2 Ağustos 2014 Cumartesi


İçimde patlayan bir öfke, o anlık. Birazdan geçecek ama şimdi uyumak istemiyorum. Oğuz'a "uyuma sakın" diyorum, o an o öfkeyle uyuyamam. Oğuz da uyumasın, beni yalnız bırakmasın, öfkemi alsın uzaklara taşısın. Hadi diyor öyleyse film izleyelim. Hemen yan odaya geçiyoruz, karanlık ev şimdi aydınlık. Televizyona bağlı duran harici belleğimizde bizi bekleyen filmler var, tek tuş ve bu güzel film. Film hakkında konuşmak istiyorum ama spoiler vermek de istemiyorum. Son dönemde izlediğim en vurucu, yok doğru kelime vurucu değil, en... bulamadım, ben doğru kelimeyi bulmaya çabalarken sen belki bu mesafeli, düşündürücü filmi izlersin, sonra hakkında belki konuşuruz.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Dışarıda sanki bin yıldır yağmamış da yağamamışlığının acısını bizden çıkarmayı amaçlamış bir yağmur var, Regina Spektor dinliyorum ve okumak istediğim şeyleri okuyorum, işler beklesin. Havanın durumuyla sonsuz bağlantılı ruh halim yağmurdan çok hoşnut, yok hayır "yağmur yağdı da arındım" gibi bir biçimi barındırmıyorum, daha çok esin kapılarımı açıp kendi dağarcığımı genişleten bir etkileşim bizimkisi. Bazen motor anahtarının çevrilmesi gibi bir beklentiye düşüyor bazı duyular, çok çok görmeyi istediğim bir dostuma şimdi teknolojiyi de işin içine katıştırarak ulaşabilirim ama nedense tutuyorum kendimi. Ben bu kadar özlemi yaşarken biliyorum ki o şimdi İstanbul'un koşturmacasında ve benden çok uzakta. Özlemim denizin üzerinde sürüklenen bir kibrit çöpü gibi kalakalır korkusuyla kendimi uzaklaştırıyorum bu noktadan. Yaşamın içinde böyle abuk hesaplaşmalarımız, yaşam mücadelemiz olmasa, içimizde büyüyen insani damara göre hal ve hareketlerimiz şekillense, kimse kimseyi duygusal değişimlerinden ötürü yadırgamasa... Dünya, biraz daha kendi kendini yenileyebilen körfez misali, biraz daha nefes alınır bir yer olurdu... Duygusal zayıflığın kapital dünyada yeri olmadığını biliyorum, şimdi işime dönüyorum...

4 Temmuz 2014 Cuma

Kıskanılacak Okumalar

Sevgili Günlük,

Bugün "elimdeki stokları bitirmeden kesinlikle kitap almayacağım" söylevimi bir kenara itip aşağıdaki ağır abileri evimize buyur ettim. Kendileriyle komşuluğumuz başlayınca gelişmeleri de haber ederim.

        

1 Temmuz 2014 Salı

Turgenyev ile Annemin balkonu

Söyledim mi bilmiyorum annemlerle karşılıklı dairelerde yaşadığımızı. Bu yakın yaşam formunda benim alanıma karşıdan fazlasıyla müdahale olur ve ben de tırnaklarımı çıkarıp sevdiklerimin canını yakarım diye düşünürken hiç korktuğum gibi olmadı bu komşuluk.

Gün içinde annemle telefonda konuşurken sırf laf olsun diye, kahvaltı yaptığımın da altını çizmek için, "erken kalkıp Oğuz'a ve kendime tost yaptım, hatta evden çıkmadan akşam için fasulye ısladım" demişsem, eve gittiğimde fasulyeleri pişirilmiş buluyorum. Çok acil yıkanması ve akşama kuruması gereken bir şey varsa sabah çıkmadan makineye atıyorum ve gün içinde "makinede çamaşırım var, asar mısın?" diyorum. Nasılsa annelerin yardım modu hep on.

Şu aralar Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" kitabını okuyorum. Turgenyev şimdilik bıdır bıdır anlatıyor, yo yo hiç sıkıcı değil, annemin balkonuna oturduğumuz ve havanın kararmasını beklediğimiz, -babamın sallanan koltuğu bana kalmış- yaşamın sıradan, basit sıkıntılarından fazlasının üzerimizde olmadığı bir akşamüzeri anneme Turgenyev'den bahsediyorum, annem can kulağı ile dinliyor beni ve Bazarov'u anlamaya çalışıyor. Zamanın çok çok dışında gibiyiz.

Bazen insan güzel haberler alıyor, çok güzel haberler. Abimin oğlu üniversite sınavında derece yapmış, tarih okumak istiyor, şimdilik derdimiz ODTÜ'de mi okusun, Boğaziçi'nde mi? İdealist bir yürek. Çağdaş'ın kumaşında sakinlik var, etrafından yalıtıp saklayabildiği heyecanları vardır mutlaka, ama öylesine duru ki bakışı, öyle yumuşak ve sakin, sütliman. Ben onun bu yılını, içinde olabileceği ortamları düşünüp yerimde duramazken, o hiç öyle değil. Çok yalın. Anlatmaya çalıştığım adam 17 yaşında ve bazen ben onun yanında daha acemi bile kalıyor olabilirim. Dün akşam Edirne'deki saray kazılarını yürüten arkeoloji grubuyla bir araya geldik, harika bir medresede konaklıyorlar, Çağdaş'ı Mustafa Hoca ile tanıştırdık ki belki akademik bilgisiyle Çağdaş'ın yönünü belirleyeceği şu günlerde ufkunu biraz olsun açabilir, belirsiz bulutları dağıtabilir, öyle de oldu. Medresenin şahane avlusundan, serin duvarlarından evimize gönlümüz çok hoş döndük.

Liseden bir arkadaşım var, Demirhan. Okula beraber gider gelirdik, babası asker olduğu için tayinleri çıkmıştı da aramıza kilometreler girmişti, zorlanmıştık. Sonra üniversite günleri aldı götürdü bizi. Koptuk. 20 sene sonra dün yeniden buluştuk, hiç mi değişmemişiz, hiç mi büyümemişiz yahu.. Ben çok korkuyorum aslında bu tip buluşmalardan, bıraktığın insan aynı insan değil, sen aynı değilsin, çok klasik durumlar, fikirlerin ayrışmış, farklılaşmışsın, beklentiler içindesin. Buluşsan bir türlü buluşmasan bir türlü.. Yo hiç öyle şeyler olmadı, öyleydi böyleydi derken zamanı yettiremedik, daha uzun görüşmenin hayalini kurduk, bir yirmi sene daha geçmemesini umarak vedalaştık... Böyle güzel insanlarla aynı şehirde yaşayamamak ne kötü. Güzel sofralar hazırlamak istediğim, masaya sığamadığımızı hayal ettiğim insanları Edirne'ye toplasak ne güzel olurdu...

Not: Annem, "Babalar ve Oğullar'ı" o kadar merakla dinliyor ki, sonunu anlatmayı hiç istemiyorum, anneler hiç kötü hikayeler dinlemesin, hep mutlu sonlu şeyleri duysunlar istiyorum..

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Üzerine titrediğin bir şey bir bakmışsın pula dönmüş, kum olmuş, fırtına çıkmış da havada uçuşuyor. Yok artık diyorsun oturduğun yerden, bu gerçek olamaz, ben bu kadar emek vermişken, bunlar başıma gelemez, geliyor...

İnsan doğası çok pis. Bugün bunu anladım. Sakınımsız davranıyor, kollarımı olabildiğince açıyorum. Hiyerarşiden mümkün olduğu kadar uzağa düşmeye çabalıyorum, olmuyor. Bitkilerden, kedilerden, güzel hazırlanmış sofralardan, topuksuz ayakkabılardan, düşlerden, düşlerden, düşlerden geçsin şu hayatın yolu, bir de insansızlıktan.

İnsansızlık çoğu zaman iyi. Bir düzeni, bir ahengi yakaladı mı insan bir başına, hiç bırakmasın. Hiç bırakmasın ki, yaralar açılmasın. Yaralar ki bazen kocaman bir oyuk, içki masalarında konuşup durulacak, tabaklar boşalacak, kadehler yarılanacak, buzlar erimiş, oyuklar hep kocaman.

İnsan doğası çok pis. Bugünümün gerçeği bu. Rüzgarlı, güneşli, şiirli bir sabahın bana getirdiği...

20 Mayıs 2014 Salı

Çok sigara içiyorum, kahveyi yanımdan neredeyse hiç eksik etmiyorum, okumalarım çok yarım yamalak, başladığım bir kitabın "Andre Gide- Kadınlar Okulu" başka bir çevirisi var diye elimdekine devam edemiyorum, internetten kitap siparişi vermek yerine bari şuradaki kitapçılardan alayım diyorum, kitapçıya ismini söylüyorum, çevirmeni ile birlikte, çevirmen seçiciliğime yüzünü ekşiltiyor, aradığım kitap yok onda belli, o kitapçı bu kitapçı aranıyorum, bulamayınca canım sıkılıyor, Edirne'nin bu yanını hiç sevmiyorum, okumalar demiştim, okumalar yarım, kahve ve sigara tam, yüzme tastamam, yüzmeyi hiç aksatmıyorum, havuzda malzeme dolabında bulup kullandığımız el paleti vardı, sahibi gelmiş almış, sevinar'la dönüşümlü kullanıyorduk, kollarımız güçlensin diye, internetten el paleti siparişi verdim, hem bana, hem sevinar'a, o siparişi verirken Tahsin Yücel çevirisiyle Kadınlar Okulunu da araya sıkıştırdım, diyeceksin ki neden beklettin bu kadar zaman, her kitap okuyan gibi kitaplıkta okunmayı bekleyen kitaplarım var, dedim ki hem şu önümüzdeki bir sene daha biraz zahmetli geçecek ev kredisi yüzünden, ev ekonomisine katkıda bulunayım, hem de elimdeki stoklarım tükensin, zaten dönüp okumak istediğim ne çok şey var, Calvino okumayı ne çok özlemişim, günler böyle geçerken, noktasız ve hep virgüllü... Yazayım buralara, ölmedim, başıma bu ülkede gelebilecek belalardan biri gelmedi, yaşıyorum...

12 Mart 2014 Çarşamba

Bilememek




Kalbime oturuyor bazı olaylar. Hiç kalkmıyor sonra. Berkin... Biz yine normale döneceğiz. Acısını taşıyabildiğimiz kadar taşıyacağız, biz öyle ya da böyle normale döneceğiz. Etrafımızdakilere anlatmaya çalışacağız. Arkamızdan gelenlere katilleri tanıtmaya çalışacağız, umutsuzca. Hiç umudum yok benim. Hrant Dink dönüm noktası olmuştur umutsuzluğumda. Belki başkaları için Uğur Mumcu'dur umutsuzluk noktası. Bilmiyorum. Hiç bilmiyorum...

Resim: The Tower of Babel (1563) / Pieter Bruegel

23 Şubat 2014 Pazar

Başlıksız




Yeni evimize taşındık, sonrası savrulma.
Yeni yeni yerleşmeye çalışıyoruz, eksikler hiç bitmiyor tabi, uzun zaman önce annemin kullanmayarak bana verdiği ve taşınırken yeniden ortaya çıkan ekmek yapma makinesi bizim için sürpriz oldu. Bu kadar kolay, bu kadar güzel olacağını tahmin etmiyordum ekmeklerin. Çeşit çeşit denemeler yapıyorum, şu ana kadar en çok beğendiğim sütlü ekmek oldu. Ekmek yapmadan önce çok fazla yazı okudum, tarif inceledim, hepsini kafamda derleyip topladım, sonuç önce sıvılar, sonra un, şeker, tuz ve maya ekmek teknesine bırakılıyor. Gerisi tamamen makinenin işi. Forumlarda üzerine yazılmış, çizilmiş onlarca yazı arasında en sık sorulan, "3 saat gibi bir sürede ekmek yapıyor, çok fazla elektrik harcamıyor mu?" Evet ekmek tam üç saat sonra hazır oluyor ama bu üç saatlik dilimin tamamında elektrik tüketimi sözkonusu olmuyor, hamuru dinlendire dinlendire yoğuran bir mekanizma ile karşıkarşıyayız, sonuç mis gibi kokan bir ev, üstelik benim çocukluğum bir ekmek fırınında geçti, kokularla birlikte sekiz yaşımdayım.

Çalışma odasında halen açılmamış koliler var, evin girişine Selami Usta ayakkabılık, portmanto gibi bir dolap yapıp önümüzdeki günlerde monte edince sanırım son gücümle dağınıkları toparlayıp tüm kolileri boşalmış olarak evimizden defetmiş olacağım.

Şurup ve Çilek ile olan yaşamımız sessiz ve derinden. Onlar bebeklikten ergenliğe geçtikleri için daha sakin günler geçiriyor gibiyiz. İki kedili evler de şenlik hiç bitmiyormuş, nisandan yana olan bu süreçte bunu anladım. Bir de bu ikisi kardeşler sözde, biri ne kadar ingiliz kedisiyse(Çilek/Dişi) öbürü bildiğin çingene (Şurup/ Erkek). İngilizle aramızda hep bir buzları eritme telaşı, isteği, özlemi.. Çingene olandan yana şikayetçiyiz, yüzümüzde yalanmadık yer bırakmamasına serzenişlerimiz, hayatın içinde bunun gibi türlü çeşitli dertlerimiz...