28 Temmuz 2011 Perşembe

Sıradışı Bir Gece

Toplam olarak tam altı kişiydik. Sezen dahil herkes Sezen'in ağzından çıkacak olan kelimelere bakıyorduk. Ortalık koli yığınları ile doluydu. Adım atmakta zorlanıyorduk. Ömrü hayatımda görmediğim ilaç isimleri ile karşılaşıyordum, Oğuz tüm muzırlığı üzerinde, herşeye espri ile yaklaşıp Sezen'in üzerindeki "bunca ilaç nasıl dizilecek bu raflara bir gecede" gerginliğini almaya çalışıyor, başarıyordu. Ben durup durup, "tamam, olmadığı yeri söyle raflar arası kaydırma yaparız, gerekirse bir daha dizeriz" diyordum, arada bir kapı önüne çıkıp köy kahvesine oturmuş yaşlı amcalara göz atıyordum. Klima takılmadığı için her yanımızdan şakır şakır terliyorduk, ama orada bulunan herkes o ilaçların o raflara yerleşmesi için çok istekliydik, yeter ki her şey Sezen'in istediği gibi olsundu.

Ben tabii işin başına geçmeden bu rafları yerleştirme işini çok hafife aldığımdan habersizdim, zannediyorum ki alıp konulacak ilaçlar hoop bitecek, öyle kafaya göre dizilmiyormuş, etken maddelerine göre ayrılmaları gerekliymiş, e hadi vitaminler, ağrı kesiciler, antibiyotikler tamam da, ilaç dünyası bunlarla da sınırlı değilmiş, çıldırdık. Oğuz, ben ve Mutlu kutunun içinden aynı isimli ilaçlar çıkınca puzzle yapar gibi, mutlu olduk, Sezen'in ağzının içine bakıp komut bekledik, durduk.

Köy ile Edirne arası tam 20 kilometre. Köye gitmek için çeltik tarlalarından aralarından geçmek gerek. Yol çok düzgün. Bir yere kadar anayol, sonra ara yola sapılıyor ama, ara yol da beklediğimden düzgün çıktı, motoru kullanırken hiç zorlanmadım. Köy, bildiğimiz köylerden. Biz gece boyunca çalışırken birileri gelip gidip köy kahvesinden çay ısmarladılar, sürekli lokum sandıkları geldi önümüze, uzattık elimizi lokumlara, nişan ve düğün haberleri olduğunda köy içinde âdettendir lokum dağıtılırmış, biliyordum da, karşılaşınca yeniden hatırladım. İkinci lokum sandığı geldiğinde, "biz aldık biraz önce" dedik hep bir ağızdan, "bu başka, o nişandı bu düğün" dedi bize lokumun tatlılığını sunan kişi. Aradan biraz zaman geçmişti ki, kırmızı kurdele ile göbeğine davetiye bağlanmış bir havlu bırakıldı dağınık kolilerin arasına, işte yine bir köy âdeti. Bir gün içinde o köyden biri gibi olup çıkmıştık. Kahvenin önüne bir ara kırmızı bir araç geldi, dondurmacıymış, Derviş almadan durur mu? Gitti hepimize dondurma aldı, külahta. O dondurma hepimize öyle iyi geldi ki. Bir ara Oğuz'un telefonundan, ses sistemi bilgisayara bağlanınca bilgisayardan müzik dinledik. Derviş, Amy çaldı durdu bilgisayardan, alt raflara eğilmiş antihistaminiklerle haşır neşirdim ki, o an "vay anasını be, bu kadın da gitti" dedim.

Eczane köyün göbeğinde, biraz ilerisinde sağlık ocağı var, iki köy kahvesinin arasında kalmış durumda, eczanenin önünde bir ağaç var, önünde bir bank vardı, muhtarın âzalarından biri saat 23 sularında hem "kolay gelsin gençler" dedi hem de ilerideki bir depodan ikinci bir bank daha getirdi, iki bankı karşılıklı koyduk, ha şöylee. Oturalım mı? Oturamadık tabii. Henüz köy meydanı sessizliğe kavuşmamışken, çocuklar top oynarken, atladık araçlara, Derviş önümdeki, Oğuz, Sezen, Mutlu, Murat ardımdaki arabada, ben ortada, uça kaça sessiz kentimize geldik, evlere dağıldık, duşumuzu aldık. Uzun zaman sonra özlediğim beden yorgunluğu vardı üzerimde uykuya dalmadan önce. Yaşamak güzel.

Oğuz uykuya dalmadan önce yolculukla ilgili aklına takılmış olmalı ki, hızınmın bir ara 100'ü vurduğunu, bunu farkettiğini, biraz tedirgin olduğunu, hafif bir korku da duyduğunu söyledi, en kısa zamanda "sana dizlik, kolluk gibi diğer aparatlardan da alalım" dedi. Anlaşılan kaskımın olması yeterli gelmedi gözüne. Uyuduk.

8 yorum:

justine dedi ki...

Ananemin köyünü anlatıyormuşsun gibi dinledim seni, eline sağlık Çello, çok güzel bir yazıydı, sağol sen.

Geçen aceleyle yazarken atlamışım, şehir-kent karşılaştırması hakkında iki çift laf edecektim. Aynı şeyi ben de çok düşündüm, acaba hangisini kullansam çelişkisi. Benim yüksek tezim, Anadolu'da Antik Çağ Şehir Planları'ydı. İsmi bu. Hoca'yla acaba kent planları mı desek şehir mi desek diye fikir teatisinde bulunmuştuk. Sonra enstitüye gitti tabii tezin ismi (daha ilk aşamada, tez yazma kısmına geçmemiştim), ve kent kelimesinin üstü çizilmiş şehir yapılmış bir şekilde geldi. Şehir Farsça bir kelime, bilirsin. Kent de batılı bir kelime değil, onun da çıkış yerinin İran olduğu (aynı yerler, Fars işte sonuçta) düşünülüyor. Günümüzde ölü bir dil olan Soğdça'dan dilimize girmiş kent sözcüğü. Antik Yunan Polis'i kullanıyor, Araplar Medine kelimesini tercih ederken eski Türkler (elbette İslamiyetten önceki;p) Balık diyorlar. Bak, bu ilginç işte. Çünkü balık kelimesi bizde de kullanılırdı. Balık, kelimesinin düz anlamı, karanlık, kuytu yer. Nef gibi, revak gibi bir yer düşün. Revak biraz daha koridor tarzıdır ya, nef uygun sanki ya da niş diyelim. Hah tamam, niş tam anlamını karşılıyor balık kelimesinin. Ananemin evindeki kuytu, tabakların, kap kacağın koyulduğu yere balık denirdi. (eski türklerden bir biz kaldık şekerim;p)

Şimdi bir telefon arası verdim. C. ile konuştum. Söyledim ne ile uğraştığımı ve pek tabii o da bir şeyler söyledi bu konuda;) Araplarda "belde" Medine’den daha çok kullanılırmış. Medine daha çok kültürle ilgiliymiş. Hatta Medine, bedevi olmayan kişilerin ikamet ettiği yermiş. Aynı kent gibi aslında "Kent", uygarlığı da simgeliyor. Bu durumda, senin kafanda kurduğun imge oldukça mantıklı. (ben de aynı senin gibi düşünüyorum bu arada, kent: şortlu kızlar, şehir: vıcık vıcık ;p) Şimdi çalışma odasında oturuyorum ben. Burası çok güzel esiyor, neyse konumuz bu değildi;) Burada iki kitaplığım var ve hep Arkeoloji kitapları, tezim, fotokopiler, şu bu var kitaplıkta. Gözüm kitaplara kaydı sana yazarken, bak ne buldum. "Tarihte İlk Kentler ve Kentleşme Süreci", adlı bir kitap. Elbette Arkeolojik Kanıtlar Işığında;p Bu kitapta da kent ve kentleşme olgusunun uygarlık kavramıyla koşut olduğu belirtiliyor. Latince "civitas" aktif uygar olma sürecini ifade edermiş ve batı kültüründe bunlar olurken C.'nin de dediği gibi Arap uygarlığı Medine kelimesini medeniyetle ilişkilendirmiş.

justine dedi ki...

....................

Daha çok şey var konuşulacak, 11 Eylül saldırısının neden uygarlığa karşı açılmış bir savaş olduğu (çünkü New York "gerçekten" kenttir) ve Doğu toplumunun kent yaratıp yaratamadığı konusu gibi. Marks'ın düşüncesine göre sadece askeri karargâh sayılan doğu şehirleri (burada bir şey yazmalıyım, çok eskiden okuduğum Alatlı'dan. yazının sonuna ekleyiveririm), sonra bakılmış ki tapınaklar, sarayların arasındaki evler, cadde ağları ve koca bir yaşamı barındırmasıyla gerçekten kentmiş! Batının, doğu yerleşimlerini “gerçek kent” olarak görmemesinin nedenini Weber, bu şehirlerin bir pazaryeri olarak işlev görmemesi ve vatandaşlık kavramının bulunmaması olarak açıklamış.

Ben Yunan ve Roma kentini iyi bilirim. Bu konuda çoook uzun araştırmalar yaptım, tez yazdım. Haliyle batının ne düşündüğünü, Yunan kentinden (polis) Orta Çağ'a uzanan özel bir batı çizgisini iyi anlarım.

Şimdi düşündüğüm şey şu, acaba bizim kafamızdaki kent imgesi de bunlardan mı besleniyor? Bu sinestezik bir şey mi, bir şeyleri karıştırıyor muyuz biz kafamızda, ya da kelime canlanıyor mu beynimizde, yoksa hiçbiri değil tam anlamıyla oryantalizmin kurbanları mıyız? Belki de semiyoloji iş başında, bilemem artık?

Of çok konuştum. Seviyorum bu konuları. Yok, yazmayacağım o alıntıyı canım, iyice karışmasın yorumum. (ama gerçekten romanın çok güzel bir bölümüydü;)) Bir zamanlar Lusin bilmece sorardı, zevkle konuşurduk ilgili konu hakkında. Tezi de bıraktım ya canım çekti inan;p

Tamam güzel bitireceğim;) Motor sürerken dikkatli ol lütfen, Oğuz Bey haklı, ne takman gerekiyorsa tak takıştır (kadınız ya;p) öyle kullan. Öpüldün çok.

çello çalan kedi dedi ki...

Jus,
İçe içe okudum yazılarını, nasıl keyif aldım anlatamam, biraz önce birşeyler atıştırdık, akşam Sonya'yı Emre'ye götürdük, Emre tahmin etmişsindir ailemizin veterineri. Sonya erkek çıktı iyi mi? Şimdi isim konusu oldu mu sana çorba. Ne yapıcaz? Şimdi dünden kalan yorgunluğumu atamadığım için pek düşünemiyorum da, ellerimi yıkarken konuşuyorum yükses sesle, Sonya isminde erkek kedi olur mu hiç? Oğuz ona sorduğumu düşünüp "olur tabi canım neden olmasın?" yanıtını veriyor. 920 gramlık 1.5 aylık kedinin erkek olduğunu anlayamadım yahu, ayıp bana. Neyse.

Bu verdiğin bilgiler bana gerçekten iyi geldi. En çok Weber'in söylediğini sanırım net anlayamadım. Pazaryeri olarak işlev görmemesiyle neyi kastetmiş?

Üzerine bir şeyler bulup okuma ihtiyacı hissettim.

Bu arada seni okurken bir yandan şunu düşündüm, gördüğüm yerler arasında zihnimdeki kent imgesiyle örtüşen yerler nereleri diye, Bozcaada ve Ayvalık, işte tam da düşündüğüm gibiydi, ikisi de Ege, ikisi de deniz kıyısı, geçen yıl Bozcaada sokaklarında dolaşırken karşıma çıkan suluboya resim sergisi, galeriden Domingo'nun sesinin sokağa yayılışı, bir resme bakıp yitip giderken kimsenin bunu yadırgamaması, insanların iletişime açık olması... 2000 yılıydı sanırım, Ayvalık'da bir kış günü dolaşırken bir sinemaseverin evine tesadüfler sonucu konuk olmuş, ayaküstü kahve likörü yudumlamıştım, kafamdaki kent olgusu bunları taşıyabiliyor, tanımadığım birinin evine konuk olmayı yadırgamıyor kent, şehir tanımadığım insanla konuşmamı yasaklıyor, kent sanat kokuyor, sanatla da var oluyor. Şehir, ekmek peşindeki insanlarla yüklü, sanata vakit yok burada. Şehir insanı benim bir resme bakmamı alıklık olarak görür, deli midir nedir? der çıkar, kent insanı koordinasyonumu ve o resimdeki yolculuğumu bölmemek adına usulca geçip rahatsız etmeden gider yanımdan, kent insanı saygılıdır.

Yahu ben ne doluymuşum meğer bu kent ve şehir konusunda, şehir'e nefret bilemişim resmen :)

Calvino'nun Görünmez Kentler'ini okuyasım geldi şimdi bak tüm bunların üzerine. Gidip bir gözatayım şöyle. Uzun zamandır elime almamıştım.

İçimdeki "şehir"e nefretimi bir yerde anlatarak pasifize etmemi sağladığın için teşekkür ederim Jus :)

Takıp takıştırıcam, söz bak :P

Ayça Yaşıt dedi ki...

Çalışmak ne güzel değil mi? :) Biyolojik açıklaması da var bunun. Efor sarfedince, beynin kendini ödüllendirdiği nokta çalışıyor, işe yarar hissediyoruz, sonracığıma mutluluk hormonu salgılıyoruz, efenime söyleyeyim gözeneklerimiz açılıyor, nefes alıyoruz, özellikle titreşim yayıyoruz, ses titreşimle oluşur, hareket eden herşeyin bir sesi varsa, biz çalışırken bir melodi oluyoruz, daha bir sürü vıdı vıdı. :) Bayılıyorum vıdılara.

Hız, eğer seni mutlu ediyorsa, önlem aldığında da hızı hissedemeyeceğini düşünüyorsan, frenden başka çare yok gibi. Sana ve Oğuz'a birşey olmasını istemem. Hızı çok keyifli buluyorsam da, ki yüz çok fazla değil, bomboş, düz ve kuru yolda. Ama mutluysan, olumsuz duygulardan doğan ve dolayısıyla ihtimal dahilindeki kazaya sebep olacak bir tepkin olmayacaktır.

Ben çok dikkatli bir sürücü olduğunu düşünüyorum, olumlu düşünmeyi biliyorsun, naziksin. Benim hiç güvenilmez motorcu bir meslektaşım vardı. Bir dönem ortak çalıştık, dolayısıyla her yere motoruyla giderdik. Sulu kar yağdığı bir zaman aceleci davrandı. Islak zeminde yüz onu buldu. Kaydık tabi ilk dönemeçte. Motordan düştüm, ıslak zemine paralel popola su birikintilerinden sörf yaparak geçtim. :)) Birşey olmadı tabii ama acaba diyorum, yine de dizlik, kolluk falan almalı mıydık? ;)

Sevgimle.

justine dedi ki...

Yarım saat oldu kalkalı, daha kahvaltı bile yapmadım. Kendime gelirken düşündüm de; Sonya diye erkek ismi olur mu? Hmmm, olur aslında Çello, ama çok zorlamayalım biz, bana kalırsa;) Sony desek mesela, hem Sonya'dan vazgeçmemeiş olursunuz, kedicik de şaşırmaz (tepe sersemi olmaz yani, nedir benim ismim yahu, doğrusunu söylesenize şunun!;)) hem de fena isim değil sanki. Bir düşünün bunu ve sonucu bana da söylemeyi unutmayın.

Max Weber pazar-yeri derken batıda çok kullanılan ekonomik bir terimden bahsediyor aslında; market-place. Vatandaşlara siyasi ve ekonomik faaliyetlerini özgürce yapabilecekleri bir alan açmanın kent kavramıyla ilişkili olduğunu düşünüyor. Ekonomik yatırım kendi kendini yöneten toplulukların harcıdır, monarşiyle zorla yaratılmaz. Aksi zaten Marks'ın dediği gibi kent olarak değil, askeri karargah ya da kralın ikametgahı, sarayı olarak isimlendirilir. Ve elbette sarayın etrafındaki topluluk olarak düşünülür halk da;) Minos Uygarlığını düşün canım. Knossos Sarayı (en ünlüsü o, yoksa Girit saraylar yerleşimidir) ve saray etrafındaki yerleşimler deriz. Bu da ne özgürce alışverişe imkan sağlar ne de bireysel ifadeye. Eee, haliyle kent imgesi tam oturmaz öyle yerlere.

Yeterince açıklayabildim mi bilmiyorum Çello, çok açım şimdi, kusuruma bakma olur mu?;)
Sevgiler.

çello çalan kedi dedi ki...

Jus,

Oldu oldu, gerçekten.

Oturmuş, Çello'ya sabah saatleriyle pek de iyi anlaşmadığını düşündüğüm konuları aktarmaya çabalamışsın. Üstelik açsın! Teşekkür ederim Justine.

Böyle anlatılınca uzaktan sevimsiz gibi göründüğü düşünülegelen konu nasıl da ilgi çekici hale dönüşüyor. Bu çok hoş.

Öpüyorum Jus

çello çalan kedi dedi ki...

Atze,

Sonracığıma kelimesi sana ne kadar yakışıyor, cımbızla seçiyorum mektubundaki kelimeyi. Bir çocuk edası, ama sevimsiz bir çocuk değil bu, çocuk bilinci çok güzeldir ya, işte tam da o bilincin kırıntıları...

Şimdi ben bir masaya ait olmak zorundayım gün içinde, şartlar şimdilik bunu gerektiriyor, neyseki henüz zihnimin bir kısmını işyerimdekilerden saklayabiliyorum da böylece o kısmın esir alınmasından sıyrılıyoruz. İşte hal böyleyken ben bedensel yorgunluğu unutur oluyorum, motorun varlığını da es geçmeyelim. İşte bu şartlar altındayken, bedenimin çalıştıktan sonraki çeşitli noktalarından gelen "biz buradayız" çığlıklarını gülümsemeyle karşılıyorum.

Bu arada yere paralel popo kayışı konusunda çok şanslıymışsınız, belirteyim.

Ben de Jus gibi sarılmadan mesajlarımı bitiremiyorum:) Sımsıkı, ama can yakmadan.

justine dedi ki...

Ben bu konularla ilgili konuşurken çok zevk alıyorum Çello, hele de karşıdaki ilgiyle dinliyorsa, harika bir sohbet oluyor.
Sarıldım ikinize de;)