Bu arada Johnny Quid tiplemesininin piyano sahnesine bayıldım. Ve filmden kısacık bir alıntı yapmak istersem aşağıdaki cümleyi taşırım;
Sahi rocknrolla nedir? Uyuşturucular ve hastane sondası ile alakalı bir şey değildir. Kesinlikle hayır. Ondan çok daha fazlası var. Hepimiz biraz tatlı hayatı severiz. Kimi parayı sever. Kimi uyuşturucuları sever. Kimileri seks oyunlarını, cazibeyi veya şöhreti sever. Ama bir rocknrolla, işte o farklıdır. Neden mi? çünkü gerçek bir rocknrolla hepsini birden ister."30 Kasım 2009 Pazartesi
Are you a rocknrolla?
Bazen bir rüzgâr eser seni ipin üzerinden alıp alaşağı eder
Bayramın vazgeçilmez seremonisi günümü parçalara bölüp beni daha çok koştururken, beni benden alan bir rüzgârı beraberinde getirdi ve hakim olmaya çalıştığım duygularımı allak bullak etti. Bunun üzerine her şeye inat kendime kapandım ve saklandım. Şimdi oturmuş güven duygusunu sorgularken buluyorum kendimi.
Dışarıdan bakıldığında çıkışsızlıklarımın içinde kaybolmaya meyilli görünürüm belki ama aslında çıkarım. Suyun altından başımı çıkarabilecek ve gökyüzünü görebilecek boşluğu bulabilirim. İşte beni sessizleştiren ve içe döndüren, biricik mal varlığım dengemi elimden alan rüzgârın sersemliğinden korkmamamı sağlayan da bu. En azından bak, tüylerimin ürpertisi geçti ve gitti.
Ben bunları sana anlatıyorum ama benim suskunluklarımı, boşluklarımı, kaygılarımı sahiplenme sakın, çünkü ben uzaklık ve yakınlıkların, sıkılmışlığın ve beyazın rahatlığını bir arada tutmayı deniyorum. Şimdi mutsuzum ama bu mutsuzluk, emin ol bir sonraki gelişimimi ve atacağım adımların çatısını kuruyor olacak.
25 Kasım 2009 Çarşamba
Sanki
Sisler ülkesinde yaşıyorum ve birazdan yaşlı cadı beni yanına çağırıp elindeki zehirli şurupla derin bir uykuya geçmemi sağlayacak ama ağaçlar arasından çıkıp gelen maskeli yılan prensler hayatımı kurtaracak. Cadı için bu sefer yanlış kapı, benim korumalarım var anacım.
23 Kasım 2009 Pazartesi
Hafta sonuna süzmecesel bakış
Evet Cumartesi günü kitaplarım geldi, yanda duran ve bir çok kişiye göre şuh bakan ama benim nedense bakışını "dik dik bakıyor" şeklinde yorumladığım hükümet gibi kadın denilen türden Hürrem'in piyasada çok konuşulan kitabına başladım, zırt diye 150 sayfa filan okudum, istediğim şu an tam da böyle bir şeydi ve ilaç gibi geldi.
Hafta sonu uyur uyanık, uzun bir kahvaltı, evin eksikleri için zorunlu alış veriş, zeytinyağlı havuçlu pırasa yemeği pişirmece gibi aktiviteler ile geldi ve geçti.
Pazar günü Trt 2'de Selim İleri'nin Not defteri diye bir programa rastladık. Çok hayıflandım böyle bir programdan haberim yok diye. Öyle işte.
21 Kasım 2009 Cumartesi
20 Kasım 2009 Cuma
Özlemle andığım kitapçılarımın yerini tutar mı hiç internet?
Mesela ilk mekanım Simurg. Gerçi ben İstanbul'dan ayrılmadan önce dükkan ikiye bölünmüş ve o eski tadı kalmamıştı. Simurg'un eski güzel günlerinin sefasını sürenlerdendim diyelim, şimdi nasıldır bilmiyorum. Orasının ayrı bir elektriği vardı inanır mısın? Mesela çok haylaz, gevşek bir lise öğrencisini alıp o dükkana bıraksan eminim ilk dakika havayı koklar ve yola gelirdi. İçeride kitaplara bakan, dokunan ve içlerine göz atanlara, oranın müdavimi olsun olmasın çay servisi yapılırdı ve etrafta zilyon tane kedi dolanırdı ki her kedinin hikayesi ayrıydı. Oradaki kedilerden zihnimde en çok kalan "üç ayak" olmuş bak. Gözleri gibi baktıkları bu kedi, canavar, sevimli ve üç ayak. İsim konusunda çok yaratıcı davranmamışlar kabul ediyorum.
İkinci mekan Pandora. Bir zamanlar yazarlara dair harika illüstrasyonlardan oluşan ve yanılmıyorsam tasarımı Savaş Çekiç'e ait kitap ayraç hediyeleri vardı. Son 4 yılda 3 farklı evde yaşadığımı düşünürsek, taşınırken ve her taşınmada biraz olsun eksilirken sakladığım ayraçlar kayıplara karışmış, o nedenle ayraçlara bakıp tasarımcısı kimmiş diye bakıp kopya çekemiyorum. İşte Pandora mutlaka uğradığım, aradığım kitap yoksa sipariş verdiğim ve geç olsun oradan olsun dediğim bir vazgeçilmez kitapçı oldu benim için.
Üçüncü mekan İstiklal Caddesi No: 389 Robinson Crusoe. Büyülü bir vitrini var. Mesela orada sergilenen kitaplar sanki daha bir tılsımlı, daha bir albenili, daha bir şeydir işte anla. Orada da hep fotoğrafa dair şahane albümlere rastladım, çalışanların bilgisine hayran kaldım.
Hal böyleyken şimdi kalk ve internet üzerinden sipariş ver. Hiç makul ve keyifli gelmiyor ama başka seçeneğim yok malesef. Burada içine girip kendimi iyi hissedeceğim bir kitapçı bulamadım. Bu nedenle dün ilk defa internet üzerinden kitap alışverişi yaptım. Hani iki gün önce sitemsel bir post ile okuyamama hastalığına yakalandığımı duyurmuştum ya, işte o hastalıktan beni kurtaracak olanın yeni kitaplar olduğuna karar verip kendimi sürükleyici olduğuna inandığım kitapların ellerine bırakacağım. Ama tabi önce kargonun beni bulması gerekiyor, heyecanla bekliyorum.
19 Kasım 2009 Perşembe
Neden blog yazıyorum? [Mim]
“Bu şehre nasıl geldiğimi, nasıl içine işlediğimi, işlerken neler biriktirdiğimi, biriktirirken neler yitirdiğimi, yitirirken içten içe kendime, kendi özüme nasıl yaklaşıverdiğimi fark edemedim” dedim blog yazmaya başlamadan ve İstanbul’dan taşınmadan hemen önce. Farkedemediğim o süreç aslında farkındalıklar silsilesi ama beraberinde bir o kadar da unutulan özne, nesne, anı yığınını da barındırıyor kendi içinde. Gitmesini istediğim anılar dışında kalmasını istediklerim de harcandı.
Her insanın yaşamında milatlar var ve eminim bu milatların sayıları bir değil birden fazla. Herkes bu milat süreçlerini farklı olaylara kodluyor. İşte benim kodladığım ilk miladım Edirne’den İstanbul’a taşınmaksa bir diğeri –tersten yazılmış ve ancak aynada okunabilen bir yazı misali- İstanbul’dan Edirne’ye taşınmam olacaktı. Sular bu kez beni tersine sürüklüyordu ve tek başıma ayrıldığım bir kente iki kişi olarak savrulma sürecimi evet kelimenin tam anlamıyla unutmak istemiyordum. Bir gülüş, bir çizgi, bir emanet, bir sandalyenin sırtıma dokunuşu, bir bocalama, derin bir nefes alma, göz kırpma, gökyüzüne bakma… Hepsi benle kalsın istedim.
Nerede yaşadığımın belki önemi yok, nasıl yaşadığım önemli belki ama kent olgusu beni baştan aşağı etkiliyor, bunu biliyorum. Taşınma süreci; bir yazı serüveni ve aynadaki değişimleri izlemek için iyi bir giriş sahnesi gibi geldi gözüme. Oldukça sancılı geçen bu süreç içerisinde benden neler çıkar merak ettim ve öylece kollarımı sıvadım. Bugün geriye dönüp baktığımda şu postu yazmasaydım o gün içimde taşıdığım mutlu hindiyi bu kadar net anımsayabilir miydim bilmiyorum diyorum ve ve ve ve bu mim yavrusunu, yazılarında cesur olacağı günleri iple çeken Ateşe bakan kadın’ a veeee bu kadar Edirne demişken blog dünyasının bana getirdiği güzel insanlardan Lady’e gönderiyorum.
17 Kasım 2009 Salı
Ses nokta ses nokta
Canımı sıkan tek bir şey var. Kitap. Ne kadar tembel oldum ben, filmlere çok rahat zaman ayırıyorum, iş kitaba gelince tıkanıyorum, neyi bekliyorum? Oysa bir yandan çok istekliyim. Bu konuyu bir şekilde çözüme kavuşturmam lazım. Ya biliyorum buradan böyle yazınca komik oluyorum. Biraz disipline olmam lazım. Dün akşam elime Bilgi Karasu - Lağımlaranası ya da Beyoğlu geldi. Mesela Bilge Karasu'nun yeniden okumak istediğim kitapları var. Nasıl özlemişim kendisini. Sonra bir ara Cansever geldi elime, Ruhi Bey'i kucakladım. üffff... Yok benim derlenip toparlanmam lazım. Çocuksuzluk isteğimin bir getirisi olan boş vakitlerime daha fazla sahip çıkmalıyım. Şimdi oradan bakıldığında çocuksuzluk isteğimin sebebi boş vakitlermiş gibi durdu, oysa değil, sana bir ara anlatırım, şimdi konumuz kitap okuyamama, laf değiştirip durma be kedi.
Tamam ben en iyisi bu konuda bir şey yapayım. Evet. Gülme. Bir gün senin de o güzel başın kitap okuyamadığın günlere ağıtlar yakabilir.
14 Kasım 2009 Cumartesi
Temizinden dayak atan birini arıyorum yine
16 kasım güncellemesi : Doktora göründüm, bir ara sintigrafi için randevu alacağım. Sintigrafi olsun bitsin, sonuçlar çıksın, bildireceğim.
12 Kasım 2009 Perşembe
Son durum güncellemesi
Herkese benden tekila.
11 Kasım 2009 Çarşamba
Örümcek işte
Öffffffffffffff.
Yarın sabah ilk iş o uzmandan bir tane bulup görüşmeyi ve yakama yapışan tiroidsel sıkıntının sadece ilaçlarda kalmasını diliyorum.
Bu arada kısa bir not: Sen benim bu tıpsal mevzularda kara haber veriyormuş gibi oluşuma bakma, unutma ki ben panik bozukluğu olan bir kadınım. Neticede bu lekelere bakıp kendi kendime önce kan kanseri teşhisi koyduğumu sonra karaciğer yetmezliğinden tut da tüm karaciğer hastalıklarını kendime etiketlemiş insanım. O yüzden hastalıklarımı büyütür, ciddiyetini son safhalarına kadar çıkarırım. Ben yeterince endişe hormonu salgılıyorum bunlar için, sen kendini yorma, üzme, bu bana yeter.
10 Kasım 2009 Salı
Kronolojik facebook geçmişim
Bilgisayar başında geçirilen zamanı üye olan kişi için anlamlandırarak, sırf bunu yaptığı için çevresindekilerce sosyal insan statüsünde sıralayarak, üzerinden bu kadar zaman geçmişken neyi ne kadar paylaşabileceği bilinmeyen arkadaşların bulunduğu, görüldüğü, gösterildiği, göstertildiği site. Buraya kadar yine de her şey tamam diyelim. Düzgün site diyelim.
Anlayamadığım insanların bu siteye üye olmayanlara karşı gösterdiği tepki, tavır ve bakışlar. Ne yani ilkokul arkadaşımın boyunun uzamış, pipisinin haliyle büyümüş olacağını tahmin ediyorum zaten. Önemli olan nokta ben onu neden kaybettim ve neden şimdi tutup onu sanal bir alemde bulmaya çalışıyorum. Kaldı ki deşifre hayatlar ve deşifre ilişkiler sayesinde "bak karım ne kadar güzel" "bak ne kadar şahane bi eşe sahibim" mantalitesi ile etrafına hava basan içi kof, dışı da kof, nereden tutsam elimde kalan oluşum.
Ayrı odaları olan iki erkek kardeşin, dünyanın taaa öbür ucundaki elin adamının hangi yemekleri daha çok sevdiğini ya da hangi müzikleri dinlediklerini bildiği halde kendi içlerinde hiç bir bok bilmeden sanal alem içinde büyüdükleri bir mekanizma içinde bu oluşumu da doğal karşılıyorum diyorum ama aslında hiçbir şey anlamadığımı biliyorum.
Yıl yine 2007 : Kaçamadım kendisinden, üye oldum.
Üye oldum olmasına ama üzerine düşmedim. Karman çorman bir yer oldu benim için. Ne adam gibi fotoğraf albümü oluşturabildim, ne kendime dair bir işaret düşebildim. Çırılçıplak gibi değildim ama sanki giyinik de değildim. Böyle acaip bir şey. Oysa transparanları severim. Ama gönderme yaptığı şey transparan da değil. Neyse işte… Kaçamadım neticede. Tükürdüğümü kısa bir süre sonra yaladım diyelim, facebook accountlu biri oldum.
Yıl 2009 : Dedirtmeyen site facebook… (3-4 ay öncesine kadar)
Bir yararını görmedim, gören var mı bilmiyorum. Üstüne üstlük saçma sapan davetiyelerden fenalık geldi. Yoksay demekten işaret parmağımın yorulduğunu ve gelen videoları izleyemediğimi fark ettim. Facebook demek youtube yokluğunu dolduran bir site demek. Video, video, video…
Bir de kişinin kendi fotoğrafı yerine 3 gün önce doğurduğu bebeğinin fotoğrafını koymasını da anlamadım. O bebek senin bir parçan evet ama inan bana sen değilsin, ne diye o bebeğin fotoğrafı senin adının yanında yer alıyor diyemedim. Tüm bu diyemediklerime de sinirlenip kimseye haber vermeksizin kendimi deactivate ettim. Silemiyor ve tamamen yok olamıyor oluşum da çok canımı sıktı bak. Ay hayır bir de nedenini ısrarla öğrenmek istiyor yapışkan site. Sana ne ayol. Ben kazık kadar kadınım, kimseye hesap vermiyorum, sana mı vericem? diyemedim. Giderken bile diyemediklerimi boğazıma tıkıyor kör olasıca. Klavyenin tuşlarına rastgele basıp hesap verme aşamasını geçebildim de sessizliğe erişebildim.
Dün akşam…
Bir yandan masayı hazırlıyoruz akşam yemeği için, bir yandan günün nasıl geçtiğini filan anlatıyoruz birbirimize. Bloğuma ilk defa video eklediğimi söyledim bizimkilere. Filmden çok etkilendiğimden bahsettim. Oğuz ve Sezen, filmi daha önce izlediklerini söylediler. Şaşırmadım desem yalan olur. İlk tepkim aaa nerde izlediniz? oldu. Af buyurun Facebook denen mekanı unutmuşum.
Sonuç olarak aşağıdaki kısa film facebook müdavimleri için çok bildik olmalı. Bari bilmeyen ve hesabı olmayanlar için paylaşmış olayım, hey facebooklular sizin için çokuncu tekrar olacak kusura bakmayın…
9 Kasım 2009 Pazartesi
El empleo by Santiago Grasso
Bir pazar sabahı Pirinç'in oyun hali
Ve dinlenme molası...
7 Kasım 2009 Cumartesi
6 Kasım 2009 Cuma
Ne güzel olurdu...
Hayal...
Bazen işsiz güçsüz ama istekli ama aceleci olmaksızın, istediğim bir kaç konuya fotoğraf ile yaklaşarak, deneyimleyerek, sergileyerek, sergilediğim fotoğraflar arasında şarabımı yudumlayıp heyecandan ölecek gibi olup derin bir nefes alarak, bir dönem, bir gün, bir zaman dilimini yaşamayı arzuluyorum.
Hayal bu ya, biraz daha ileri gidiyorum...
Öyle ki, zemini kendi ellerimle cilaladığım tahta rabıtalardan bir mekan olsa mesela, işe gider gibi gitsem her gün oraya, kapısını açtığımda karanlık odanın kokusu gelip yapışsa yakama, üzerimdekileri çıkarıp atmadan ilk yaptığım şey müziğe başla komutunu vermek olsa işaret parmağımla, sonra şöyle bir dolansam salonun ortasında, günün gazetesine göz atsam kahvemi yudumlarken, bir dostum gelse elinde sabah simitleri, sonra çekilsem işimin başına, iş dediğim de fotoğraf olsa, kitaplar olsa, kısa filmler olsa, müzik olsa, salınsam tüm bunların arasında, kafamı okuduğum kitaptan kaldırıp baktığımda farketsem karanlığın varlığını, mesaim bitmiş haberim yok diyerek toparlanıp bir iş gününü böyle bitirsem ne güzel olurdu...
4 Kasım 2009 Çarşamba
3 Kasım 2009 Salı
Ruh yavaşlığının yanına The Weeping Meadow by Theo Angelopoulos
Angelopoulos trilojisinin ilk filmini geçen hafta izledim ama buraya izlediğime dair bir işaret bırakmamışım, içimde kalmasın.
İnternet üzerinde şöyle bir bakındım, film hakkında gelen eleştiriler ya çok sevildiği ya da katlanılamadığı yönünde. Angelopoulos, simgelerin yönetmeni bu zaten bilinen bir gerçek. Bu film ile birlikte bir kez daha anladım ki ustaya katlanabilmenin yolu, ruhun yavaşlığından geçiyor. Red bull içmiş bir bünyenin bu filmi izleyebilmesi mucize olsa gerek. Biraz dinginlik, biraz sessizlik ve hızdan uzaklaşmış bir yaşama ait gözler kaldırabilir sanki bu filmi. Diğerleri için gerçekten zor…
Uykusuz haftasonunun ardından
Minik yavrunun sağlığı gayet güçlü, iştahı yerinde olmasına yerinde ama yanında bir anne, bir kardeş, bir hemcins aradığı o kadar belli ki, kıyamadım ona. Evde bir kutunun içinde büyümesine ve bu şekilde steril bir yaşam içinde hazırlıksız gelişmesine gönlüm razı olmadı. İnşaatta büyütmeye çalıştığımız yavrulara geçici ev sahipliği yapan barınağı belki bir çare bulurlar ümidiyle aradım. Veterinere durumu anlattım. Barınakta yeni doğum yapmış bir annenin bulunduğunu, yavruyu hemen getirebileceğimizi, anne de kabul ederse seve seve minik yavruyu alabileceklerini söyledi. Ben hipotiroid için doktorumla görüşürken Oğuz ve Sezen yavruyu yeni annesine götürdüler. Anne köpek bizim yavruyu koklayıp yalamış ve evlat edinmeyi kabul etmiş neticede. Üvey müvey ama olsun, annesi ve kardeşleri oldu bizim veletin. İşte şimdi gönlümüz rahat.
Doktorumla yaptığım görüşmeye gelince, test sonuçlarıma göre hipotiroidim olduğu netleşti. Bugün itibari ile ne kadar kullanacağımı bilmediğim sentetik tiroid hormon ilacıma başladım. E geçmiş olsun bari di mi? Hem bana hem sıçan misali minik kuçuya..