26 Nisan 2011 Salı

Dağ dağa kavuşmaz ama Çello Zühre'ye kavuşurmuş :)

Dün Nebahat Hanım ile telefonlaştık, iş çıkışı evlerinin önünde buluştuk, Zühre ve Nebahat Hanım ile yürümeye başladık, sanki tanışıyor gibiyiz. Zühre'nin üzerinde dışarıda olmasının sevinci elbette. Sonra yolumuzun üzerindeki bu cafede durakladık, kitaplardan, Zühre'den, Edirne'deki yaşamdan konuştuk, çaylarımızı içtik ve işte fırsat buldukça da Zühre ile böyle özlem giderdik.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Beni evde ne bekliyor?

Akşam iş çıkışı Oğuz'la buluşup market alışverişi yapacağız, evde baharat, sebze yok, bakliyat yok, yağ bile yok, kek yapmaya kalksam kabartma tozu yok, evde neredeyse bizden başka birşeycik kalmamış, nasıl bu kadar yok'a düşmüşüz, bilemedim. Aslında ben farkettim de, öyle günlük alışveriş, hoşlandığım alışveriş türü değil, eve giderken fırına uğrayıp ekmek almak bile külfet. Böylesi iyi, topluca olanı. Yap bitsin.

Konumuz bu değildi aslında, ben alışverişten dönüp aldıklarımızı yerleştirdikten ve bu akşamın yemeğini -anlayışlı erkeğimin sayesinde- geçiştirdikten sonra Çamlıca'daki Eniştemizi daha fazla bekletmeyip elime alacağım. Ne yalan söyleyeyim içim kıpır kıpır.

22 Nisan 2011 Cuma

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da*


Geçen yıl Agustos ayında yaptığımız tatile bir günlük Bozcaada gezisini de sıkıştırmıştık, Bozcaada’da günümüzü Ayazma plajında Vahit’in yerinde geçirdik, Zühre ile işte orada tanıştım. Annesi şezlonglar arasına havlular koyuyor da gölgeye saklanıyor Zühre. Akşamüzeri güneş biraz etkisini kaybedince ortaya çıkıyor, etrafında Zühre’ye tav olanlar, sevenler, okşayanlar, Zühre tüm ilgi onun üzerinde olduğu için nasıl da mutlu.

Edirne’ye döndükten sonra şurada rastladım Zühre’ye. Meğer Edirne’de doğmuş Zühre, sonra da Nebahat Hanım’ın İstanbul’da yaşayan kızı sahiplenmiş, ara ara Edirne ziyaretleri de oluyor elbet. Ben Nebahat Hanım’ın Bozcada’da geçirdikleri tatil postunun altına şöyle bir mesaj bıraktım.

Hayat çok enteresan tesadüflerle dolu. O tarihlerde bir günlüğüne Bozcaada'da bulunduk, Vahit'in yerindeydik, sizi görmedim ama kızınız ve Zühre ile tanışmıştım. Zühre şahane bir köpek. Ayaküstü sevmiştik.


Kızınız muhtemelen anımsamaz beni. Zührenin fanları vardı zira etraflarında zaman zaman. Hem bunları söylemek hem de dünya küçük demek istemiştim. Sevgiler
 
Nebahat Hanım bana maille geri döndü, ofisinin adresini vermiş, iletişim bilgilerini de iletmiş, Zühre’nin fotoğraflarını da mailine eklemeyi unutmamış. Ben açıkçası bir gün bir demet çiçekle kapısını çalmayı çok istemiştim, kısmet olmadı.
Bugün Zühre’nin Edirne’de olduğunu haber vermiş ve görüşmek dilekleriyle mesajını bitirmiş.

Ben hala aynı şeyi düşünüyorum, Hayat çok enteresan, çok hoş sürprizlerle ve incelikli oyunlarla dolu.
Fırsat bulup geçen yaz tanıdığım zıbıdığı bu hafta sonu yeniden görmeyi çok istiyorum.



Çilek ve Şurup'un Hikayesi
  

İstanbul’da kısa bir süreliğine işyerim Kuzguncuk’taydı, her gün yol açısından zorlu bir maraton, bunu unutturan tek güzel şey öğle yemeklerinde sahilde geçirdiğimiz enfes dakikalar, bir öğlen oturduğumuz yere iki köpek geldi, ikisi de birbirinden güzel, isimleri Çilek ve Şurup. Şurup’un altgözkapağında bir beze var. Sahibesiyle de ayaküstü konuştuk, zar zor köpeklerden ayrılıp işe döndüm. Araya elbet zaman girdi. Kuzguncuk’taki işten ayrıldım, henüz bir işim yok, Oğuz beni Cihangir’de bir cafeye bırakıp Akyol Caddesinden işyerine döndü,
 güneş oturduğum koltuğa vuruyor, bir ara kitaptan kafamı kaldırdım, cafenin arka tarafındaki bahçeden sevimli bişey bana doğru geliyor, hemen tanıdım tabi, ayol Kuzguncuk’taki Şurup bu, Şurup! dedim, der demez kuyruk deli gibi sallanmaya başladı, ardından Çilek’de geldi yanımıza, biraz sonra sahibe geldi, "aa siz tanışıyor musunuz?" Ben tabi isimlerini filan söylüyorum ya, sahibe şaşırdı. “Kuzguncuk’tan tanıyorum kendilerini ve sizi” dedim ama ikimiz de şaşkınız, İstanbul kocaman bir kent ama işte bazen birbirimizi bulmak için bir o kadar küçük tıpkı dünya gibi…

* Dize Nazım Hikmet'in Tahir ile Zühre şiirinden.  

19 Nisan 2011 Salı

Muazzam sesli çatal kuyruk


Bu fotografı çekeli yıllar olmuş. En büyük merakımızdı o zamanlar, her yıl evimizin kuytu köşesine gelip etrafımızı şenlendiren kırlangıçlar, acaba geçen yıl göç edip giden kırlangıçlar mıdır? Hani canlarını sıkmayacağını bilsek yakalayıp o minik ayaklarına boncuk takıp merakımızı gidereceğiz, o derece. Hepsi birbirinin aynısı tıpkısı olunca iş zorlaşıyor, tanıyamıyoruz. Kırlangıçlar ne zaman gelse bizim için bahar da o zaman gelirdi. Ne onların gelmelerinden önce, ne ağaçların çiçeklenmesinden... Hayatımızın bahar çanlarıydı onlar. Sesleri muazzam. Bu üzerlerinde durdukları kablo annemlerin dünya ile sesli iletişimini sağlayan bir kablo, hala da durur evin girişinde öyle. Kırlangıçlar çok enteresan kuşlar. Çok zarif, çevik, hızlı. Diğer göç eden kuşlar gibi vücutlarının göç öncesi bakıma girip yağ depolamasına gerek yok, uçarken o ters üçgen gaga açılıyor ve gelsin sinekler böcekler, böylece enerji tamam. O bilindik çatal kuyrukları bir nevi direksiyon. Belki diğer kuşların da kuyrukları direksiyondur da ben sadece kırlangıçlarınkini bildiğim için burada onlara özgüymüş gibi anlatıyorumdur, emin değilim, bu konuyu bilse bilse Atze bilir, ona da bir sormak gerek. Wikipedia da hayatımıza bir yere kadar gelip yerleşsin, insani iletişime devam, konu dağıldı, diyeceğim o ki, iki gün önce bu yılın ilk kırlangıcını gördüm, şen şakrak seyrediyordu gökyüzünde. Ha bak şimdi anımsadım, evimizin girişine yuva yapan kırlangıçlarımız bazı seneler bir bazı seneler iki kez yumurtlardı, bu yumurtadan çıkan tüysüz şeyler artık nasıl oluyorsa tuvalet eğitimini ilk günden alırlar, güzelce arkalarını dönüp tuvaletlerini yuvanın dışına ama bizim merdivenlerimize yaparlar, bizim de yavrulara dair ilk gördüğümüz tüysüz popoları olurdu, sonra işte zamanla tüylenir pırıl pırıl parlarlar ve ilk uçma denemelerini bizim evin merdiveninde yaparlardı, elimi uzatsam sanki alçak bir ağaçtan elma toplayabilecek kadar yakın, durur izlerdim. Bahsetmeden geçemeyeceğim diğer konu bahçemizdeki kediyi gören annenin ya da babanın yavrulara "saklanın!" emrini verdiği andaki feryadı olurdu. Mesela biz mutfakta öğle yemeği yiyoruz ailecek, o feryat mı duyuldu, "çello kalk da kediyi kovala" uyarısını beklemeden kalkar kırlangıçlarımıza saldırıda bulunmaya niyetlenen düşman kedileri bahçemizden kışkışlardım. Kedi gidince ses normale döner, kaşıklar çatallar masada ahenge kaldığı yerden devam ederdi. Kırlangıçlı yaşam güzeldi. Geriye iyi ki çekmişim dediğim bu fotoğraf kaldı. Anılarım ve onların bana duyumsattıkları elbette hep benle...

18 Nisan 2011 Pazartesi

Ana kız yeniliğe duyarlıyız diyelim

Oğuz yeri geldikçe nesnelerle aramda geliştirdiğim manevi bağlantılara sataşır durur. Misal evimizde bir tane masaüstü bilgisayarımız var, işte ben onu hiç sevmem. Klavyesi ve ekranı aynı kalıp yerine makinesi değişse belki  ona ısınırım, şimdiden bilemem.

Yeni insanlara çok çabuk ısındığımı kabul ederim ama kolay kolay sahiplenmem, Cumartesi akşamı Sezen geldi, mutfakta laflıyoruz. Sen çok az şey paylaşıyorsun deyiverdi, kaldım. Haklı olmasına haklı ama, belki onun çok hareketli yaşamının yanında benimkilerin çok sönük ve rutin kalmasından, ya da bilemiyorum...

Geçen hafta sonu annemle buluşup evlerimize yolluk aldık, istanbul'daki evimiz taş çatlasın 75 m2 iken şimdi yaklaşık 140 m2 lik bir alana sığmaya çalışıyoruz. Halı ve yolluklar da annemden bana gelen biraz modası geçmiş ve şimdilik idare etsin dediğimiz şeylerdi. Yolluklar bu hafta sonu geldi, yatakodasından salona uzanan 6 metre uzunluğundaki koridora ve girişe bir örnek uzun tüylü shaggy halılarımızı serdik, bizim için çok güzel oldu ama Pirinç için değil. Pirinç Hanım beğenmedi. 6 metrelik koridoru halıdan geriye kalan 3 parmaklık alanda yürüyerek katediyor, diyelim canı giriş kapısının önüne gitmek istedi, işte L ler Z ler çizerek boş bulduğu alanlardan ulaşıyor, bir yer var, mutlaka ayağını basması lazım, oraya da sanki suya basar gibi sıçraya sıçraya basıp geçiyor. Oğuz elbette anasının kızı diyerek gülümsedi. Değişiklikler hemen alıp üzerimize geçirip gezineceğimiz kıyafetler değil bizim için, bundan artık ziyadesiyle eminiz.

12 Nisan 2011 Salı

Derinlemesine

Bugünlerde kaybetmiş olduğum yazma disiplinini ele geçiremediğim gibi, derinlemesine yazma isteğim yüzünden de buralara uğrayamaz oldum.

Sanki bazı şeyleri yüzeysel anlatırsam önce kendime haksızlık edecekmişim gibi. Derin ve uzun sessizlikler kimi zaman insanda "acaba her şey yolunda mı değil?" şüphesini de doğurabiliyor. Hadi biraz olsun yüreğine su serpeyim, yolunda gitmeyen bir hal yok.

Neler okudum?
Ayaşlı ile Kiracıları - Memduh Şevket Esendal. Tek kelime ile muhteşem.
Karanlık Oda - Hakan Bıçakcı. Hayalkırıklığı
Ayakizlerinde Adımlar - Julio Cortazar. Çok başındayım.

Neler izledim?
Les Amours Imaginaires.
Tek gerçek, mantığın ötesindeki aşktır.” Alfred de Musset.

Filmi Oğuz bir akşam gecikeceğini söylediğinde başladım. Gaylerin dünyasına bir bakış gibi görünse de, temelinde platonik bir aşkın çerçevesini çizmeye çalışıyor. Özgün bulamadım filmi. Daha iyi örneklerinin olduğu düşüncesindeyim.

Şimdi uzun bir aradan buraya gelip küçük bir buse kondurdum, daha dolu dolu yazmak için geleceğim ama söz.