28 Eylül 2010 Salı

Yaşıyor muyum?

Bir adam tanırdım bir zamanlar, yazı dili öyle keskin, öyle sivri ve öylesi incitmeye yönelikti ki neye uğradığını anlayamaz şaşar kalırdı insan. Söylemek istediği şey özellikle yazı dilinde olunca daha ağır bir etki yaratırdı. Sanki işin içine ses girse o kadar yaralayıcı olmayacak söyledikleri. Yazarken insan yazdıklarına ton veremiyor. O adam, belki biraz olsun bu etkiyi hafifletme isteği ile yazdığı o hınç dolu cümlelerin sonuna gülücük konduruverirdi. Ben işte en çok o sona konan gülücüklere sinir olurdum, sonra sonra okuma edimlerimde merhamet emaresi olarak konulduğunu hissettiğim gönül almaya yarayan gülücüklere hiç tav olmadım. Hani karşımdaki kişi bıçağı kınından çıkardıysa şayet, hani göze alabilmişse bunu ve üstelik tenime değdirmişse ucunu bıçağın, başladığı işi yarım bırakmasın isterim, bütün öfke saçılsın ortalığa, o bıçak şöyle bir varlığını hissettirsin üzerimde, hissettirsin ki üzerinde tarafsızca düşünebileyim.

Oysa ki eleştirinin can yakmayanlarına da rastlıyorum, kestirip atılmadan gerçekleşenlerine de.. Baştan savmadan, üstün körü olmaksızın, üzerinde düşünerek, tartarak, kimi zaman kendine, kimi zaman karşındakine hak vererek. Tüm bunlar çok hassas konular. Derinlik isteyen yolculuklar.

Geçenlerde Janis'in msn iletisi ilişti gözüme, "Eğer son birkaç yılda önemli bir fikrinizi değiştirip yenisini edinemediyseniz hemen nabzınızı kontrol edin. Ölmüş olabilirsiniz."
Durdum düşündüm yaşadığıma karar verdim.

24 Eylül 2010 Cuma

Neler Oluyor

Aslına bakalım. Sanki düşüncelerimi askıya aldım. Havalar da serinledi ya, üzerimde bir uyku hali. Derinleştiğim bir konu da yok bak, Pazar gününden bu yana eve gelip yemek yedikten sonra Roma'nın karşısına geçiyor, Sezar ile yatıp Pompey Magnus ile kalkıyoruz ve fettan Atia ile çileden çıkıyoruz.

Bu durum kitap okumalarımı etkiledi elbet, tek yaprak çevirmiyorum, geçer diye düşünerek şimdilik can sıkıntısı da taşımıyorum. İnsan istediği şeyi istediği zaman yapamadıktan sonra...

Sezen "bir şeye bulaştınız mı bokunu çıkarıyorsunuz" diye söylenirdi. Bir dönem sadece puzzle, başka bir dönem sadece kitap, bir dönem sadece film, şimdi diziler. Elimizde House'un bölümleri kalmadığı için Roma'ya başlamış bulunduk. Diyorum ya dur bakalım. Bu da nasılsa geçer. Tüm bunlar dışında hayat akıp geçerken çok önemli bişey yok.

Uzun zamandır üşendiğim için yapmadığım bir eylemi geçen cumartesi gerçekleştirdim. Duvar projem için fotoğraflarımı bastırdım ve çerçeveciye götürdüm. Geveze sanırım en çok sen sevinirsin bu işe. Bir dönem noldu senin duvar projesi deyip duruyordun. Demek o kadar da atalet çökmemiş üzerime. Geriye çerçeveciden fotoğraflarımı almak ve duvara asmak kalıyor. Ama bu diğerinin yanında gerçekten çok çok basit bir eylem, ben duvar projesini bitmiş sayıyorum.

Bu arada dün akşam izlediğimiz bölümde Pompey Magnus talihsiz şekilde deniz kıyısında yaşama veda etti, sabah bunu düşünerek girdim işyerine, yüzüm asık, noldu diye sorulsa o an, şak diye pompey öldü daha ne olsun diyeceğim. Bihter öldükten sonra 52 sinde yasin okuyanları yine tam olarak anlamasam da anlamaya yakın bir yerlerde olduğumu sezinliyorum. Evet galiba deliriyorum.

21 Eylül 2010 Salı

Yollarda



Pazar sabahı depomuzu doldurduk sonra kuzeni ziyarete gittik. Bu bizim ilk uzun yolumuz oldu. Açık havada kahvaltımızı yaptık, bol oksijen kaynaklı uyku halini yaşadık, sonra yine kurtlar gibi acıktık, yeşil domates yemeği yedik. Neşeliydik, keyifliydik, özgür gibiydik. Fotoğrafları ben çekmedim, motoru kullanıyorum ya, Kelkedi aldı o görevi. Bence çok da iyi iş çıkardı. Aferin ona.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Hormonlar geldi hoş geldi

Kadın olmak zor diyeceğim ama çok klişe duracak bu giriş. Zavallı beynimin içindekileri derleyip toplamaya çalışırsam başarısız olurum korkusu var, nasıl bir cümle ile devam edebilirim bu yazıya, hormonlar desem. Evet bokumuza bile karışan hormonlar. Ne yapsak arkasında onlar var. Düşün bak, mesela geçenlerde markette kasiyer kıza çok yavaş davrandığı için attığın o feci bakışın arkasında hormonlarından başka ne var sanıyorsun ki.

Bu hormon düşmanı, benim çeneme vuruyor en çok. Normal zamanda susup geçebileceğim şeylere karşı elbette susmuyorum, hormon dilimi bıçak gibi biliyor -elbette pms döneminde-, sonra bir bakmışım pabuç benzetmesi gelip dilime yapışıyor.

Bayramlarla aram hiç hoş değil benim. Sosyalliğe yakın olan karakterim bayram günlerinde birdenbire asosyal oluveriyor, üstüne bir de pms eklenince çifte kavrulmuş pabuç dilli asosyal çello karşınızda gururla sunar oluveriyorum.

Durduk yerde laf sokmaya çalışan insanlardan hiç hoşlanmıyorum. "Elimi öpmeye hiç gelmiyorsunuz" diye serzeniş içerikli mızırdanmalardan kaçabildiğim kadar kaçıyorum ama bir yere kadar, sonra o yırtık çello çıkıp "evde duruyor musunuz ki gelip elinizi öpelim" deyiveriyor ve sonra konu münakaşaya dönüyor, bir sonraki saldırı "E sen kandillerde de aramıyorsun hiç bizi". Şimdi bu cümle ile beynimde şimşek çakıyor, yahu ben senin inandığın dine dahil değilim anla işte bunu, bırak beni bu halimle, kendi inançsızlığımla boğulayım demek istiyorum, aslında mesele inanmamam da değil, ben senle kandillerde samimiyetsiz konuşmalar yapmak zorunda mıyım? demek istiyorum, Hayır değilim. Susuyorum susuyorum susuyorum sonra işte bir yerde patlıyorum.

Elimden geldiğince Şeker Bayramı dedim. Ramazan Bayramı diyenleri de kibar şekilde "Şeker Bayramı" olarak düzelttim. Bu konuda uslu durdum, kimseyi kırmadım. Neyse...

Ben aslında güzel bir tatil geçirdim, son günü saymazsam. Akşam işyerinden bir arkadaşımın düğünü vardı, yüzüm elbette asık. Düğünlerden de hoşlanmıyorum bak. Zorunluluklar gerçekten çok sıkıcı. Düğündeyken TV karşısında olanlara telefonla bağlanıyoruz, referandum sonuçları geliyor yavaş yavaş, yüzler yine asık. Sonra aklımız basketbol maçında, Oğuz Janis'i arıyor, maç skorunu öğrenmek için. Ara ara haberler geliyor, Hido kavga etmiş, oyundan çıkarılmış, yok yok yeniden alınmış... Böyle geçiyor ilk yarı, sonra düğünden sıvışıp kendimizi gördüğümüz ilk bara atıyoruz, televizyonun sesi sonuna kadar açık, maçı izliyoruz. Yok yok canımızı sıkacak çok şey var, basketbol maçının yenilgisine üzülmüyoruz, ne de olsa dün çok daha büyük yenilgiler aldık. Geçmişler olsun.

1 Eylül 2010 Çarşamba

17 - 20. Kitaplar

17. Kitap
Alper Canıgüz / Tatlı Rüyalar

Bu kitapla nasıl tanıştım?
2000 yılının yaz mevsimi. Çok sıcak bir yaz olduğunu anımsıyorum, o günlerde oramdan buramdan terler akarak atmosferi hiç de fena olmayan o cafede çalışırken ve 2. katta merdivenleri çıkınca hemen sağdaki ilk masaya servis yaparken masanın üzerinde duran 3-4 kitap arasından ilgimi çekiverdi. Psiko-absürd romantik komedi. Ama kapağındaki çizgilere daha bir bayıldım. Masada oturan beyefendi ile de gelip gittikçe minik minik söyleşiyoruz, kitaplar, fotoğraf gibi konular üzerine dönüp duruyor sohbet, ben yakın bir zamanda o cafede çalışmayı bırakıp bir fotoğrafçının asistanı olarak işe başlayacağımı söylüyorum, çok heyecanlıyım, çok sevinçliyim, havalara uçuyorum, bir sünger gibi her şeyi içime çekiyorum, çok umutluyum, yaşam beni bekliyor tadındayım, henüz bazı heveslerim örselenmemiş, bembeyaz, pırıl pırıl ya da rengarenk…
Gecenin sonunda merdivenlerden çıkınca sağdaki masaya hesabı götürüyorum ve kasaya dönerken elimde bu kitap var, imzalanmış, tarih 24 ağustos 2000. O günden aklımda Alper Canıgüz’e ait kalan fotoğrafın içinde ince düşünceli, sakin duruşlu, güleç yüzlü bir adam var.

“Hayattan geri ne kalır, niye kalır kim bilir? Belki de böyle olmasa ne bu kitap ne de hayat bu kadar tatlı bir rüya olurdu…”

İmzanın bir kısmında bu cümle yeralıyor. Ha diyeceksin ki sen o ince düşünceli bulduğun adamın imzaladığı kitabı bugüne kadar yoksa okumadın mı? Evet. Okumadım. Olmadı işte, sıra mı gelmedi, ruh halim mi elvermedi, yok yok başlamış ama araya ne girdiyse bırakmıştım, elime aldığım, beğendiğim ama elimde olmayan sebeplerle yarım bıraktığım kitaplar da biraz küsüyor sanki bana, elime koşa koşa gelmiyorlar. Neyse yine bir Ağustos ayında ve en az 2000 yılınınki kadar sıcak günlerde elime aldım ve bir çırpıda yutuverdim. Hem kendime çok kızdım neden bu kadar erteledim diye, hem harika iş çıkarmış dedim, hem kitabın benle barışmasına çok sevindim.. hem ilk fırsatta yeni bir Alper Canıgüz kitabı edinelim dedim hem… hem…

18 ve 19. kitaplar

Bir Matthew Scudder Polisiyesi / Lawrence Block
Ölümün Ortasında ve Buz kıracağı Cinayetleri

Bay Scudder öyle çok ilginç bir kişilik değil ama harika bir burnu var, çok iyi koku alıyor ve cinayetleri biraz uğraşsa da şıp diye çözüveriyor, alkolik olduğunu kabul etmeyen alkoliklerden(Oğuz bu fikrimin daha sonra değişeceğini söylüyor), görevinden istifa etmiş eski bir polis memuru, eşinden boşanmış, iki oğlu var, böyle dışarıdan bakınca kaybetmiş gibi, ah bir de polisiyelerin sanırım olmazsa olmazı burbon seviyor. Neyse ana karakterimiz bu şekilde. Şimdilik iki kitabını bitirdim. Üçüncüsü elimde, ne yalan söyleyeyim ki çok heyecanlı.


20. Kitap
Selim İleri / Oburcuk Mutfakta

Ah nasıl anlatmalı ki bu kitabı, zor ve kesinlikle başarabileceğim bir şey değil, teknik konulardan başlamayı deniyorum. Kitap üç farklı kitabın bir araya toplanmış hali. Neymiş bunlar? Evimizin Tek Istakozu, Oburcuğun Edebiyat Kitabı ve Rüyamdaki Sofralar. Ortak özellikleri yemek ve yemek kültürü. Yemek ile ilintili akla gelebilecek bir çok şeyin Selim İleri’nin anılarında nerede ve nasıl durduğunu okuyoruz bu kitapta, misal akide şekeri, misal maydanoz, erişte, salep, karabiber, enginar, mazide kalmış ev yapımı şuruplar…

Okudukça Selim İleri’nin anılarına, anılarındaki en ufak kırıntılara nasıl da özenle sahip çıktığına tanık oldum, kendisine bir kez daha hayran kaldım.

Mutfakla, yemekle ilgisi olmayanlar, seçimini özensiz hazırlanan yemeklerden yana kullananlar, ayaküstü karnını doyurup ruhunu aç bırakanlar için değil bu kitap. O yüzden bir yemek daveti vermeden günler önce başlayan koşturmalar, bir türlü ne pişirileceğine karar verilemeyen ziyafetler ve öncesinde yaşanan telaşlar ve kitaba taşan anılar bir yerde kendilerine anlamsız gelebilir. Diyeceksin ki sen çok mu farklısın? Evet değilim ama o sofraların zarafetine de özenmiyor değilim. Neticede çok keyifle okudum, ölçekler içermeyen yemek tariflerinde hiç sıkılmadım, bir çok anıyı yanımda taşıdım, şurup kokularına bulandım, reçellerle savruldum, Hindistan cevizi ile kahkahalara boğuldum, Müzeyyen Senar’ lı yemek ile hüzünlendim, kitaptan çok ama çok etkilendim. Anılar böylesi güzel taşınınca, insanın haliyle alıp baş tacı yapası geliyor…