İşle ilgili görüşüyoruz, konumuz şirket araçlarının sigortaları. Telefon görüşmelerimizde anlıyorum ki iyi anlaşacağız, yüz yüze görüşünce yanılmadığım ortaya çıkıyor.
Bisikletler oldu ilk konumuz. Geçen yaz arkadaşları ile birlikte –beyaz bisikleti ile- Yunanistan’a yaptığı günübirlik bisiklet turundan bahsetti, elbette içim eridi. Sonra akşamüzeri buluşmalarımız başladı. Ben çayın yanına kurabiye götürdüm yanımda, o kendisine Bulgaristan’dan gelmiş olan bademlerden ikram etti, karşılıklı gösterilen özeni kim sevmez ki. Üstelik Sermin, karşısındaki insanı önemsediğini doyasıya hissettiriyor, benimle konuşurken beyninin başka bir şey ile meşgul olmasına izin vermiyor, ben yanındayken gelen bir telefonu uzatmayı hiç istemeyerek, telefonun diğer ucundaki kişiyi de kırmadan, kibarca “ben seni eve gittiğimde arayacağım” deyiveriyor. Bir yandan da bana dönüp, durgun olduğunun ve bunun yorgunluktan kaynaklandığının altını çiziyor, düşünceli sözlerine kanım kaynıyor. Bu kentin içinde kendimi iyi hissetmemi sağlayacak biri karşıma çıkıyor.
Sermin geçtiğimiz günlerde bir arkadaşını ziyareti için gittiği Yunanistan gezisinden gelirken bana dibek kahvesi alıp getirmiş. Hem özlem gidermek hem de kahvemi almak için evlerinin yakınındaki bir çay bahçesinde buluşmak üzere sözleşmiştik ki aradı, "hadi bize gel, şahane bir şeyin tadına bakacaksın" dedi, yolun karşısına geçip oturduğu apartmanın önüne doğru kıvrıldım, giriş katında oturuyorlar ve pencerede beni bekliyor, apartmanın önünde minik bir bahçe, bahçede güller ve hanımeli var. Bisikleti bahçeyi çevreleyen demirlere bıraktım ve kilitlememe gerek var mı diye sordum el işaretleri ile. Yok dedi o da el işaretleri ile. Nasılsa gözümüzün önünde. Kapıda karşılanıyorum ve sımsıkı sarılıyoruz birbirimize, içeriye giriyorum, burası aslında Sermin’in halasının evi. Ve Meloş mutfaktan ellerini kurulayarak çıkıyor karşıma. Masmavi gözlerine bakıyorum ilkin, o kadar duru bakıyor ki, O’na Sermin’den daha çabuk kanım kaynıyor.
Arkadaşlarımın ebeveynleri, büyükanne-babaları, yaşı başı yerinde akrabaları ile oldum olası iyi anlaştım, üzerime benim de tam tanımlayamadığım garip bir hal gelip yerleşir, hele bana şakaya müsait olduklarını da fark ettirirlerse sürekli bir takılma isteği duyarım, gevezelik ederim, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Görüşülemediği zamanlarda özlemlerin hissedildiği, yoklukların fark edildiği bir dostluk başlar aramızda, işte Meloş onlardan biri olacak, çok belli.
Rahmetli eşi Karadenizliymiş Meloş'un, kayınvalidesinden öğrendiği ayran çorbasını ikram etti o akşam bana. Bir ara salonda gezindim, Şeflora ve difenbahyalar yetişiyor salonda, kapının önünden hanımeli toplanıp bir bardağa konulmuş, nasıl desem buradaki bir çok şey özenli geliyor bana. O akşamımın üzerine Meloş şen bir şekilde çörekleniyor, sürpriz bir paket açmışçasına seviniyorum, benim de halam olur musun diyorum Meloş’a, “Olurum” diyor. Bir ara konu fotoğraflardan açılıyor, makinemi elime alıyorum, o akşamı fotoğraflıyorum.
Sanki eskiden beri tanışıyorduk da ben haylazlık edip O’nu uzun zamandır görmeye gelmemişim gibi. İlk buluşmamızdan içimde garip bir huzur ile ayrılıyorum, pencereden eller sallanarak uğurlanıyorum, yine geleceğim Meloş, sen hiç merak etme.
14 Mayıs 2010 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
babanneme benziyor çellocum senin meloş. renkli olsaydı fotoğraf, gözlerinden dolayı, daha çok benzerdi eminim.
:) seni gidi yan gelip yatan kedi seni diyesim geldi.. öperim biricğim.
Yorum Gönder