27 Aralık 2008 Cumartesi

Annenizin istediği kızlardan mısınız?

bazen ben bile inanamıyorum İstanbul’un kaosundan firar ettiğimize.

kariyer, üst düzeyde esir yönetici, çok paralar kazanmayı hedefleyen kitlenin bir üyesi olmak gibi amaçların peşinde koşmadığımı düşünürsek iyi de ettik. Ha neyin peşinde koştun derseniz, hayatta bir şeylerin peşinde koşmak gerektiğine de inanmıyorum ki. Önüme hedefler koyup onların peşinden gitmiyorum, gidemiyorum, elimden gelmiyor, bir şekilde o yoldan çıkıyorum, amacımın ne olduğunu unutuyorum. Çok sonra anımsıyorum ama iş işten geçmiş oluyor, amaç edindiğim yol benim gözümde değerini yitiriyor, anlamsızlaşıyor, peşinden gidecek bir yol olmaktan çıkıyor. Somon balıkları gibi bazen nehrin akışının tersine yüzerken buluyorum kendimi. nereye gittiğimi bilmeden bir yerlere yol alıyorum. Evet genetik hafızaya inanıyorum.

Belki sırf bunlardan ötürü annemin istediği bir kız olamadım. O ne kadar giyim kuşamına önem verirse, takıp takıştırır ve üzerine bir şeyleri yakıştırırsa ben hep tam tersi oldum. Çıtı pıtı hanım hanım olamadım, şöyle topuklularım üzerinde kuğu gibi salınamadım, giydim kırmızı adidas’larımı, taktım sırt çantamı, hep avare oldum, ayakları yere basmayan oldum. Hayalperest oldum, oldum da oldum ama istenilen gibi olamadım. zaman zaman sırf annemi mutlu etmek için bir mağazaya giriyorum, şık bir şey buluyorum tam annemin istediği gibi, ağzı yüzü kaymayan, şıkır şıkır işte. Alıyorum ve mağazada çok şık olan o giysi ne oluyorsa benim evimde bambaşka bir şeye dönüşüyor, tam böyle spor bapuçlarla giyilebilecek bir şey oluyor. Ben ne yapıyorum ediyorum büyüklerin abiye dediği o şeyi paspal bir şeye dönüştürmeyi başarıyorum, aferin bana. Sonra böyle düğün-bayram gibi ziyaretlerde yine en çirkin, en şey ben oluyorum. O şey neyse işte. Anneme göre, kazık kadar kadın oluyorum, para da kazanıyorum ama o parayı kitap, dvd, sinema, konser gibi gereksiz şeylere harcayabiliyorum da adam gibi bir kıyafet almaktan nasıl da aciz oluyorum.

Topuklu ayakkabı konusu bambaşka bir şey zaten. Cansu ve ben, Almanya - İstanbul uluslar arası telefon hattını tam 20 dakika sırf bu topuklu ayakkabı üzerine meşgul ettik, ters dedik bize, ruhumuza ters. Ütü çizgili pantolon uzak bir diyarın giysisi bizim için. Neyse ki kıyafet açısından hep free olabileceğim iş yerleri seçtim kendime, kendimi o şekilde kabul ettirebildim. Bir müşteri ziyaretim olduğu vakit, çıkardım üzerimdekileri işyerinde, giydim ütü çizgili şeyleri ve topuklularımı, gittim görüşmeye, sonra gelir gelmez ofise, daha asansör bitiminde çözmeye başladım düğmelerimi, olmuyor işte alışmamış şeyde don durmuyor. sonra ayacıklarım öyle alıştı ki spor ayakkabı giymeye, new balance’ ı keşfettiğimde bayram etti onlar da. Yaşasın konforlu yaşam.

Her kadının annesi ile ilişkisi farklı yoğuruluyor ve temeller çok küçük yaşlarda atılıyor. Anlıyorum ki bizim temelimiz sapasağlam. Annemden uzaklara gitmeye gücüm olduysa da kanadımın bir ucu hep ona dokundu, ondan ses aldım, nefes aldım, yaptıklarıma onay aldım. Anneler böyledir, bağımsız olmamızı isterler elbet ama onlardan kopup gitmemize de izin vermezler. annemi hep çok sevdim, belki çok sevdiğim için zaman zaman aramıza kara kediler girdi, soğuk rüzgarlar esti, hala da mevsimi geldiğinde bir sebep bulur alırız aramıza o kediyi. günde 15-20 dakika telefonda konuşmazsak rahat edemeyiz o ayrı. Her gün konuşsak dahi ertesi gün için gerekli malzemeyi konuşmamızın üzerinden 12 saat geçmeden toplayabiliyorum. Sanıyorum ben doğarken doktor göbeğimi kesmeyi unuttu, hala bir şekilde ondan besleniyorum. Şimdi Edirne’ye onun yamacına, dizinin dibine taşındık, sohbetlerimiz telefondan yüzyüze görüşmelere, karşılıklı kahvaltılara, kahve keyiflerine dönüştü.

Sapasağlam bir annenin kızı olmak benim hayatımdan beklenenlerin çıtasını da yükseltiyor. yürekli, dimdik, hastalıksız, kedersiz olmamı zorunlu kılıyor başımdaki anne. Güçlü olmak doğuştan gelmiyor, sonradan ediniliniyor, bana göre çok zor koşullarda verdiği yaşam mücadelesi onu güçlü kılmış, yenilmez kılmış, kol kırılmış yen içinde kalmış, kimselerden destek istememiş, hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmiş. Böyle bir annenin yanında çok ama çok duygusal bir babanın kızı olmak beni köşeye sıkıştırıyor. Babam nasıl sulu gözlüdür yarabbim, evlere şenliktir, yufka yüreği kuş gibi atar, en ufak şeylere hüzünlenir, biri gelir öper yanaklarından hoop duygulanır, haber kuşağını izler, duygulanır. Yatılı misafir sevmez çünkü gidişinde yaşayacağı hüzünden bunalır. Üniversite yıllarımda yurttan bir arkadaşım bize geldi ve bir haftamızı beraber geçirdik Edirne de. Babam, bir haftanın sonunda arkadaşımı otobüsün yanında uğurlarken iki gözü iki çeşme “ yine gel tamam mı?” dedi Seda’ya. Seda şaşkın, babası ağlayarak uğurlamamış onu İstanbul’a, erkekler ağlamaz ne de olsa. Böyledir benim babam. Dünya nimetlerini ikram etmeyi sever, poşet poşet market alışverişi yapıp oğullarının evine taşır karıncalar gibi, gecenin kör vakti annem sırf laf olsun diye “Salih evde deterjan bitti” derse dediğine pişman olur. Çünkü babam o deterjan o an alınmazsa uyuyamaz. kalkar gider alır o deterjanı, ha olmadı, açık bir yer bulamadı da alamadı diyelim, sabah altı bilemedin yedi babam ayakta, marketin kapısında. kirli çamaşırlar peşinden kovalayacak sanki. Ona göre bugünün işi yarına bırakılmamalıdır, hatta yarının işi yarına da bırakılmamalıdır, bugün yapılmalıdır. 31 yıllık yaşamımda tez canlı gördüm ama babam gibisini görmedim. Mesela sabah uyandığında traş olması gerekir ama sabaha bırakamaz işini, geceden olur, sabah içmesi gereken ilacı dayanamaz kalkar gecenin bir yarısı içiverir, böyle pimpirikli, duygusal, vicdanlı, canımın istediği bir şey var mı diye etrafımda pervane olan bir baba figürü benim için kale gibidir. Bugünlerde market alışverişi yapıp bırakılması gereken bir kapı daha çıktı şimdi onun karşısına, ben geldim yine hayatlarına. ama o mutlu, ben size bakarım diyecek ve 70 yaşında hala canla başla çalışabilecek kadar. Bir kriz ve By-pass atlatmış bir kalp ve vücudunda fermuarlarım dediği diğer ameliyat izleri ile bence süperman, süperotesi gizil güçlü babaların babasıdır ki işim onun açısından baktığımda da zordur. Onlardan daha güçlü, daha yürekli, daha verici olmayı nasıl başarabilirim?

22 Aralık 2008 Pazartesi

bir kedinin portresi



beyazıd sahaflar çarşısını bilenler bilir, havası atmosferi değişiktir. girersin içeri, hooop bambaşka bir mod. kitaplar arasında salınırsın padişah gibi. kedileri okşarsın, sırf kedilere göz kulak olduğu, yemek verdiği için bir kitapçıdan pahalı olsa dahi kitap alırsın, kitapçı bunu bilmez ama olsun. sen bil yeter.

işte bir gün evde otururken ve yanlız yaşamın aşınmaz duvarlarına dokunurken tak etti canıma bu kedisizlik. atladım tramvaya, sahaflardayım, bir kedi alıp çıkıcam. biricik baş yazarım bilge karasu, kitaplar ile kediler arasında her zaman bir bağ kurar. laf döner dolaşır, kitaplar ile kediler arasındaki köprülere gelir. ister istemez o köprülerden geçilir. işte o gün bilge karasu' yu anıp kısmetimdeki şaşkın bakışlı, kocaman gözlü pirinç'ı atımın terkisine atıp sahaflardan hızla uzaklaştım. işte o gün bugündür - 6,5 senedir- ben nereye, o oraya. bir kedi evlat gibi sevilir mi? bal gibi de sevilir işte.

bir fotoğrafçı için portre çalışmaları her zaman zordur. doğru mimik, doğru zaman, doğallığı yitirmeme çabası ayrılmaz bir sorunlar bütünüdür. bir kedinin portresi de bence en az insan portresi kadar zordur. "kedinin mimikleri mi var?" sorusu kedi ile beraber yaşamayanların soracağı sorulardandır, evet onların da yığınla mimikleri vardır. bakışlarında anlamlar vardır. evet onlar da şaşırırlar, evet onlarda gülümserler, sitem eder ve hatta bıyık altından dahi gülerler.

sizce de bu fotoğrafta pirinç şaşkın bir ifade ile bakmıyor mu bizlere? ben mi uyduruyorum bütün bunları? öyle ya da böyle, şahane doğalarında sevgi, hüzün, heyecan, şımarıklık, kızgınlık vs. herşeyi bir güzel barındırıyorlar ve biz insanlarda olmayan bir adalet sistemi ile bir güzel dağıtıyorlar. bugünlerde özenip duruyorum onlara. evet bu hayat çok karmaşık ve ben içimdeki mutlu hindimi gözü gibi bakacak birine emanet edip - malum yılbaşı yaklaşıyor, fırsatçılar alıp bir güzel kesebilir - hayatıma kedi olarak devam etmek istiyorum. hatta başlığımda durmaksızın çello çalan kediden özel ders bile alabilir sizlere çello konçertoları dinletebilirim. sizce de güzel olmaz mı?

18 Aralık 2008 Perşembe

önce kendi gözlerinle becer kendini





yanmış ve yağmalanmış bir şehrin dumanı tüterken ve sen cöm cöm bakarken etrafına, gözüne uyku düşmezken, başını mantosunun içine alıp kuşlara özenircesine uyuklayan insanları gördükçe miden bulanırsa, yaşadığın apartmanın merdivenlerine sinmiş ve ter kokularına katlanman yetmiyormuş gibi şimdi bir de televizyon ekranından yanmış et kokuları yayılmışsa salonuna ve tüm bunlar karşısında kusmak istersen eğer, tek yapabileceğin şey gözlerin!



hani bir çok insanın yaptığı gibi, fütursuzca yaşa, yum onları hadi ya da kızdığın, öfkelendiğin, iğrendiğin tüm insanlardan farklı kıl kendini. yanı başında durduğun kapı kilidi senin. çevir başını, daya gözlerini. önce kendi gözlerinle becer kendini...

13 Aralık 2008 Cumartesi

mari serpil doğru mu?

Ve işte merhaba Edirne. Ne yapıyorum? Elbette gelir gelmez gözlemlere başlıyorum, kıyaslıyorum, eviriyorum, çeviriyorum, küçücük şeyler üzerinde kafa patlatıyorum. Vakit çook diyeceksiniz ama değil, işlere koyulduk, harıl harıl çalışıyoruz.

Ev ile işimiz arası dolmuş ile sadece 6 dakika. Henüz yolda kimse ile kavga etmedim. Kendimle bile!
Kavga eden birine de henüz denk gelmedim. Tüm dolmuş şoförleri bence pasiflora içiyor ama çaktırmıyor. Edirne halkı yutuyor bunu tabi, sanıyorlar ki gül gibi şoförleri var. ben yutmam.

Burada insanlar isimleri ile yetinmeyi bilmiyorlar. Fındık Varol, korsan kemal, kedi levent, takoz Adnan şimdilik kulağıma çalınan şen şakrak isimler.

Enteresan olan şu, sanki hiç istanbul’da oturmadık, yaşamadık, orada bir yuvamız, yaşamımız olmadı. Sanırsın biz buraya gökten zembille geldik.. İstanbul yaşamımı zihnimde ve içimde o kadar bitirmişim. Çok üzüldüğüm, hayıflandığım, konuşamadığım, boğazımın düğüm düğüm olduğu ama bazı defterleri kapatamadığım için öfkeli çıktığım bir şehir oldu İstanbul. Bazen insan nasıl da konuşmak istiyor. Eteğindeki taşları dökmek istiyor. Şöyle bir silkelenip yeni taşlar toplamak için kendinde o gücü bulmak istiyor ama olmuyor. Bir dostuma duyduğum sevgi ile ona olan kırgınlığım çapraz ateşe başlıyor.

Zihnimin bir köşesinde bunları düşünerek yeni bir kentte dolaşıyorum, elektrik idaresinde ben çayımı içerken abonelik kaydım yapılıyor, verdiğim evraklarda eksik dahi bulunmuyor, “şuradan çıkıp düz gidin, bilmem kaç kat aşağıya inip fotokopi çektirin” denmiyor. Fotokopilerimi birisi bana duyurmadan çekiyor. Ben çayımı içip elimde dosya keyifle çıkıyorum dışarı. Alıyorum bir nefes, ohh be. Büyüdüğüm sokağa geliyorum sonra, bir komşu beni görüyor ve soruyor. “mari serpil doğru mu? Gelmişsin artık buralara” cevap vermemek mümkün değil. “Doğru mari ayşe, geldik vallahi”

3 Aralık 2008 Çarşamba

prettyinpink'e teşekkür

evet.

"çello çalan kedi" için gönderdiğim görselle üşenmeyip şahane bir başlık yapıp teeeee izmir'lerden gönderen ve aslında beni bilmeyen, tanımayan ama yardımını esirgemeyen, sabahın bir köründe güne başladığı halde, çok çalıştığı halde işte türlü hallerde iken "dur şu pashmina benden istemiş, kırmayayım yazıktır" diyerek ya da demeyerek canı gönülden, bence süper ötesi başlık yapmış olan prettyinpink'e teşekkür ederim.

28 Kasım 2008 Cuma

mutlu hindi'den sevgiler


koltuklarımızı döşemeciye gönderdik. yere koyduğumuz minderlerin üzerine kuruluyoruz. evimizin salonunda akustik şahane. yaylıları koy oda konseri versinler kıvamında. bu akustik bizim için kaçırılmaz bir fırsat. ouz ile birlikte acapella yapıp ritimler tutuyoruz. tiktakatiktak takatiktaka tırırırıık trak tiktak.. böyle sürüp gidiyor. gitar da bir yerlerde ama nerde.. olsun ağzımız ne güne duruyor.

ayrıca belirtmeliyim ki, bugün içimde mutlu bir hindi var. acapellamıza gulugulugulu sesleri karışıyor. demek delilik insan hayatına böyle sinsi sinsi yerleşiyor. bir bakmışız deliyiz. hem kim değil ki? ıhh.

27 Kasım 2008 Perşembe

metro sahnesi hugo'yu sunar


istanbul metrosunun taksim durağında sahne alan şahane bir sanatçı var, lost'daki hugo'ya benziyor. adını sanını bilmiyorum. ben ona huge diyorum. tombik parmaklara gitar çalmak bu kadar mı yakışır arkadaş. sabahları canlı canlı klasik gitar ruhuma iyi geliyor. onun sahne aldığı sabahlar işe yetişmeye çalışmıyorum. adımlarım yavaşlıyor. oehh kim takar işi, zaten yarın, bilemedin öbür gün buradan gidiyorum. evet itiraf ediyorum sevgili huge seni çok özleyeceğimi hissediyorum. ve gitmeden önce o tombik yanaklarından sıkmak istiyorum.

26 Kasım 2008 Çarşamba

bağlantısal durumlar

özellikle kitap okurken böyle oluyor.

kitabı elime alıp hooop diye bitiremiyorum, aşınıyor da aşınıyor elimde o kitap, eviriyorum, çiziyorum, notlar alıyorum, bazen çok çok seviyorum demek ki kuşlar çiçekler, böcekler çiziyorum.

işte bunlardan sonra yazarın kitabı olmaktan çıkıyor o kitap. tamamen benim oluyor ve acaip bağlanıyorum. kolay kolay da ödünç vermiyorum. ödünç verdiğim ama geri alamadıklarımı da hiç unutmuyorum, kaybettiğim evlatlarımın yasını tutuyorum, getirmeyene değil de kendime kızıyorum. evlat bu paylaşılır mı?

işte kitaplara olan bu tutumumdan yola çıkan biri eğer beni sadece bunun üzerinden değerlendirirse bencil oluyorum, cimri oluyorum, paylaşmasını bilmez oluyorum, aman ne kıymetli malı varmış oluyorum, oluyorum da oluyorum ama bunların hiç birini önemsemiyorum. insan bu, hangi nesneye, kişiye anlam yüklerse onu zor paylaşıyor, misal benim evime biri gelse ve annemin el emeği göz nuru sandıklarda saklayıp gün ışığına çıkarmadığım dantellerimi, örtülerimi filan alsa götürse hiç sesimi çıkarmam, ohh gittiler de kurtulduk ev rahatladı vallahi, bazamızda yer açıldı derdik. ehehe.. annem çok üzülürdü tabi orası ayrı, bir gün geniş bir evde bunları kullanacağıma dair bence hala umut taşıyor o saf yüreğinde, olsun onu da üzmek istemiyorum, kullanırım tabi deyip geçiyorum.

asıl söylemek istediğim aslında kitapların altını çizdiklerim ile ilgiliydi. işte bu çizdiklerimi üşenmiyorum bokunu çıkarıp yazıyorum, işte o yazdıklarımı zaman zaman okuyorum. ve altını çizdiğim ile ilgili benzer bir konuyu başka bir kitapta gördüğümde ya da yaklaşım sezdiğimde bu ikisini biraraya getirmekten inanılmaz keyif alıyorum..

işte aşağıda puzzle parçaları gibi birbirine bağladıklarımdan bir kaç tanesini sıralıyorum..

Abidin Dino - Yaşar Kemal konuşmaları / Guguk Kuşu filmi ve Jack Nicholson

Yaşar Kemal Abidin Dino' ya "sizinle yaşamım boyunca hep kendi kendimle konuşur gibi
konuşmaya alıştım, onun için size mi yoksa kendime mi konuştum anımsamıyorum..." der.

Guguk Kuşu filminde Jack Nicholson(karakterin adı Mcmurphy olabilir) sağır ve dilsin olan şef' e basketbol oynamasını öğretmeye çalışır ancak bir görevli araya girer ve aralarında şu şekilde konuşma geçer.

Görevli : ne anlatmaya çalışıyorsun? en ufak bir şey duymadığını sende biliyorsun.

Mcmurph : ben onunla konuşmuyorum. düşünmeme yardım ettiği için kendimle konuşuyorum.

Meteorlar ve Altın Damla / M. Tournier

Meteorlar ;
bir yüz benim gözümde bedenin öteki yerlerinden daha çok erotizm yüklüyse işte bu aşktır. şimdi yüzün insan bedeninin en erotik yeri olduğunu biliyorum.

Altın Damla;
insanı aşkla sevildiğini kesin bir şekilde ele veren bir işaret vardır. bu onun yüzünün bizde tüm vücut parçalarından daha fazla fiziksel arzu yarattığı zamandır.


Çığlık atma sahnelerinin ardından camların kırıldığı filmler.

  1. die blechtrommel (Teneke Trampet)
  2. run lola run
  3. the city of lost chilren

25 Kasım 2008 Salı

hazırlıklara devam


Geceleri sağlıklı uyku düzenim kayboldu gitti, kuş uykusu gibi. bir uyanık yarım uyur halde uykuya dalana kadar canım çıkıyor, ertesi gün sallanıyorum. Ama bu süreci gidiyor olmaya veriyorum.

Ouz ılık süt içersem belki uykumun geleceğini düşünerek kalkıp süt ısıtmaya gidiyor, iyi de nasıl ısınacak o süt sorarım sana sevgili koca. Cezve yok, tava var ama olmaz ve bir de kocaman bir tencere var, bak o olur. Annem evimizi toplamak için gelip lazım olur düşüncesi ile kocaman tencereyi kolilere koymamış ancak lazım olmaz düşüncesiyle şeker, oralet, kahve gibi zorunlu tüketim mallarımızı kaldırmış. Hayır sanki iki kişi o kocaman tencerede yemek yapacağız, neyse. Ouz koyuyor tencereye bir miktar su, içine oturtuyor süt kutusunu, ısınıyor sıcak su, dolaylı yollardan süt de ısınıyor. Kocam zor şartlarda ısıtmış olduğu sütü getiriyor ve içer misin diyor. içmez miyim hiç?


Okuduğum, izlediğim, dinlediğim şeylerin sevdiklerimi çağrıştırmasına ve içimde enerji yüklü fitili ateşleyerek zihnimde salınmasına bayılıyorum. Bu konu hakkında daha sonra detaylı yazmayı istiyorum. Mesaimden çalarak şimdilik bu kadar diyorum.


bu arada evet hoşçakal istanbul 5

cezir konuşmaları

gün/sabah/ben...






adım cezir.yaşadığım apartmanın arka balkonda çiçek yetiştirdiğime bakılırsa sıra dışı bir insanım. yaşadığım sokakta bu kadar komik saçları olan, yaşadığım kentte adı cezir olan tek kişiyim. günaydın. ceziiirrrrr. beni çağırıyorlar, çoğunlukla adım böyle uzatılarak çağırılıyorum, böylesinin insanların daha fazla hoşuna gittiğini bildiğimden olsa gerek, sesimi hiç çıkarmıyorum. yüzüme bakarlar önce ve güldüğümü düşünürler benim, ve gülümserler.

gülmek; yüzünüzdeki kasları olağan hallerinden alıp bir ip gibi germek değil midir? öyledir. ipin üzerindeki cambaz sizsiniz. üzerinden her an düşebileceğiniz ip sizin. başkasının yüzüne yaklaşıp, gülmek istiyorum bana yüz kaslarını ödünç verir misin diyemezsiniz. diyelim ki dediniz. önce yüzünüze boş boş bakarak, ”deli midir nedir?” diyerek içlerinden, isteğinizin şaşkınlığını üzerlerinden atar atmaz size gülerler. karşınızdakinin yüzünde o alaycı kahkaha patladığında isteklerinizin de bir sınırını olduğunu ve kendinizin dışına çıkıp, bir başkası yerine gülebilme ihtimalinizin olmadığını öğrenirsiniz. içten gülmek deyiminin kaynağı belki de bu, belki de sadece gülerken, gülümserken; içinizden geldiğiniz gibi, yani sizsiniz, kim bilir?

dış görünüşümün komik olduğunu, size komik geldiğini biliyorum. bana bakıp istediğiniz kadar gülebilirsiniz.

adım cezir.

günaydın.

21 Kasım 2008 Cuma

planlar



Önümüzdeki hafta sonu edirne'ye taşınıyoruz ya, günlerdir içimiz bir tuhaf. zamanla pirinç' e benziyorum sanki. evimizin düzeni değiştiğinde ruh halim de etkileniyor. ama bu plan yapmaktan bizi alıkoymuyor. hemen ilk üçü sıralıyorum.



  • aşağıdaki yazımda yeralan fotoğrafları 2 ay kadar önce annemleri ziyarete gittiğimde çekmiştim e tabi edirne'de. işte oraya taşındığımızda bu serinin devamını getirmek için can atıyorum, adeta kıvranıyorum. dün akşam janisjr ile telefonda konuşurken gel diyorum, beraber fotoğraf turuna çıkarız diyor. yeni evimize gelip bizimle vakit geçirmesini çok istiyorum.


  • uzun zamandır ihanet ettiğim yazıya dönmeyi umuyorum e tabi yine edirne'de, şimdi dağınık, karmakarışığız.


  • Mehtap'ın kedili kanaviçesini işlemeye başlamayı istiyorum, bu sefer bitirmeyi de istiyorum. köpekli olanlar yarım, belki kedililer bitebilir pirinç'in hatrına.


Ayrıca Merope bu kanaviçeyi görse bayılır diye düşünüyorum. Bayılır mısın merope sana diyorum.







bizden misiniz?


"çingene çıt çıt arkası bit bit, bir kaşık ayran sabahsı bayram" tekerlemesini öğrettiler bize mesela mahalledeki büyüklerimiz, ne zaman çingene görsek önümüzden geçip gitmelerini bekler, arkalarından bunu söylerdik ne söylediğimizi, ne yaptığımızı bilmeden. çocukluk işte. biz ne zaman oyuncaklarımızdan sıkılsak, "bilmem kaç vitesli yeni bisikletler çıkmış anneaee" diye sızlansak annelerimiz "sus bakiim, nazmiye’nin bisikleti bile yok" der elimizdeki ile yetinemediğimizi başımıza kakardı. evet benim nazmiye yüzünden 18 vitesli bisikletim hiç olamadı ve evet o zamanlar gıcık oluyordum kendilerine. gidin burdan pis çingeneler.
sonra sonra anladık olayın vehametini, birlikte oynamayı denedik. gerçi çok bilmiş büyükler sayesinde onların oyun arkadaşları ancak ya kendileri gibi kara çocuklar ya da köpekler olabilirmiş. biz onlarla kendimizi bir tutmamalıydık. başlarda gizli gizli de olsa kendimizi bir tuttuk, onlara bisiklete binmesini öğrettik, onlardan köpeklerin tüylerinin arasından kene ayıklamayı öğrendik. çamurun güzelliğini, deterjan reklamındaki gibi kirlenmek güzeldir sloganı ile dolaşabilmeyi, kim takar 18 vitesi, bu bisiklet de güzel bak çın çın öten zili bilem var diyebilmeyi, evcilik oynarken tuğlaları ezip kırmızı biber tozu yapabilmeyi, azla yetinmeyi ve işte buna benzer daha bir çok şeyi. tenleri, gözleri, giyimleri sonra isimleri değişik olan bu insanlar bizim için evet biraz garipti. ayıcı fatma, leylek hayriye, deli emine, bangi hüseyin.. arkalarında bit, yüzlerinde hüzün taşıyan, görmezden gelinen, uzak durulan, itilen, aşağılanan, bizden olmayan, dışlanan, içeri sokulmayan, kaybettirilmeye zorlanan, sadece yaşamaya çalışan ama keyifli, ama renkli, ama coşkulu, ama umutlu.




kalemimin sapını gülle donattım


işte budur. elimdeki kitap. sıradışı çalışan bir zihin akışının kalem süzgecinden bize kalanlar. patlamış mısır gibi, coştukça coşuyor besbelli yazarken ferhan abi, sonra kendi hızına kendi de yetişemiyor. okurken kahkahaya boğulmak, düşünmek, gülmek, gülümsemek kalıyor. patlamış mısırlar tavana fırlıyor. film izler gibi okuyorum. kitap okur gibi izliyorum. herşey birbirine karışıyor. bazı insanların ferhan şensoy'u neden sevmediğini anlamayamıyorum. bu kitabını okudunuz mu ey sevmeyenler? ah bir okusanız..

işte bu durumda kendime kızıyorum. istiyorum ki güzel birşey okuduğumda sevdiklerim de okusun, izlesin, aynı tadı alsın, onlar da gece yatağına yatıp gözlerini kapadıklarında okuduğu kitabın sahneleri gözlerinde canlansın. olmuyor. her şey herkese aynı oranda ulaşmıyor, değmiyor ve bazen teğet bile geçmiyor. bu durumdan ötürü kimseye kızamam ki. ama olsun ben ne zaman güzel bir yer görsem, bir yerde harika bir kahve içsem, keyifli bir kitap okusam, bir film izlesem sevdiklerim de görsün, izlesin, içsin, yaşasın kısacası onlar da duyumsasın istiyorum. kötü mü?

tanışalım


işte pirinç. kızım. 6 küsür yıldır benle. beyazıd sahaflarından salonuma bir geldi, hiç gitmedi. hiç de gitmesin. varsın misafir sevmesin, çocuk sevmesin. varsın koltuklarımızı mahvetsin. kimin umurunda!

20 Kasım 2008 Perşembe

hazırlık


Bambaşka bir kente gidiyor olmanın yarattığı karmakarışık günlerin ve duyguların içindeyiz. Başka bir şehre taşınmak sanıldığı kadar kolay değil, yıpratıcı, en az kalmak kadar!! Önümde bir yol var ve ben kayıtsız şartsız kabulleniyor, şimdilik sadece kurallara uyuyorum. Veda ettiğimiz yer İstanbul. Vazgeçilemeyen şehre sırtımı dönüyorum. Kutu kutu pense oynamaya pek benzemiyor.
Evimizin bir odasını koli odası yaptık ve geri sayıma başladık.. hoşçakal istanbul 10