30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni yıl öncesi

Ne yalan söyleyeyim hiç hoşlanmıyorum bu yeni yıl eğlencelerinden. Aslında planlı programlı dümteklerden kaçıyorum. Yabani desen değilim ama aslında yabaniyim de. Böyle saklanasım var, erkenden uyuyasım var. Ben gıcık bir insan oldum cidden. Ya da eskiden de gıcıktım da sanki artık gıcık olarak görünsem nolur görünmesem nolur da diyor olabilirim. Emin değilim.

İşte bu gıcık hallerimle yeni yıl planları filan yapmıyorum. Kendi elime bir liste tutuşturmuyorum tutmayacağımı bildiğim sözler için. A ama şartlar izin verseydi, kafam güzel şekilde Viyana'da geri sayım yapmayı çok isterdim ya da Omni Trio ile drum'n bass party de olmayı... Olmadığına göre çözüm kolay, sıradan bir gece olarak geride kalsın olsun bitsin, unutalım.. pehh..

28 Aralık 2009 Pazartesi

Fontaine Pasajı'nda bir pazar


Uzun bir süre salondaki yemek masası için "neden aldık ki biz bunu" dedim durdum. Tamam hiç kullanılmıyor değil. Ama yine de bu kadar az kullanılan bir eşyanın bu kadar çok yer kaplaması can sıkıcı. Kapanır hali ile bile bana göre büyük. Evlenirken bu tür eşyalar almak adet ya, sanki yemek masası olmayan evlenemezmiş gibi. Yemek masamız ile ilgili "atalım ya da satalım biz bunu" şeklindeki düşüncelerimi puzzle yapmaya başladıktan sonra değiştirdim. Şimdi en azından bir işe yarıyor, bir puzzle bazen aylarca üzerinde rahat rahat kalabiliyor.

Yazın başladığım ama uzun bir süredir yüzüne hiç bakmadığım Fontaine Pasajı'nı Pazar günümü feda ederek ve Oğuz'un da yardımıyla - ki o deli işi der dururdu- tamamladım.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Sorular cevap bekler [Mim]

Sevgili Lady'den gelen mimi şıp diye yanıtladım. Sorular kolay olmasına kolay ama bokumla kavga ettiğim gün yazdığım şeyleri kendim yapmayı hiç istemem. Bir nevi, şunu yap - bunu oku - bunu iç şeklinde "mutlaka" ile başlayan cümlelerin kurucusu olmaktan sakınıyorum ya, mim bu şekilde geldiği için şekil şemaline de dokunmak istemiyorum. Benim kendime söylediklerim olarak okunabilir bu mim.. öyle işte...

1. dinleyin: Leyla Gencer

2. deneyin: Unutmamayı.En çok buna ihtiyacımız var.
Uğur Mumcu, beyaz güvercin gibi barış için kanat çırpan Pippa Baca, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Hrant Dink… Liste uzar gider. Unutmamayı deneyin…

3. hergün tekrar edin: nasıl bir ülkede yaşıyorum? sorusunu.

4.sadece tek bir gün bile olsa: o bir günlük ömrümü yine şimdiki ben olarak geçirmek isterdim e bir de kel kedi oğuz olsun yanımda. Değme keyfime...

5.yapın: hayatta yapmam dediğiniz şeylerden -en azından- bir tanesini. Mesela bungee jumping.. Off yemiyo yine de be.

6.okuyun:Oğuz Atay / Tutunamayanlar ve John Fowles / Büyücü

7. için: su (iç diyorum sana ama içmiyorsun kedi)

Şimdiiiii gelelim paslamaya. Hımmm Janisjr olsun mesela. Yanıtlamak isterse mimlenmiş olsun.

25 Aralık 2009 Cuma

İnsanları, anları ve hüzünleri süzmek için

Bazen hayatımızda da olsun isteriz böyle bir süzgeç, insanları, anları ve hüzünleri süzmek için...

24 Aralık 2009 Perşembe

Gözlerinde tülden bir perde

Saat 08.30 ile 11.30 arasındaki üç saatlik süreyi kıpırdamaksızın tek bir yöne bakarak geçirdi. Tekerlekli sandalyede oturuyordu ve yüzü koridora dönüktü. Kuzu gibi sıramızı beklediğimiz üç saat boyunca şeklini, duruşunu, yönünü değiştirmedi, değiştirilmesini istemedi. Birazdan odaya çağırılacağını biliyor ama nasıl bir işlemden geçirileceğinden habersiz, sakince oturuyordu. Odaya benden önce girdi. Dışarı çıktığında yüzündeki ifade değişmemişti. Sanki biri gelmiş, yüzüne her durum için ideal bir ifade seçip beğenmiş, yerleştirmiş ve çekip gitmişti. 83 yaşındaki bu kadına yakın olmak isteyerek yanına gittim, mavi gözlerine baktım. Gözlerinde tülden bir perde. Canın çok acıdı mı diye sordum kulakları da ağır işiten yaşlı teyzeye. Boğazına sıkılan ilacın acılığından yakındı ve kafasını uzun uzun salladı. İncecik, zayıf el bileklerine, kırışmış, buruşmuş, sarkmış tenine bir sanat eserine dokunur gibi dokundum.

Çok yaşamak, çok uzun yaşayarak hayat oyununun içinde kalmak, jubile yapma hakkı olmadan sahnede rol almak tercih edilir bir şey mi bilemedim. Öyle hareketsiz oturarak bir zihin nasıl meşgul olur, zamanı nasıl savuşturur, anılar yumağını kördüğüm yapmadan nasıl korur bilemedim. Ama ne yalan söyleyeyim o kadına özendim. Kıpırtısızlığına, dalgasız bir deniz gibi sütliman ruhuna, tül perdeli gözlerinden saçılan ışıltılara imrendim.

Bugün hiç bir şey bilmeyen şu halimle durup baktığımda, içimdeki ses beni "basit olmak iyidir" yollarına çıkarıyor. Basit, karmaşık olmayan, düz...

23 Aralık 2009 Çarşamba

Negatif duygular beslediğim detayımsılarım

  • Blog okurken, yazarın beni gören ve beni gördüğünü bilerek tribe giren hallerinden hoşlanmıyorum. Kıçı kırık bir gazetede köşe sahibi olup ahkam kesen bir kalemi okumaktan farksız hissediyorum. Kendisiyle konuşur gibi değil, yandaki izleyicilerine seslenen, o izleyicilere saygısından (mı?) dolayı normalde pekala ağız dolusu küfür edebilecekken harf kırpmacası yapan, bir nevi kendi sansürünü kendi koyan zihniyetten haz almıyorum. İşin kolayı var, okuma di mi? Aynen öyle yapıyorum.
  • Film olsun, kitap olsun, müzik olsun, gözümün içine sokup alınan duygu yoğunluğunu benim de almamı uman, "evet evet bu filmi mutlaka görmelisiniz, gidin görün, paranız boşa gitmez" tadındaki önerileri önemsemiyorum. Yine aynı hisse kapılıyorum, bir köşe yazısını okuyor buluyorum kendimi, karşımdaki kişi de yılların yazarı tabi. Her şey iyi güzel de önerme işte sen bana, kendi yaşadıklarını anlat, cankulağımla dinleyeyim. Ama diğer türlü yapınca sen, sen istediğin için izlemiş olmuyorum ki.
  • "Kış geldi bak bu havada da en güzeli portakal suyu, hem c vitamini de almalı, sıkı da sarılmalı, yaka bağır açık dolaşmamalı ha" tadında ebeveyn rollerindeki yazılardan kaçabildiğim kadar kaçıyorum. Almıyorum c vitamini, gelip beni takip mi edeceksin alıp almıyorum diye. İçmiyorum bitki mitki çayı da. Ama sen iç ben sana karışıyor muyum? Anlat sen. Mesela "bir ısırganotu çayı içtim nasıl kendimi iyi hissettim, bulutların üzerinde gibiydim" gibi bir cümle kur, bilmemneotunu bilmemne gümecinin bilmemne sapıyla karıştırdım, 100 metreyi şu kadar saniyede koşar oldum de, bak belki tüm bitkicileri dolaşıp içmek isteyeceğim, sokma işte benim gözüme, dayama gırtlağıma o çayı, sırf öğütsel yaklaşımların yüzünden kaybetmek istemiyorum oysa seni.

Bunlar gibi var bir kaç tane daha da şimdi ilk etapta bunlar geldi aklıma durduk yerde. Kendi bokumla bile kavga edebilirlik potansiyeli taşıyorum sanırım bugün. Bu, iyiye işaret...

21 Aralık 2009 Pazartesi

Normale dönüş

Cumartesi gecesi dışarı çıkmayı istemeyen ben, eve zor girdim. Genelde böyle oluyor işte. İstemeye istemeye gittiğim her yerden zevkten kendimden geçer halde evimize dönüyorum. Tıpkı çocukken ev gezmesine giden annelerimizin "hadi siz kaynaşın" diyerek bizi bir odaya kapatıp paşa çaylarını içirmeye çalıştıkları günlerde büyüklerimize inat kaynaşmayıp, "sıkıldım ne zaman gidiceeeez" tripleri ile onların kahkahalı sohbetlerini bölüp günlerini zehir ederken ama tam da onlar kalkmaya hazırlanırken, yanında getirdikleri şıkıdım terlikleri çantalarına koymaya başlarken "hayııır biraz daha kalalım" haykırışları ortalığı inletmemiz gibi. Neticede ortama uyum sağlamam zaman alıyor.

Zehir saçan günlerimi o gece geride bırakmış oldum. Ama yine de Oğuz geveze'yi dinlemeyip yanımdan kaçıp gitmedi. Sabırla her şutumu kalesinde bekleyip panter gibi yakaladı. Yüzünde "ohh bir ayı daha geride bıraktık" ifadesi vardı ama çok üzerinde durmadım.

Dizi mahkumu olmak istemiyorum ama bu hafta sonu The Prisoner hem ellerimi hem ayaklarımı kelepçeledi. Ian mckellen muhteşemsin be güzel abim. Senin için her dakikam feda olsun, ellerinden öperim.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Depresif bir hafta sonu olacak evet evet

Öyle olmasını planlıyor değilim tabi. Ama beni esir alan pms (pre-menstrual sendrom) yerini menstrual sürece bıraktı. Kafamın içi karmakarışık. Bir yandan sadece uyumak, diğer yandan bir yığın şeye veryansın etmek istiyorum.

Mesela şu an üzerimdeki giysilerden nefret ediyorum. İçlerinde kendimi rahat hissedemiyorum, sanırsın başkasının kazağı, başkasının ayakkabısı. Ben, bildiğim ben değilim. Saçlarımdan da nefret ediyorum bak. Bir bu tarafa atıyorum olmuyor, sonra öbür tarafa. Sonra paket lastiği ile topluyorum, paket lastiği saçlarımdan bir iki teli sıkıştırınca iyice sinirleniyorum. Paket lastiğine de söyleniyorum, saçlarıma da.

Akşam için bir plan yaptık. Uzun zaman sonra burnumuzu dışarı çıkaracaktık. Şimdi canım dışarı çıkmak istemiyor. Oysa çok sevdiğim birine söz verdim. Beni sabah heyecanla arayıp "akşam planında bir değişiklik yok di mi? diye sorunca, "hayır" diyemedim. Normal şartlarda hayır diyemeyenlerden değilim. Çok da güzel hayır derim. İşin mi çıktı diye sorsalar, canım gelmek istemiyor diyebilirim. Ama bugün hayır diyemediğim kişi, dışarıda olmak ve bizimle vakit geçirmek için çok hevesli. İşin içinden çık bakalım kedi.

Evet büyütüyorum ama bunun için kale gibi bir sebebim var. Oğuz bak uyarmadı deme! baretini tak! Üzerine de korunaklı şeyler geçir zira tırnaklarımı çıkardım, sağa sola tıslayarak eve geliyorum. Yolda birileri ile kavga edip karakolluk olmazsam görüşürüz. Unutma, ilgi, alaka, sevgi, şefkat türü şeylere ihtiyacım var ama yapış yapış olacak miktarda değil, dozunu iyi ayarla lütfen. Biliyorsun her şeye "evet" demelisin ama canımı sıkacak kadar da çok "evet" dememelisin. Ben salondan sana seslendiğimde 3 saniye içinde yanımda bitmeli, etrafımda pervane olmalı, meyve tabağımı bu gece sen hazırlamalı, iyi geceler öpücüğünü her zamankinden daha çok vermeli, ayaklarıma masaj yapmalı, parmak aralarıma da üflemelisin. Üflerken sıcak üflüyorsun bak bu canımı sıkıyor biliyorsun. Lütfen soğuk üfle. Menopoz dönemimde başına geleceklerden korktuğunu da biliyorum, evet.

18 Aralık 2009 Cuma

We are junkies, i m a hooker


Burasını alıntılarla donatmayı pek istemesem de kendimi alamadım.
Filmde evet Requiem for a dream benzeri tat var. Yine bir bağımlılık hikayesi. Kayboluş eşiklerine sık ziyaretler. İçimi burkan sahneler de var. Kimine göre vakit kaybı olabilir belki, kimbilir.

Filmde Candy'nin çok fazla vurucu repliği mevcut. Bana göre onlardan bir tanesi,

" Çok ortak yönümüz vardı. Gürültünün rahatsız etmediği mükemmel bir yerde her şeyi yapıştıran gizli bir yapıştırıcı bulmuştuk. İkimizin dünyası tamamlanmıştı."

17 Aralık 2009 Perşembe

Ordan burdan

Birkaç gündür gelmiş geçmiş en iyi çellistlerden olan Jacqueline Du Pre’ nin hayatı üzerine yazılar toparlıyorum. Bunun yanı sıra yüzyıllardır gizemli hayranlar tarafından yetenekli sanatçılara hediye edilen stradivarius’lar ile ilgili yazılar okuyorum. Strad’larla bu kadar yakından ilgilenmemi sağlayan şey ise geçen hafta izlediğim The red violin filmi oldu. Bu kadar değerli çalgıların dahi sanatçıları bulmaları, müzelerde seyirlik malzemeler olarak yaşlanmaktansa işlevsel olarak yaşamaya devam etmeleri şahane bir fikir. Konu uzun, derleyip toparlayıp buraya da yansıtmayı planlıyorum.

Panik bozukluğumun seviyesi ile ilgili gerçek, Oğuz sayesinde geçen gece geldi suratıma şraak dedi oturdu. Aslında ataklarım ile ilgili yaptığımız klasik geyiklerden bir tanesiydi. Gecenin bir yarısı sırf hapşıramadığım için beyin kanaması geçirdiğimi düşünerek apar topar hastaneye gittiğimiz geceyi anımsamıştık ve ne güzel gülüyorduk ki Oğuz “ben senin prostat kanseri olmandan da çok korkuyorum” dedi. E haklı aslında. Üzerime yapışmış olan bu etiketi söküp atmanın yollarını bulacağım, söz.

16 Aralık 2009 Çarşamba

15 Aralık 2009 Salı

Kekeleme hallerim

Kim olduğunun çok önemi yok. Ama neticede bir kadın. Kırılgan. Naif. Sevecen. Hüzünbaz. Neşebaz. Yaşadıklarını o kadar derinden yaşıyor, o kadar derine iniyor ki, kendisi bile inanamıyor tüm bu yaşadıklarına. Hem yaşadıklarından aldığı kavramsal dersler de var. Bir aşkın peşine takılmış rüzgâr misali. Geride bıraktığı koskocaman bir boşluk, kıyısız açık bir deniz. Kime sarılacağını bilemeyen gözlerine bakıp kadının, yoluma devam ediyorum.

Akşam olmuş. Masamızı hazırlamışız. Yemek yiyoruz. Ama daha çok sohbet ediyoruz. Sohbet ve yemeğin bir nevi rolleri değişmiş. İzlediğimiz ve beğendiğimiz bir film ile ilgili olumsuz bir eleştiri okuduğumu ve eleştiride katıldığım noktaların bulunduğunu söylüyorum. Merakla soruyor. Ne demiş? Hangi kısımlarını eleştirmiş? Cevap veremiyorum ve “Kafam çok dolu şimdi, açıklayamam” cümlesiyle işin içinden sıyrılmayı istiyorum. Olmuyor. Okuduktan sonra hak verdiğim olumsuz eleştirilerin neler olduğunu geçici belleğimden silmiş gitmişim, tek anımsadığım okuduğuma katıldığım. İlgisi bir anda eleştirilen filmden kafamın doluluğuna kayıyor. Haklı. “Kafam dolu” demek yerine “göz ucuyla hatta hızlıca okumuşum, anımsayamadım şimdi” desem ya.

Bugünlerde kendime yasakladığım ardışık iki kelime var. Kafamı gerçekten toparlayamadığım anlarda cümlemi kuramayıp, konuştuğum kişiye karşı – ki çoğunlukla Oğuz- zaman kazanmak için “sen söyle” diyorum. Karşımdaki kişi beynimin içinde değil ki, nasıl söylesin. Bir nevi kekeleme halleri. Konuşma, konuşmaya çalışma, kendini konuşurken ifade edebilme bir yetenek. Ortalama sınırlardaki bu yeteneğimden zaman zaman bir miktar kaybeder gibi oluyorum ama korkmuyorum. Hiç konuşamasam bile beni anlayabilecek becerileri olan bir yol arkadaşım var. Şanslıyım.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Siyah Beyaz

Bugün, Nuray ve Zilli geldi girdi kadrajımın içine...

11 Aralık 2009 Cuma

Sana ihtiyacım yok Inarritu!

Ameros Perros, 21 gram, Babel filmlerinden tanıdığımız, bildiğimiz Guillermo Arriaga – Alejandro Gonzalez Inarritu ortaklığının bittiğini öğrendiğimde evet üzüldüm. Arriaga’nın iş başa düştü diyerek hem yazıp hem yönettiği filmi (The burning plain) dün akşam izlediğimde üzüntüm biraz olsun hafifledi. "Sana ihtiyacım yok Inarritu, al işte ben de film yönetebilirim ama ya sen benim gibi senaryolar yazabilir misin?" diye sormuş mudur Arriaga bilemem.

Filme gelince, bu kez kesişen hayatlar klasiğinden biraz olsun uzaklaşmış Arriaga. Zaman tünelinde zıplamalarla bir geçmiş bir şimdi arasında gidip geldiğim filmden kesinlikle çok etkilendim. Çocukluk döneminde yaşanan travmatik olaylar bir kadının cinselliğe bakışını nasıl etkiler, bir kadın neden ve nasıl bedenini hor görür, hem sonra taşıması mümkün olmayan bir yükü nasıl sırtlanır… Arriaga’nın satır aralarında izleyiciye dönüp bunları sorup sonra kamerasını Charlize abla’ya çevirip “böyle” fısıltısını da duyumsadım valla bak.

Ay yok film eleştirilerine filan soyunacak değilim, şu an benimkisi izlediğinden etkilenmiş iki dünyevi gözün üzerinden atamadığı bu etkilenmişlikle buraya gelip kekelemesi diyelim, hepsi bu.

9 Aralık 2009 Çarşamba

"Yetinmeyi bilen ebeveyn olmanın yolları" eğitimi şart olmalı

Dönüyorum, dolaşıyorum, bakıyorum, gözlemliyorum ve çocuklarının her ne konuda olursa olsun yapmış oldukları seçimlerle, yaşam biçimleriyle, kusurlu kusursuz tüm yönleri ile barışamamış ve bu barışılamayan yönleri kendi benliklerine taşımış mutsuz anne babalar görüp onlardan biri olmak istemediğime yeniden yeniden kanaat getiriyorum.

“Hiç bir anne – baba çocuğunun kötülüğünü istemez” düşüncesinden yola çıkarak kabul ettiğim ve anlayabildiğim bazı davranışlar olsa bile onları yeterince anlamadığımı fark ediyorum.

Mesela meslek seçimi bir krizdir. Yahu çocuk seçmiş bir yol, mutlu işte. Ne diye değiştirmeye çalışıyorsun yaptığı işi, ne diye ona illa biçtiğin gömleği geçirmeye çalışıyorsun. Diyelim o gömleği giydi, mutlu olacak mı­? Olmayacak. Uğraşma işte. Ama olmaz. Hep başkasının evlatları daha bir girgin, daha tuttuğunu koparan, daha karizmatik, daha çok kazanan, daha saygındır, başkasının çocukları mutlu değildir belki ama önemli değildir ki bu.

Mesela eş seçimi bir krizdir. Yahu çocuk aşık olmuş, mutlu işte. Varsın o kız konsolos kızı olmasın, varsın terzi Melahat’in kızı olsun. Ne diye illa kafanda bir prototip gelin ya da damat yaratıp senin kafandaki damat ya da gelinin karşına çıkmasını bekliyorsun. “Bekleme işte” demek yetmiyor. “Mutluyum” demek yetmiyor. Nedense hep başkasının gelini – damadı daha bir güzel, daha güler yüzlü, daha hamarat, daha bir çalışkandır.

Bir çocuk kaç yaşında olursa olsun ebeveynle arasında gizli savaş hiç bitmiyor. Daha doğrusu ebeveyn rızası ile yaşamaya çalışan çocukların savaşı bitmiyor da diyebilirim.

Belki bir gün ebeveynler için de eğitim verilir. Bu eğitim esnasında “yetinmeyi bilen ebeveyn olmanın yolları” adında bir ders de umarım bu eğitimin içine dahil edilir. Bunu başarabilen, yani çocuklarının mutluluğunu önemseyen ebeveynler çoğaldıkça daha mutlu insanlar olacağız buna inanıyorum.

Bana gelince, özellikle annemle olan savaşların çoğunu geride bıraktım. Tüm bunları buraya yazmamı sabah gazetede okuduğum bir haber tetikledi, kustum da azıcık olsun rahatladım.

8 Aralık 2009 Salı

Bir ikiii üüüç tıp (Geveze'den gelecek dayağı hakkettim, evet!)

En son güncellemesini 16 kasım tarihinde yaptığım tiroidsel sağlığım ile ilgili bugün nihai noktayı koymuş bulunmaktayım. Tanı şu; Kronik tiroid bezi iltihabı (Hashimoto olanından) ve en güzeli de nodule rastlanmadı. Görüyor musun bak, boşuboşuna endişe etmiş, Geveze'nin dayağını kesinlikle haketmişim. Dayak alacakları hanesine Geveze yazıyorum. Konu kapanmıştır.

Ya Merlin bir güzellik yapıp hepimize tekila ısmarlasan ne güzel olurdu biliyor musun?

7 Aralık 2009 Pazartesi

Merlin'den Boleyn'lere, Boleyn'lerden Balta Harry'e bir pazar

Yayıla yayıla geçirdiğimiz pazarlardan biri daha. İzlediğim ve okuduğum karakterlerin etkisinde geçirdiğim bir tatil günü.

Kahvaltı sonrası keyif çayımızı içerken; The Shawshank redemption ... (Esaretin Bedeli)
Her ne kadar baş karakter Andy Dufresne ve Red olup ikisi de çok şahane olsalar da benim karakterim Brooks oldu. İlgilendiğim kişi Brooks olunca "Brooks was here" hikayesi de geldi boğazıma yumruyu oturttu.

Öğle sonrası sinema arası; Boleyn Kızı kitabına başladım. Karakterleri yeni yeni tanıyorum, favori bir Boleyn'im ya da peşinden sürüklendiğim bir karakter yok, kitap okuma anlarımdan aklımda sinsi Anne Boleyn kalıyor, gerisi henüz çok silik.

Akşam karanlığı çökerken; Lock, stock and two smoking barrels. (Ateşten kalbe, akıldan dumana) Bir Guy Ritche filmi. Bu tarzın adı neyse artık bilmiyorum ama ben bu tarza bayılıyorum. Favori karakter olarak iki salak hırsız ile balta Harry arasında sıkışıp kaldım, sonra Balta Harry de karar kıldım. İlk fırsatta Snatch filmini izleyeceğim..

Gece olmuşken ve ben uyumaya direnirken ; Merlin. Bir cnbc-e dizisiymiş. Düne kadar haberim yoktu tabi. Oğuz evin Cnbc-e dizilerini yakından takip eden üyesi olarak Merlin'i tanıttı. Merlin'e ve kepçe kulaklarına bayıldım. Ama izlediğim ilk bölüm olduğu düşünülürse favori karakterimin Gaius olması anlaşılır bişeydir di mi? Önümüzdeki günlerde favorim değişebilir belki kimbilir.

Aralık filmlerim




















































































































5 Aralık 2009 Cumartesi

Şeker şerbet misali bir Hürrem

İhtiyacım olan şey beni içine çekecek derecede sürükleyici, kolay okunabilir içerikli, kafamı meşgul etmekten uzak, kendimi sorgulamama izin vermeyecek ölçüde şeker şerbet misali bir şey iken internet üzerinden yapmış olduğum kitap alışverişimin ilk kitabı olan Moskof Cariye Hürrem tüm ihtiyaçlarımı karşıladı ve okuyamama serzenişlerimi unutturdu.

Şimdiki durağım Boleyn Kızı. Eh bir miktar tarihi fanteziler içerisinde yuvarlanıp gitmenin kime sakıncası olabilir ki.

Yazı hayatına yeniden hoş gelip gözümüzü gönlümüzü şenlendiren Beyaz Tuval, tarihi kitap furyasının başladığını düşünerek Hürrem'den uzak durduğunu ve kitap ile ilgili görüşlerimi bekleyeceğini belirtmiş.

Kitaplar biraz da vitamin gibi, vücudun ihtiyacı olan bir besine elin ister istemez ve farkında olmaksızın gitmesi gibi, kitap seçimleri de yeri geldiğinde ruh hallerinin ihtiyacına göre şekillenebiliyor. Yani demem o ki beni terk eden okuma alışkanlığımı geri getiren Hürrem'i afiyetle yedim, içtim, bitirdim... Beyaz Tuval, beni fazlasıyla doyuran bu 800 sayfanın beklentilerini karşılamayıp seni hayal kırıklığına uğratmasını da istemem, elbette seçim senin...

2 Aralık 2009 Çarşamba

Şurup sesli koloratur soprano Sumi Jo ile beni başbaşa bırakın


Bugün kalktım baktım kafamın içinde kocaman bir aşure tenceresi fokurduyor. Aşure dediğin çeşitliliğin uyumlu birlikteliği. Ama ben tencerenin ağırlığı altında eziliyorum. Üzerimde akşamdan kalma bir hal. Benim sınırlarımı fazlasıyla zorlayan yorucu bir beş gün geçirdim. Telefonlar, bozuk para gibi saçılan ve yazık edilen kelimeler ve kafamın içinde nasıl bir ses kirliliği anlatamam.

Bugün hava da bir garip. Limoni. Aşure fokurtusunun sesini ya da kendi içimde kavga eden sesleri bastırma isteğiyle yanıp tutuşurken kim çıktı karşıma? Sumi Jo. Coğrafyası Güney Kore. Kendisi koloratur soprano. Sesi şurup. İçimdeki böylesi bir kirliliği temizleme görevini Sumi üstleniyor ve bambaşka bir dünyanın kapısı aralanıyor. Şimdi bugün için tek isteğim ya hiç ses olmasın ya da beni Sumi ile başbaşa bırakın.

Hey diğer sesler! Bugün mesainiz bitti, izinlisiniz, ne duruyorsunuz ayol dağılabilirsiniz.
* Demedi demeyin; Görseli Sumi'nin official web sitesinden alıntıladım.

1 Aralık 2009 Salı

Vizörden akıp giden tam bir yıl







Bugün bu pencereden güne başlamamın yıldönümü iken biliyorum ki sadece mevsimler değil değişen...