, kedersiz olmamı zorunlu kılıyor başımdaki anne. Güçlü olmak doğuştan gelmiyor, sonradan ediniliniyor, bana göre çok zor koşullarda verdiği yaşam mücadelesi onu güçlü kılmış, yenilmez kılmış, kol kırılmış yen içinde kalmış, kimselerden destek istememiş, hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmiş. Böyle bir annenin yanında çok ama çok duygusal bir babanın kızı olmak beni köşeye sıkıştırıyor. Babam nasıl sulu gözlüdür yarabbim, evlere şenliktir, yufka yüreği kuş gibi atar, en ufak şeylere hüzünlenir, biri gelir öper yanaklarından hoop duygulanır, haber kuşağını izler, duygulanır. Yatılı misafir sevmez çünkü gidişinde yaşayacağı hüzünden bunalır. Üniversite yıllarımda yurttan bir arkadaşım bize geldi ve bir haftamızı beraber geçirdik Edirne de. Babam, bir haftanın sonunda arkadaşımı otobüsün yanında uğurlarken iki gözü iki çeşme “ yine gel tamam mı?” dedi Seda’ya. Seda şaşkın, babası ağlayarak uğurlamamış onu İstanbul’a, erkekler ağlamaz ne de olsa. Böyledir benim babam. Dünya nimetlerini ikram etmeyi sever, poşet poşet market alışverişi yapıp oğullarının evine taşır karıncalar gibi, gecenin kör vakti annem sırf laf olsun diye “Salih evde deterjan bitti” derse dediğine pişman olur. Çünkü babam o deterjan o an alınmazsa uyuyamaz. kalkar gider alır o deterjanı, ha olmadı, açık bir yer bulamadı da alamadı diyelim, sabah altı bilemedin yedi babam ayakta, marketin kapısında. kirli çamaşırlar peşinden kovalayacak sanki. Ona göre bugünün işi yarına bırakılmamalıdır, hatta yarının işi yarına da bırakılmamalıdır, bugün yapılmalıdır. 31 yıllık yaşamımda tez canlı gördüm ama babam gibisini görmedim. Mesela sabah uyandığında traş olması gerekir ama sabaha bırakamaz işini, geceden olur, sabah içmesi gereken ilacı dayanamaz kalkar gecenin bir yarısı içiverir, böyle pimpirikli, duygusal, vicdanlı, canımın istediği bir şey var mı diye etrafımda pervane olan bir baba figürü benim için kale gibidir. Bugünlerde market alışverişi yapıp bırakılması gereken bir kapı daha çıktı şimdi onun karşısına, ben geldim yine hayatlarına. ama o mutlu, ben size bakarım diyecek ve 70 yaşında hala canla başla çalışabilecek kadar. Bir kriz ve By-pass atlatmış bir kalp ve vücudunda fermuarlarım dediği diğer ameliyat izleri ile bence süperman, süperotesi gizil güçlü babaların babasıdır ki işim onun açısından baktığımda da zordur. Onlardan daha güçlü, daha yürekli, daha verici olmayı nasıl başarabilirim?

22 Aralık 2008 Pazartesi

bir kedinin portresi



beyazıd sahaflar çarşısını bilenler bilir, havası atmosferi değişiktir. girersin içeri, hooop bambaşka bir mod. kitaplar arasında salınırsın padişah gibi. kedileri okşarsın, sırf kedilere göz kulak olduğu, yemek verdiği için bir kitapçıdan pahalı olsa dahi kitap alırsın, kitapçı bunu bilmez ama olsun. sen bil yeter.

işte bir gün evde otururken ve yanlız yaşamın aşınmaz duvarlarına dokunurken tak etti canıma bu kedisizlik. atladım tramvaya, sahaflardayım, bir kedi alıp çıkıcam. biricik baş yazarım bilge karasu, kitaplar ile kediler arasında her zaman bir bağ kurar. laf döner dolaşır, kitaplar ile kediler arasındaki köprülere gelir. ister istemez o köprülerden geçilir. işte o gün bilge karasu' yu anıp kısmetimdeki şaşkın bakışlı, kocaman gözlü pirinç'ı atımın terkisine atıp sahaflardan hızla uzaklaştım. işte o gün bugündür - 6,5 senedir- ben nereye, o oraya. bir kedi evlat gibi sevilir mi? bal gibi de sevilir işte.

bir fotoğrafçı için portre çalışmaları her zaman zordur. doğru mimik, doğru zaman, doğallığı yitirmeme çabası ayrılmaz bir sorunlar bütünüdür. bir kedinin portresi de bence en az insan portresi kadar zordur. "kedinin mimikleri mi var?" sorusu kedi ile beraber yaşamayanların soracağı sorulardandır, evet onların da yığınla mimikleri vardır. bakışlarında anlamlar vardır. evet onlar da şaşırırlar, evet onlarda gülümserler, sitem eder ve hatta bıyık altından dahi gülerler.

sizce de bu fotoğrafta pirinç şaşkın bir ifade ile bakmıyor mu bizlere? ben mi uyduruyorum bütün bunları? öyle ya da böyle, şahane doğalarında sevgi, hüzün, heyecan, şımarıklık, kızgınlık vs. herşeyi bir güzel barındırıyorlar ve biz insanlarda olmayan bir adalet sistemi ile bir güzel dağıtıyorlar. bugünlerde özenip duruyorum onlara. evet bu hayat çok karmaşık ve ben içimdeki mutlu hindimi gözü gibi bakacak birine emanet edip - malum yılbaşı yaklaşıyor, fırsatçılar alıp bir güzel kesebilir - hayatıma kedi olarak devam etmek istiyorum. hatta başlığımda durmaksızın çello çalan kediden özel ders bile alabilir sizlere çello konçertoları dinletebilirim. sizce de güzel olmaz mı?

18 Aralık 2008 Perşembe

önce kendi gözlerinle becer kendini





yanmış ve yağmalanmış bir şehrin dumanı tüterken ve sen cöm cöm bakarken etrafına, gözüne uyku düşmezken, başını mantosunun içine alıp kuşlara özenircesine uyuklayan insanları gördükçe miden bulanırsa, yaşadığın apartmanın merdivenlerine sinmiş ve ter kokularına katlanman yetmiyormuş gibi şimdi bir de televizyon ekranından yanmış et kokuları yayılmışsa salonuna ve tüm bunlar karşısında kusmak istersen eğer, tek yapabileceğin şey gözlerin!



hani bir çok insanın yaptığı gibi, fütursuzca yaşa, yum onları hadi ya da kızdığın, öfkelendiğin, iğrendiğin tüm insanlardan farklı kıl kendini. yanı başında durduğun kapı kilidi senin. çevir başını, daya gözlerini. önce kendi gözlerinle becer kendini...

13 Aralık 2008 Cumartesi

mari serpil doğru mu?

Ve işte merhaba Edirne. Ne yapıyorum? Elbette gelir gelmez gözlemlere başlıyorum, kıyaslıyorum, eviriyorum, çeviriyorum, küçücük şeyler üzerinde kafa patlatıyorum. Vakit çook diyeceksiniz ama değil, işlere koyulduk, harıl harıl çalışıyoruz.

Ev ile işimiz arası dolmuş ile sadece 6 dakika. Henüz yolda kimse ile kavga etmedim. Kendimle bile!
Kavga eden birine de henüz denk gelmedim. Tüm dolmuş şoförleri bence pasiflora içiyor ama çaktırmıyor. Edirne halkı yutuyor bunu tabi, sanıyorlar ki gül gibi şoförleri var. ben yutmam.

Burada insanlar isimleri ile yetinmeyi bilmiyorlar. Fındık Varol, korsan kemal, kedi levent, takoz Adnan şimdilik kulağıma çalınan şen şakrak isimler.

Enteresan olan şu, sanki hiç istanbul’da oturmadık, yaşamadık, orada bir yuvamız, yaşamımız olmadı. Sanırsın biz buraya gökten zembille geldik.. İstanbul yaşamımı zihnimde ve içimde o kadar bitirmişim. Çok üzüldüğüm, hayıflandığım, konuşamadığım, boğazımın düğüm düğüm olduğu ama bazı defterleri kapatamadığım için öfkeli çıktığım bir şehir oldu İstanbul. Bazen insan nasıl da konuşmak istiyor. Eteğindeki taşları dökmek istiyor. Şöyle bir silkelenip yeni taşlar toplamak için kendinde o gücü bulmak istiyor ama olmuyor. Bir dostuma duyduğum sevgi ile ona olan kırgınlığım çapraz ateşe başlıyor.

Zihnimin bir köşesinde bunları düşünerek yeni bir kentte dolaşıyorum, elektrik idaresinde ben çayımı içerken abonelik kaydım yapılıyor, verdiğim evraklarda eksik dahi bulunmuyor, “şuradan çıkıp düz gidin, bilmem kaç kat aşağıya inip fotokopi çektirin” denmiyor. Fotokopilerimi birisi bana duyurmadan çekiyor. Ben çayımı içip elimde dosya keyifle çıkıyorum dışarı. Alıyorum bir nefes, ohh be. Büyüdüğüm sokağa geliyorum sonra, bir komşu beni görüyor ve soruyor. “mari serpil doğru mu? Gelmişsin artık buralara” cevap vermemek mümkün değil. “Doğru mari ayşe, geldik vallahi”

3 Aralık 2008 Çarşamba

prettyinpink'e teşekkür

evet.

"çello çalan kedi" için gönderdiğim görselle üşenmeyip şahane bir başlık yapıp teeeee izmir'lerden gönderen ve aslında beni bilmeyen, tanımayan ama yardımını esirgemeyen, sabahın bir köründe güne başladığı halde, çok çalıştığı halde işte türlü hallerde iken "dur şu pashmina benden istemiş, kırmayayım yazıktır" diyerek ya da demeyerek canı gönülden, bence süper ötesi başlık yapmış olan prettyinpink'e teşekkür ederim.