31 Mayıs 2010 Pazartesi

Baykuş'un Sürprizi

Oldukça yorucu bir haftanın finalinde sürpriz bir ziyaretçimiz vardı; Geveze Baykuş.

Geldi, Cumartesi gecemize yerleşti, Pazar günümüzü güzelleştirdi ve yine birbirmize anlatacaklarımızı bitiremeden gitti.

Geveze sözüm ona, Oğuz ile işbirliği yapıp bana sürpriz yapacakmış ama ben ikisi arasındaki şifreli telefon görüşmelerinden sürprizin ne olduğunu, evden Onu karşılamak için çıktığımızı anlamıştım, buluştuktan sonra dışarıda yemek yedik, eve geldik, balkon masasını gecenin şartlarına hazırladık. Kurbağa sesleri eşliğinde anlattık, kitaplardan, olanlardan, olmasını istediklerimizden, yaşamdan, anılardan…

Pazar günü yine balkonda kahvaltı, sonra tarlalarda yürüyüş, çiseleyen yağmur, huysuzluk eden rüzgara inat uçurulan uçurtma, yolculuk hazırlığı, buram buram fesleğen kokusu, banyomuza bırakılan diş fırçası …

İşte böyleydi Baykuş ve Edirneli kedilerin buluşması. İnce, hassas, güzelliklerin sarıp sarmaladığı zaman dilimi.

Çok seviyorum seni Baykuş, çok.

30 Mayıs 2010 Pazar

Mayıs Filmleri


26 Mayıs 2010 Çarşamba

Sam Toft, Bay Hardal ve Sevgili Doris'e Merhaba

Kendisi ile tanışmamı sağlayan Seval oldu, sonra oturdum bu inceliklerin peşinde koşan kadının diğer resimlerine de baktım ve anlattığı şeyleri çok sevdim. Çok ince, çok naif ve hoş bir tınısı olan anlar gibi hepsi.

Burasını birdenbire bastıran sağanak yağmura da maruz bırakmak istemedim. Bu post, Bay Hardal'ı ve Doris'i tanımak ve Sam Toft'un dingin dünyasına ilk adım oluversin şimdilik, sonra şölene yine devam edeceğim.

Resmi web sitesine ulaşmak, daha da detaylanmak istersen http://www.samtoft.co.uk/ tıklayabilirsin.



..



..

25 Mayıs 2010 Salı

12.Kitap : Umut - Ayşe Kulin

Veda’yı okuduktan sonra araya biraz zaman koyarak serinin devamı olan kitabı aldım elime; Umut - Hayat Akan Bir Sudur.

Otobiyografi hassas bir konu. İyi ki okudum, hayır pişman değilim. Serinin son kitabı ‘Hüsran’ olacakmış, sanırım henüz yazılmadı-yayınlanmadı. Bekliyorum.

Umut; benim için güzel bir mola oldu denebilir. Bir yanım kitap hakkında daha fazla şey yazmak istiyor, diğer yanım sus anlatma diyor. Anlatmamayı seçiyorum.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Başaklar yeşilden sarıya çalarken

Bu hafta, yorgunluğun bedenime hakim olmaya çalıştığı bir haftaydı denebilir, diyebilirim. En sonunda silkelendim ki, hafta bitti.

Akşam eve dönerken panteri tarlalara sürdüm, sessizliğin içinde ne olduğunu anımsamadığım şeyler düşündüm yine, ama genel hatları ile 'hayal' üzerine oyaladım zihnimi. Gümbür gümbür coşkuyla kurduğum ve en ince ayrıntısına kadar planladığım hayallerimden yana talihim pek yaver gitmedi, usul usul yol alanlar gerçekleşince güzel birer hayal oldular. Buranın dışına çıkıp uzaktan bakınca, şu an yaptıklarım, en ince ayrıntısına kadar tasarlananlardan daha da güzeller...

Bir sülün kuşunun sabahın günaydın saatinde çok yakınımda belirmesi ile bir baykuşun akşam üzeri alacasında yan balkonumuza konup sarı gözlerini gözümün içine dikmesi karşısında yaşadığım mutluluğu ve coşkuyu, en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış hayallerimde bile bulamazdım.

Düne ait gezintimin fotoğraflarını eleyemeden buraya aldım. İçlerinde, birbirini tekrar eden fotoğraflar olmasına rağmen kıyamadım, yani farkındayım.













19 Mayıs 2010 Çarşamba

Günün Fotoğrafı


17 Mayıs 2010 Pazartesi

Bir şenlik hikayesi

Hikayenin başı; üniversite öğrencileri demonte halde satın aldığımız uçurtmamızı monte hale getirdiler.

Patlak göz Necmi...

Ve Necmi göklerde

Necmi'nin arkadaşları...

Bizim tüm Necmi'lerimiz bağımsızlığına pek düşkün çıktı... İpini koparıp gitmeye vardırdılar işi, canımız sıkılmadı değil, peşinden koştuk, kimi zaman yakaladık, kimi zaman da ellerimiz boş döndük ama hiç aldırmadık...

Şenlik alanının ruhunu biraz olsun yansıtır belki bu fotoğraf, gökyüzüne bakmaktan aşağıda neler olup bittiğine bakamadım açıkçası, hava oldukça rüzgarlıydı, şanslıydık, çok koştuk, güneşin altında ne kadar uzun süre kaldığımızı akşam eve geldiğimizde farkettim, tişörtümün izleri kollarımda çıkacak kadar yanmışım, demek ki dedim, bir deniz, bir de gökyüzü zamanın nasıl geçtiğini hissettirmiyor insana...
Çello Çalan kedi :)

Şenlik sonrası buraya geldik, günün kritiğini yaptık, çok yorulduk ama çok da eğlendik...

Burasının ne kadar huzur dolu olduğunu anlatmam mümkün değil... Günü burada mı bitirdik? Hayır, günü bizim balkonda uğurladık, Sermin ve Mustafa misafirimiz oldu, yorgunluk kahvelerimizi yudumladık...
Not: Oğuz'un uçurtmaları sevdiğini bilirdim ama uçurtma konusunda bu kadar işin ehli olduğunu bilmezdim, uçurtması uçmayana gitti yardım etti, yeri geldi onardı, cebinden bant çıkarıp bantladı, havalandıramadığım uçurtmaları hep o havalandırdı, ne yaparsam ne olur'u tane tane anlattı... Bu bizim beraber ilk uçurtma uçurmamızdı..

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Çiçeklerin merkezine seyahat


Hani yazılarımda hep bahsi geçer, işte Türkan Teyze'nin bahçesi. Fotoğrafı bu sabah çektim. Geçen yıla ait fotoğrafı için buraya tık tık. Geçen akşam iş çıkışı eve gidiyordum ki bisikletten inmiş ve bahçeye girmiş bulundum, sonra müşteriler birden o kadar bastırdı ki, Türkan Teyze yetişemedi. "Çıkar bakiiim çantanı sırtından, fiyatları biliyorsun, takılırsan sor" dedi. Müşterilerle ilgilendim, çiçekleri poşetlere koydum, saksıyla satın alınanları arabanın bagajına taşıdım, satış yaparken paraları önce cebime topladım, sonra Türkan Teyze'ye verdim, tamıtamına 98 TL.


İşte Türkan Teyze. Dünya tatlısı bir insan, çiçeklerin annesi. Sağa sola laf atar, sırf laf olsun diye kahve falı bakar gibi yapar, müşterilerle konuşur, ama onları müşteri yerine koymadan konuşur, bir müşterinin daha önce geldiğinde hangi çiçekleri aldığını unutmayacak kadar iyi bir hafızaya sahiptir, durmadan çalışır, bu bahçeye sabah erkenden gelir, akşam kaçta çıktığı belli değildir, ona özenirim kimi zaman, o yaşa gelip bu kadar yaşam dolu ve bu kadar keyifli olabilmeyi isterim... Sızlanmadan, sağa sola sataşmadan, saksıdaki kırmızı bir petunya gibi, cıvıl, cıvıl...

14 Mayıs 2010 Cuma

Bir akşamüzerinin adı : Meloş

İşle ilgili görüşüyoruz, konumuz şirket araçlarının sigortaları. Telefon görüşmelerimizde anlıyorum ki iyi anlaşacağız, yüz yüze görüşünce yanılmadığım ortaya çıkıyor.

Bisikletler oldu ilk konumuz. Geçen yaz arkadaşları ile birlikte –beyaz bisikleti ile- Yunanistan’a yaptığı günübirlik bisiklet turundan bahsetti, elbette içim eridi. Sonra akşamüzeri buluşmalarımız başladı. Ben çayın yanına kurabiye götürdüm yanımda, o kendisine Bulgaristan’dan gelmiş olan bademlerden ikram etti, karşılıklı gösterilen özeni kim sevmez ki. Üstelik Sermin, karşısındaki insanı önemsediğini doyasıya hissettiriyor, benimle konuşurken beyninin başka bir şey ile meşgul olmasına izin vermiyor, ben yanındayken gelen bir telefonu uzatmayı hiç istemeyerek, telefonun diğer ucundaki kişiyi de kırmadan, kibarca “ben seni eve gittiğimde arayacağım” deyiveriyor. Bir yandan da bana dönüp, durgun olduğunun ve bunun yorgunluktan kaynaklandığının altını çiziyor, düşünceli sözlerine kanım kaynıyor. Bu kentin içinde kendimi iyi hissetmemi sağlayacak biri karşıma çıkıyor.

Sermin geçtiğimiz günlerde bir arkadaşını ziyareti için gittiği Yunanistan gezisinden gelirken bana dibek kahvesi alıp getirmiş. Hem özlem gidermek hem de kahvemi almak için evlerinin yakınındaki bir çay bahçesinde buluşmak üzere sözleşmiştik ki aradı, "hadi bize gel, şahane bir şeyin tadına bakacaksın" dedi, yolun karşısına geçip oturduğu apartmanın önüne doğru kıvrıldım, giriş katında oturuyorlar ve pencerede beni bekliyor, apartmanın önünde minik bir bahçe, bahçede güller ve hanımeli var. Bisikleti bahçeyi çevreleyen demirlere bıraktım ve kilitlememe gerek var mı diye sordum el işaretleri ile. Yok dedi o da el işaretleri ile. Nasılsa gözümüzün önünde. Kapıda karşılanıyorum ve sımsıkı sarılıyoruz birbirimize, içeriye giriyorum, burası aslında Sermin’in halasının evi. Ve Meloş mutfaktan ellerini kurulayarak çıkıyor karşıma. Masmavi gözlerine bakıyorum ilkin, o kadar duru bakıyor ki, O’na Sermin’den daha çabuk kanım kaynıyor.

Arkadaşlarımın ebeveynleri, büyükanne-babaları, yaşı başı yerinde akrabaları ile oldum olası iyi anlaştım, üzerime benim de tam tanımlayamadığım garip bir hal gelip yerleşir, hele bana şakaya müsait olduklarını da fark ettirirlerse sürekli bir takılma isteği duyarım, gevezelik ederim, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Görüşülemediği zamanlarda özlemlerin hissedildiği, yoklukların fark edildiği bir dostluk başlar aramızda, işte Meloş onlardan biri olacak, çok belli.

Rahmetli eşi Karadenizliymiş Meloş'un, kayınvalidesinden öğrendiği ayran çorbasını ikram etti o akşam bana. Bir ara salonda gezindim, Şeflora ve difenbahyalar yetişiyor salonda, kapının önünden hanımeli toplanıp bir bardağa konulmuş, nasıl desem buradaki bir çok şey özenli geliyor bana. O akşamımın üzerine Meloş şen bir şekilde çörekleniyor, sürpriz bir paket açmışçasına seviniyorum, benim de halam olur musun diyorum Meloş’a, “Olurum” diyor. Bir ara konu fotoğraflardan açılıyor, makinemi elime alıyorum, o akşamı fotoğraflıyorum.

Sanki eskiden beri tanışıyorduk da ben haylazlık edip O’nu uzun zamandır görmeye gelmemişim gibi. İlk buluşmamızdan içimde garip bir huzur ile ayrılıyorum, pencereden eller sallanarak uğurlanıyorum, yine geleceğim Meloş, sen hiç merak etme.


13 Mayıs 2010 Perşembe

Bu bahar


Tanıdım; Limon çamını, Akasya ağacını, Sermin'i, Meloş'u, Mine çiçeklerini.
Topladım; Kuzukulağı ve papatya (gelincik toplamayı denedim, kıyamadım vazgeçtim)
Ektim; Ateş çiçeği, petunya, sardunya, cam güzeli, mine çiçeği, papatya, fesleğen
Yaptım; Oğuz ile birlikte uzun soluklu bisiklet gezintileri, sabah kahvaltıları, açık havada kitap okumaları, dost sohbetleri...
Öğrendim; Çam ağaçlarının nasıl yaprak çıkardığını, henüz çiçeklenmemiş papatyaların kökleriyle birlikte sökülüp saksıya ekilirse gayet güzel yaşadığını...
Bir kez daha farkettim; baharın güzelliğinin küçük bir kentin içinde çok çok daha keyifli yaşanabildiğini...

11 Mayıs 2010 Salı

Sabotaj

Bu fotoğrafa bakıp "cici patii" diyebilirsin, ama ben seninle aynı fikirde değilim.

İşte! Hadi gel de keyifli bir okumanın ortasında bu patileri gördüğünde de cici pati de... Bakıyorum hemen Pirinç'i savunmaya geçip "deme öyle Çellooo, şeker o şeker" diyorsun bana, yok canım tamam şikayetçi değilim, kendimce oturduğum yerden Pirinç'e takılıyorum işte...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Ateş Kadın'ın Ateş Çiçeği

Sana da öyle olmaz mı bazen, aklına bir şey gelir, sevdiğin biri düşer zihnine, dertleşirsin bıdır bıdır bıdır... Biri görse seni, nerelere daldın diye sorsa, hiç! dersin, oysa o sırada dostunla telepatik bağlarını sıkı sıkı örüp günün olaylarını anlatıyorsundur. Herkes birilerine bir şeyleri anlatma ihtiyacı duyar, neyi diye sorma, en konuşulmayacak şeyleri bile, takıntılarını, günün olaylarını, ilk defa gördüğün sülün kuşunun gözlerinin çevresindeki ateş kırmızısını, buna benzer daha nice şeyi...

Bu akşam üzeri iş çıkışı Türkan Abla'ya uğradım, bahçe çok güzel ama her gittiğimde çok kalabalık, sakin bir ânına denk gelip tadını çıkaramıyorum, müşterileri de kovamam ya, sözüm ona çiçek almayacağım bu akşam, ama duramadım, bir kaç mine, bir de ateş çiçeği kapıp geldim, o sırada ateş çiçeğini kimin için kapıp geldiğimi bilmeden. Efe onu alırken "abla ateş çiçeklerini kargalar çok seviyor, gördüler mi gagalıyorlar haberin olsun" dediğinde "sıkar biraz bizimkisini gagalamak" cevabını verdim, iyi demişim di mi?
Eve girer girmez balkona attım kendimi, aldığım çiçekler bir an önce ekilmeli, Oğuz da geç gelecek, oyuncaklarımla oynamak için yeterince vakit var. En çok ateş çiçeği ile ilgilendim bu akşam, ona bakarken renginin yakıcılığından yola çıktım sanırım ve Geveze ile konuşur buldum kendimi. Bugün kendisi zor bir gün geçirdi, onu düşündüm, ışık saçan gözlerini, isterse kor ateş olup baktığı yeri yakabileceğini... Bu çiçeği o'na ekiyorum dedim içimden tabi, sonra telefonum çaldı. Ah dedim ben de senle konuşuyordum ve sana bir çiçek ekiyordum tam da şimdi. "Çiçeği hemen görmek istiyorum" dedi. Görüşmemiz bitince ellerimi yıkamadan gidip aldım makinemi, hem ışık da gitmeden. Hem O ister de ben o'nu kırabilir miyim ki?

Geveze Baykuş'um, Ateş Kadın... Geldiğinde koltuğunun altına tutuşturacağım bu zilliyi bilesin... Ayrıca evin Kamber'i kusur kalmadı fotoğraf çekerken, o minik burnunu illa sokacak ya olmadık yerlere, Pirinç'i de buraya koymadan edemedim.

9 Mayıs 2010 Pazar

11. Kitap: Destan Gönüller - Selim İleri

Evdeki bilgisayarın masaüstünde bir klasör var, aslında bugün o klasörde bulunan Sempe’ye ait çizgilere tekrar göz atıp buraya da koymaya niyetliydim, baktım ki ensemden bir şey çekiştiriyor, bir kitap. Yeni bir kitaba da sanki ondan bahsetmeden geçemezmişim gibi…

Seval’in geçen gün yazdığı lümü lümü ley gelen kargocu postunda konu edilen kitaplara dair çok sık yaptığım ikinci kez okumalarım konusunda kendimle alay etmiştim yorum kısmında, Seval de ikinci okumalar yapanlara haksızlık etmemem gerektiği konusunda uyarmıştı beni, haklıydı. “Herhalde aptalım ki okuduğumu anlamadığım için çift dikiş gidiyorum kitaplarda” bakışı getirmiştim kendime, orada konuyu kapattık, günlerden Perşembe.

Cuma günü Oğuz eve gelirken “bişey lazım mı?” amaçlı aramasını yaptığında, ben “Cuma olduğunu unutmuşum, bulabilirsen Radikal alır mısın?” dedim. Radikal geldi, yemek sonrası kitap ekini açtım, Derviş Şentekin’in “Yeni değil, yeniden okumalıyız” başlığına takıldım. Girizgahı alıntılamak istiyorum;

“Kimin söylediğini bilmiyorum; Borges olduğunu söyleyenlere meylederim. Çünkü Borges’e yakışır-yakıştırırım. Söz şu: Yeni değil, yeniden okumalıyız. Bu söz için Lord Dudley adı da geçer: “Yeni bir kitap okumaktansa okuduğumuz bir kitabı okumak daha yararlıdır.” Dudley söylediyse bile Borges iyi toparlamış… Şu sıralar daha önce okuduğum kitapları okuyup duruyorum. Hayır, arada ‘yeni‘ olanları da okudum ama ‘yeniden’ olanlar çoğunluktaydı…
Zaman zaman, kimini yıllar önce okuduğum kitaplara yeniden gömülürüm. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından, Fakir Bayburt’un Kaplumbağalar’ına, Louis- Ferdinand Cêline’in Gecenin Sonuna Yolculuk’undan Bilge Karasu’nun Gece’sine daha nice kitaba…"

Seval’e ikinci kez okuduğum kitaplar için “ben bu kitaplarla 2000 li yıllarda tanıştım, o zamandan bu yana çok şey değişti, o dönemdeki ben'i yeniden anımsamak isteği de var bu ikinci baskı okumalarında, leziz okumalardan alınan tadı yeniden duyumsama isteği de...” demiştim. ‘Destan Gönüller’ bu dediğime uymayan bir kitap aslında, on yıl önce değil, daha geçen yaz okuduğum bir kitap. Üstelik Selim İleri ile ilk karşılaşmamız, sanki bu kitapla aramdaki bağı tam pekiştiremedim, sanki kitaplığımızda yerini alsa bile bir sayfası benle gelecek, bitti ama bitmedi gibi, yapamadım, elbette yeniden okudum.

İlk okumam kadar çok etkilendim. Melankolik mi? Evet. Altını çizdiğim satırları bu kez buraya yazmayacağım, hem çok fazlalar, hem de bütünlüğün içindeki satırları buraya alamayacağım kadar o kitaba bağlılar, neresinden alırsam alayım, öncesinin bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. En fazla bana anlamlı gelen kişileri, hikayesi olan nesneleri buraya taşıyabilirim, hepsi bu.

Birsen, Jülid’anım, Sabri Bey, Reşat Bey, Nüveyre, Kuş Evi, Bez Bebek Mine, Ali, Meliha, kurban renkli elbise, yeşil bir su küpü, bir su küpünde hayatı vehmedemeyen Turgut, kozalak kuşu, tuz ocağına gönderilecek insanlar, sırf çok hassas duyarlılıkları silinsin diye, yalnız insanlar, yalnızlığı seçen insanlar, Hasan, Meral, kaybolan dolmakalem, havuza atılmış alyanslar (kelepçeler), kablosu kesilmiş elektrik süpürgesi, sinema dönüşü içine göz ucuyla bakılan, bir kadının sofra kurduğu, bir adamın kilimli sedire uzandığı, iki çocuğun güreştiği evin saadeti ve asılmış bir bez bebeğe gönül vermiş bir çocuk; Yusuf…

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Çocukluk işte


5 Mayıs 2010 Çarşamba

10. Kitap : Fotoğrafı Sana Gönderiyorum - Selim İleri

Yazarın diğer kitaplarını bilmiyorsanız, okumamışsanız, sadece öykü ve romanlarını değil, incelemelerini, denemelerini de gözden geçirmemişseniz; bu öykülerin tadını çıkarmakta biraz zorlanacaksınız diyor bir yazısında Doğan Hızlan ve nedenini şöyle açıklıyor, Selim İleri’nin biyografik izdüşümlerle kitaplarının, yazdıklarının, okuduklarının birbiri içindeki çetrefil örgüsü sizi zorlayabilir.

Kitabı elime aldıktan ve bu öykülerin bir nevi tortular toplamı olduğunu anladıktan sonra, zihnimin bir köşesine minik bir not düşüyorum, Selim İleri’nin diğer kitaplarını okuduktan sonra, bu kitabı yeniden oku! Eminim karşısına geçip bakmaktan keyif aldığın, gözlerini okşayan, seni sakinleştiren, durup dinlenmeni sağlayan bu fotoğrafa, Selim ileri’nin diğer kitaplarını da okunduktan sonra yeniden baktığında bu bakış seni kendine daha çok çekecek ve sen o fotoğrafın derinliğini daha fazla hissedeceksin, şimdi sanki birazcık dışında gibisin, gibi değil, öylesin!

Sıradan, kuytu köşeli, içinden ırmaklar geçen ve gölgelerin bol olduğu bu küçük dünyamda yaşamımı güzelleştiren kitapları okurken sayfaların köşelerine kimi zaman insanlar iliştiriveriyorum. Bazı kitaplar bana tanıdığım ya da hiç tanımadığım, diyelim yolda gördüğüm, bir anlığına önünden geçip gittiğim kimseleri sayfalarına katıp gözümün önüne getirebiliyor, bir bakmışım onunla sayfaları beraber çeviriyoruz, nasıl ki Kılavuz’u Geveze ve Aylak Kedi ile birlikte okumuşsam, bu kitabı da Beyaz Tuval ile birlikte tüketiyorum, bir anda ikimiz Madam Jüliyet’in köşkünde nane yapraklı limonata yudumluyoruz… İkimizin de günü pek güzel…

İçlerinde en çok hangi öykü dersen beğendiğin, hiç düşünmeden ilk sıraya Şahane Bir Tuvalet’i yerleştiririm.

Bu kitapta da altını çizdiğim, üstünü boyadığım nice satır var, izninle boyalı satırları da bırakıp uzaklaşıyorum.

Şahane Bir Tuvalet (S.15)

Madam Jüliyet öykü yazdırıyor.
İç sızlatan şişeler.
Küçük erkek çocuklarının mutsuz anne aşkları.
Diplerinde sarı, kahverengi, kızıl, paslı tortularla ‘parfön’ şişeleri. Çocuk alıp koklamaya bayılırdı.
“ Büyüyünce vallahi ıtriyatçı olacak…” Amiral Cevat Bey’in karısı Nezihe Hanımefendinin kahkahası. Parmakların kibarca örttüğü kahkaha. Çocuk, kahkahaya uzanmış kıpkırmızı ojeli sivri tırnaklara bakar, annesinin niye oje sürmediğini düşünürdü.
Çocuk ve kadın konuşmazlardı. Fakat sessizlik konuşur ve ölümlerden sonraya anılar bırakırdı.
Zaman geçerve yazdığımız ânın bütün resimleri değişir. Sonra yine yazmaya çalışır, o resimleri diriltmek isteriz.
***
O zamanlar annemin çeyiziyle birlikte getirdiği ceviz kaplama gardıropta saklı duran, eski bir şifon eşarba sarılı, yalnızca özel günlerde kullanılan, sonra yine eski eşarba sarılan, siyah, küçük, po dö süet çantasını artık deri ülgerini, kadife yumuşaklığını yitirdiği için severdim.
***
Kumsalında bir dilimi beyaz, bir dilimi mavi deniz topları oynanan plaj.
Çiçekli emprime, eteğindeki geniş büzgüsü tek süsü olan, dekoltesiz bir giysiydi. Geceye müziğe dansa kahkaya değil, öğleden sonralara, yaz akşamüzerlerine, mutsuz evlere geri dönüşlere dikilmişti.

Hayat Sönüp Giderken ( S.32)
Kalmak ve ayrılmak.
Gitmek ve dönmek.

Kalmak ve ayrılmak en çok adalarda hissedilir. Çocukluğumda ne zaman Adalar'a gitsek, dönüşler canımı yakardı. Kalanları kıskanırdım. Bizim günübirlik adalarımızdan geriye yaşanmamışlık kalır, sanki birkaç saat içinde sönmüş uçan balonlar. Yaz akşamı Adalar'da kalanlarsa, iskele çevresinde, rıhtım yolunda bisikletleriyle dolaşan çocuklardır, pastaneler, dondurmalar, faytonlar, fayton kornaları, bisiklet kornaları, yarın yine deniz, plaj. Bizi geri götürecek vapur iskeleye yanaşınca, bisikletli çocukların karşılamak için bekledikleri kişiler iner önce. Onlarınki hep kavuşma, bizim payımıza düşen hep ayrılmadır. Biz sönmüş uçan balonlar sessizce vapura bineriz. ..

******

Güvercingöğsünün yeşil, mavi, pembe, arasında, böcek kabuğuna benzer, hangi yandan baksak değişen, şimdi pembeyken, şimdi mavi, yanardöner bir renk olduğunu öğrenince havalara uçmuştum.

******

Beni buraya çeken - şüphesiz ki kendi istencim dışında gelmiştim- koşulları gözden geçirmeye çalışıyordum. Artık her şeyde, tiyatro dekorunda gördüğüm yalı bahçesinde, manolya ağacında, dalgaların seslerinde, saymaya çalıştığım küçücük ve kumlara karışmış şeytanminarelerinde, çiçek, giysi, insan bezemeli çini sobada, hıçkırıklarda, darmadağık, fakat beni hep buraya getiren sebepler olmalıydı.

Perisiz Evler (S.84)

Hasan Ecza Depo'sunun menekşe kolonyasıyla Yardley'in lavanta kolonyası ve pudra kutusu Cihangir'deki evdeydi.

Evimize yalnız limon kolonyası ve pek seyrek, pek ender olarak da Yardley marka lavanta kolonyası girerdi. Limon kolonyasından hoşlanmazdım. Hastaneyi, ıstırabı, ölümü çağrıştırıyordu. Yardley ancak özel günlerde sürülebilirdi.

Yardley lavantalarının etiketlerinde, yüz elli yıl öncesinin sömürge imparatorluklarından, mutlu bir genç kadın, mutlu çocuklar, kollarında hasır sepetler, sepetlerde tombul tombul lavanta çiçekleri. Kadın ve çocuklar bize bakarlardı. Hayalimde onları büyütüp karşıma alırdım.

Ayrıca, bir de, Yardley marka talk pudra kutumuz vardı. Pudra bitmiş, teneke kutu duruyor. Demirbaş kutuya yerli talk pudrası konurdu, Fredo.

Menekşe kolonyasına geri dönüyorum :
Berber Kriton'dakiler kapaksızken, Hasan Ecza Deposu'nun vitrinindeki şişeler hem yusyuvarlacık mor kapaklı, hem eflâtun jelatinle kaplıydı.

Günün birinde bana orta boy bir menekşe kolonyası alındı. Etiketteki harcıâlem çiçeklerle sevgimiz -benim onlara, onların bana- hiçbir zaman dinmemiştir.
Gelgelim, Dürer'in unutulmaz menekşelerini gördükten sonra, etiketteki cılız, Mahmutpaşa işi menekşelere gönlüm burkuldu.

Albrecht Dürer'in yalın, soylu menekşeleri, fildişi kuleye çekilmişçesine, mavi kan taşıyormuşçasına, bizden uzak, benim etiket menekşelerime yabancıydı. Yine de gönül yakıyorlardı. Görkemlerine, soğuk güzelliklerine, kapılmamak elde değildi.
Bu güzellik apaçık eziyordu.
Ne varki ilk gözağrım, etiketin şimdi çaresiz kalakalmış menekşelerinden de asla vazgeçemiyordum. Onlar benim için hâlâ çok güzel ve anlamlıydı. Hattâ, aşk şiirlerinin, aşk mektuplarının beylik menekşelerine daha yakın, daha özdeş.

Zaten ne o mektupların, şiirlerin beylik menekşelerini küçümsedim, ne Dürer'in yüce menekşelerine tapınmaktan ürktüm. Bu ikisi bende içiçe yaşadı.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Bir pazar dolusu Pirinç


En az benim kadar sen de ezberledin artık bu kızın çizgilerini, biliyorum ki yolda Pirinç'i görsen tanıyacak haldesin ya da başka bir tekir kediye bakıp "hayır bu Pirinç değil" diyebilecek kadar aşinasın yüzüne, gözlerine, patilerine... Bu fotoğraflara bakıp "amaaan çello'nun da iyi ki bir kedisi var, sürekli kedisini gösteriyor" demediğin için de ayrıca teşekkür ederim ...