23 Ağustos 2011 Salı

Diken diken ya da tel tel

Ayıptır söylemesi pms dönemimin eli kulağında. Bunca yıllık pms üyesiyim, hiç belim ağrımamıştı, sanırsın ilk kez yaşayacağım bir deneyim. Sinirlerim tel tel. Bel ağrısı insanın yaşamında olmasa da olurmuş, bacak kaslarım da öyle ağrıyor ki, bacaklarımı koyacak yer bulamıyorum, sanki ben uyurken birileri bacaklarımı ödünç alıp Edirne'nin çevresinde tur attırıp sabah olunca geri bırakmışlar. O derece sefilim.

Bişeyler okumaya çalışıyorum. Her okuduğum şeye bir kulp buluyorum. Kimi okuduğum çok küstah, kimi okuduğum çok cafcaflı, çok düzenli, çok temiz, hmm, kimisi didaktik, çok bilmiş.. Hıh diyor geçiyorum.

Sezinlediğim bir şey var, kendimde de bulunan, eleştirdiğim bir yan. Mesela bir önceki posta izlediğim filmi yazmışım. Truffaut hakkında ne doğru dürüst bir yazı okudum, ne başka bir filmini izledim, kendisini özümsemedim de, bana nüfuz etmedi, zeytinyağında dinlenmiş Ayvalık peyniri gibi olsun istiyorum okuduklarım, izlediklerim, yaşadıklarım, olmuyor. Sonra kalkıp bir öğleden sonrası filmi olur gibi ukala cümleler kuruyorum. Ayrıca -malısınız ile biten cümleleri de hiç sevmiyorum. 400 Darbe'yi izlediğimi söylemeyi değil de hissetirebilmeyi istiyorum. Sonrasında ne diyorum biliyor musun? Bunun için zamanım yok. Bahanem de hazır, geçelim.

Bugün Simon'u ziyerete gittim, annem ve babam çıktıkları tatilden yarın dönmeyi planlıyorlar, geldiklerinde en azından Simon'un kumunu temiz bulsunlar istedim, onlar yokken bizim turuncu kafaya çocuklar bakmışlar, Simon tosun gibi, çok sağlıklı göründü gözüme, hoşuma gitti.

Belki söylemişimdir, anafranili bıraktıktan sonra rüya görmeye başladım, her akşam hiç susmadan anlatması yarım saat sürecek rüyalar görüyordum ama bu sabah kabus ile uyandım, Oğuz evi terketmiş, Beyoğlu'ndaki Cambaz barda yatıp kalkıyormuş. Uyandığımda ağlıyordum, balkonun kapısı aralık uyumuşuz, ürpermişim, Oğuz kalkıp kapıyı kapadı, kollarının arasına aldı, "buradayım ama seni rüya tamircisine götüreceğim en kısa zamanda" dedi, sonra huzurla başka bir rüyaya uyudum.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Antoine ve Truffaut


    

  • Türkçemize 400 Darbe olarak çevirilmiş olan François Truffaut filmini dün gece izledik. Truffaut bu filmi 1959 yılında 27 yaşındayken yönetmiş, bu filmle kendisi Yeni Dalga akımının öncüsü kabul edilmiş, son sahneler bir çok filme emsal olarak gösterilmiş, başroldeki Antoine'ı Jean Pierre Leaud oynamış, ama ne oynamak, sonra Truffaut'nun dört filminde daha böy gösterip yönetmenin alter egosu oluvermiş.

    Filmin orijinal ismi fransızca "okulu kırmak" gibi bir anlama denk düşüyormuş. Çok çok etkileyici sahneler var, finali olağanüstü, Truffaut filmi nasıl bitireceğini bilemediği için böyle bitirmiş olduğuna dair söylentiler var, o zaman "iyi ki de bilememiş" diye düşünüyorum ister istemez.

    Konu 13 yaşındaki Antoine'nın okul ve ailesi ile geçirdiği sorunlu ilişkinin üzerine şekilleniyor,  baskıcı okul zihniyetinden kaçıp evden uzaklaşıyor, başının çaresine bakmaya çalışıyor, daktilo çalıp sonra o daktilo ile ne yapacağını bilemeyip geri getirirken yakalanıyor ve karakolda bir yetişkin gibi muamele görüyor, nakil aracındaki gözyaşı çok şeye işaret..

    Bence, eğer izlemediysen, güzel bir yaz günü öğleden sonrası filmi olabilir.

  • 16 Ağustos 2011 Salı

    Yaşlı bir nehrin yamacında...


    Bilenler bilir, sessiz sedasız iki nehir akar Edirne'nin içinden. Biri işte bu, Meriç. Akmakla akmamak, durmakla kalmak arasında kararsız bir suyu, coşkun değil, bakanı dinlendiren bir hali var. Yaşlı bir nehir gibidir Meriç, gezmiş dolaşmış da artık bu kentte kalmaya karar kılmış gibidir, arkasından gelen yine kendisi, kendi kendisinin sözünü dinler, gözü arkada alıp başını gider...

    Pazartesi akşam üzeri, bizim Süslü ile akşamüzeri pikniği yaptık burada, hoş bir sohbetin eşiğinden girdik içeri, oradan buradan derken karanlık çökerken hem nehri hem ormanı terkettik...

    Sıdıka ...


    Heidi ile dün iletişim içindeydik. Bu güzel kedi ile birlikte süren yaşamları bozulmak zorunda. Heidi ve oğlu Mahir alerjik astım.  Hemen kısa bir bilgiyi araya ekleyeyim, Mahir, Sıdıka'dan sonra dünyaya geldi, böyle olacağı bilinmiyordu, Sonya, Sıdıka, Mahir, Heidi ve Kuzu birlikte mutlu ve geniş bir yuva olmayı diliyorlardı, olmadı, Mahir'in astım nöbetleri nedeniyle geçici de olsa bir çözüm bulundu, bir süre hem Sonya hem Sıdıka başka bir evde misafir olarak kaldılar, Sonya talihsiz bir kaza yaşadı, o kazanın sabahı Heidi'nin arkadaşı yurtdışına çıktı, Sıdıka hem Sonya'dan hem de alıştığı ortamından yeniden ayrıldı, Heidi'lerin evine, eski yuvasına geri döndü. Heidi'nin arkadaşı dönüşte Sıdıka'yı Heidi'den alacaktı, ama kazadan çok etkilendiği için Sıdıka ile de birlikte yaşayamayacağını belirtmiş. Kötü haber.

    Şu an Heidi gerçekten çok çaresiz. Gerçekten yardıma ihtiyacı var. Çevrenizde böyle bir talebi olan varsa, yaşamını bir kedi ile birlikte geçirmek isteyen varsa, lütfen, bence Sıdıka harika bir ev arkadaşı olabilir. Heidi, şöyle tanımlıyor Sıdıka'yı...

    "Sıdıkamın özelliklerini vereyim kısaca: 07.05.2009 doğumludur. 2 ay anne sütü ile beslendikten sonra ailemize katıldı. Sorunsuz bir kedidir. Maması suyu bitince söyler, kumu kirliyse haber verir. Tuvalet sorunu asla yoktur.Henüz kısırlaştırılmadı. Bir bacağında platini var ama yürümesine ya da ona bir zararı yok. Platinin alınması için ameliyat yapılırken kısırlaştırmaktı niyetimiz ama aksilikler vs. olmadı bir türlü...

    Her şeyi anlatır ve her halden anlar. Sevdiği kişinin ağlamasına asla müsade istemez. -Sürekli gözyaşlarını yalamak suretiyle... - Biraz konteslik vardır ruhunda. Hep ilgi ve şımartılmak ister. Buna rağmen çok mıncıklanmaktan hoşlanmaz. Çocuk sevmez. Asla zarar vermez ama çocukların gelip ona dokunmasına kolay kolay müsade etmez...
    Mamasını kumunu her şeyini temin edebilirim. Kısırlaştırmak istenirse ameliyat masraflarını karşılarım. Yeter ki ona evini açacak sevgi gösterebilecek birileri çıksın. "

    Böyleyken böyle işte...
    Daha detaylı bilgi için Heidi burada.. Ben buradayım. Bir yorumcuk bırakın, iletişeme geçelim.

    13 Ağustos 2011 Cumartesi

    Buradayım

    rispostesenzadomanda:

;)


    Gif kaynağı şurası ...  Ayrıca Maru'ya ve günlüğüne bayılıyorum. Buralardayım, kapının arkasına saklanmış ve sessimi çıkarmıyor olabilirim. Bekliyor olabilirim. Kapının arkasındaki oyunu yaşıyor olabilirim, yahut oyun filan yoktur. House vicodinsiz nasıl çekilmez birine dönüştüyse, işte ben de tıpkı onun gibi, anafranilsiz katlanılması güç birine dönüşürsem korkusu yaşıyorum, şaka tabi, abartıyorum, ama hafiften başağrıları başladı. Kafam sersem. Sanki düşünemiyor gibiyim. Günlerin geçmesini bekliyorum. İlacımdan bir tam dolu blisterim var, başucumda duruyor, House gibi banyo aynasının arkasına saklamıyorum elbette, sonra ayna kırmakla uğraşmak istemiyorum, yok yok bu da şaka, nasıl abartıyorum görüyorsun, huyum kurusun...

    11 Ağustos 2011 Perşembe

    Vesaire

    Cumartesi
    İşten çıkıp eve geldim, motoru eve bıraktım, hiç yukarı çıkmadan Oğuz'la çarşıya çıktık, ne zaman çarşıya çıksak, ilk işimiz Can Abi'lere uğramak oluyor, Necibe Abla ile ayak üstü sohbet etmek gibisi yok. Çarşıya en son sanırım inmeyeli 2 aya yakın olmuş. İnsanın çarşıya her zaman çıkma zorunluluğunun olmaması güzel bir şey, evimizin kırtasiyecisi Ersin Abi'ye uğradık, spiralletmem gereken şeyler var, Ersin Abi aldı elimdeki a4 leri, sadece 3 liraya matbaada spiralleterek geri getirdi. Fazladan verdiğim 1 lirayı almadı. Sonra kapalıçarşıdaki abime uğradık, çarşı bomboş, çok kalmadık, çıktık, arabaya atlayıp annemlere geldik, çocukları alıp dışarıda yemek yedik, eve döndük, ben hem bizim hem de çocukların yataklarındaki nevresimleri değiştirdim, eşofman altımdaki söküğü diktim, dikiş kutusunu hazır bulmuşken Oğuz'un sevdiği tişörtün etiketini çıkarmasıyla açılan dikişi de tazeledim, sonrası hep oyun çocuklarla, önce Monopoly, sonra Tabu. Saat 2 sularında nihayet yataktaydım.

    Pazar
    Çocukları uyandırıp evden hızla çıktık, Batı, Sezen, Annem, çocuklar çiftliğe doğru yola çıktık. Zeynep'in yola çıkma fobisi var, midesi bulanıyor, bizimle gelemedi, dilerim bu sorun kalıcı olmaz, zira bazen yolda olmak gibisi gerçekten yok. Çıktığımız yolun sonunda, 35 Km lik mesafenin yamacında bizi bekleyen dev bir boşluk, yokluğun boşluğu. Hiçlik değil ama. Püfür püfür esen rüzgarda kahvaltı yaptık, Bulgaristan sınırındaki tepelere baktık, gözümüzü yokluğa alıştırmaya çalıştık, benim hep ertelediğim bir ziyaretti bu. Zordu. Geçti, gitti. Çocuklar ne şanslı. Ortama nasıl da uyum sağlayıveriyorlar di mi? Akülü araba ne güzel. Oğuz arabanın kontak anahtardaki problemi ile bile ilgilendi, Himalaya kedisi Angel köy havasında daha güzel, daha sağlıklı, Fatma Hanım Teyze'nin söylediğine göre, Angel Oğmaç çorbasına bayılıyormuş, sanki ben o çorbadan hiç içmedim, tadını anımsamıyorum, hazır olanından önce bir denemek gerek, aslında evde neredeyse hiç hazır çorba pişirmiyorum, belki Oğmaç, denenebilir, Angel sevdiğine göre...
    Akşam abimlerde yemek. Sonrası duş ve koltukta uyku. Sabah uyandığımda ne zaman yatağa geçirildiğimi anımsamıyorum.

    Pazartesi
    Nihayet iş yerimde dinleniyorum. İş çok yoğun. Eve geldiğimde tek düşündüğüm mutfak tezgahım. Cillit Bang ile tüm tezgahı ve duvardaki taşları ovuyorum, ocağı da temizliyorum. İşte şimdi güzel. Leyla ile Mecnun'un 10. bölümünü izlemeye başlıyoruz yemekten sonra. Bitiremeden uyuyakalıyorum.

    Salı, Öğleden önce
    Sabah erken saatlerde yola çıkıyorum, doktorumla görüşeceğim, ne zaman onun karşısına dikilsem taze atak geçirmiş oluyordum, bu kez böylesine iyiyken görüşelim istedim. Akşam ilacımla vedalaşabileceğimi söylediğinde çok sevindim. Bu çok güzel haber, beni havalara uçuracak cinsten.
    Annemi aradım, ilacı söyleyecektim, yoldalarmış, Tekirdağ'a gidiyorlar motorla. Bunu neredeyse her yaz yapıyorlar. Onların bu hallerine bayılıyorum.

    Salı, Öğleden sonra
    Güney yarımkürede yaşayan bir kuzenim var, 9 aydır Tanzanya'da. Onunla msn'de sohbet ediyoruz. Pazar günkü köy ziyaretimizi anlatıyorum ona, O yaşadığı değişimden söz etmiyor ama, ben yazdıklarından bunu farkediyorum. Laf dönüp dolaşıp geçmişe geldiğinde, "ben geçmişe dair tüm öfkemi, kızgınlıklarımı geride bıraktım" cümlesi çıkıyor ağzından. Acıya karşı yatkınlığa dair bir yan da seziyorum söylediklerinden. Nasıl anlatabilirim sana bu değişimi emin değilim. Kilimanjaro Dağı'na bakarak geçirdiği aylar kendisine bir bakıma yaramış. Özlem duygusundan aldığı hazzı bana anlatırken yakalıyorum mesela onu, mesela paraya olan bakışının değişmesinden sezinliyorum bu durumu, bir geniş hal var, yaşı benden küçük olan kuzenimin yaşadıklarından sonra benden yaşlı olduğunu farkediyorum.

    Salı, Akşamüzeri
    Gün içerisinde Zeyno ile Ayşenur aradı. Simon hastaymış, iş çıkışı gidip bakayım, abartıyorlardır diye düşünmüştüm, ben gittiğimde kusuyordu, elbette soluğu Emre'de aldık, ateşi olmadığı için sadece mide koruyucu ve anemisi olduğu için B12 iğneleri yapılıldı, Simon'u tekrar Kerem'le birlikte eve bıraktım, yorgunum.

    Salı, Gece
    Uzun uzun annemle konuştuk, enteresan bir tanışma yaşamışlar Tekirdağ'da, ilginç bir hikaye, tesadüf eseri tanıştıkları kişi sayesinde hiç hesapta yokken Polis Evinde konaklayacaklar, hoş anıları olmuş bizimkilerin. Annem telefonda bir oğlum daha oldu artık dediğinde ben şaşırmıyorum da, bunu duyanlar hali ile nasıl yani diye soruyorlar. Yahu evden adımını atıp oğul sahibi olan bir annem var, ben hala tek kızıyım:P
    Anafranilsiz ilk gece.

    Çarşamba
    Rüyalardan kendimi çekip çıkaramadım. İşe giderken sinyallerimle anlaşamadım. Çok yoğun bir telefon trafiği. Annemler nihayet yazlığa ulaşmışlar. Zeyno, Simon'dan iyi haberler verdi, kusması kesilmiş.

    Pek konuşasım yok, bugün şuna kesinlikle inandım, sonu -cim ile biten seslenişlerden hiç hazetmiyorum. O "cim" benim şahsen kulağımı tırmalıyor, normalde adıma "cim" eklenmezken nedense bir ünlem cümlesi varsa cim eklendiğini farkediyorum, bu bahsettiğim ünlem cümlesi, içten içe sinir içeriyor ama "alttan alıyorum ve seni usturuplu uyarıyorum" imajı da veriyor, neticede cim ile biten seslenişleri samimi bulmuyor ve hiç sevmiyorum. Pıh...

    3 Ağustos 2011 Çarşamba

    Yaşam Halleri

    Uyanıyorum. O kadar acıkmışım, o kadar acıkmışım ki, yataktan dolaba gözlerim kapalı resmen koşuyorum, soğuk süt ve bisküvi ile olan birlikteliği çok seviyorum. Etraf sessiz, çıt yok, kapkaranlık bir gökyüzü, Pirinç yanımda bitiyor, evi teftiş memuresi kendisi, "gurrkk" gibi bir ses çıkıyor boğazından. Tam böyle de değil aslında, ama harflere de dökemiyorum o sesi. Garip. Güvercinlerin çıkardığı gibi bir ses. Nasıl beceriyor, hiç anlamıyorum.

    Dün Simon'u Emre'ye götürdüm, içparazit aşılarının üçüncüsünü olmamıştı, götürememiştim, Oğuz işten erken saatlerde ayrılamayınca, Emre kliniği kapatmadan en iyisi ben götüreyim dedim, turuncu bir çantam var, dev bir çanta, sırtıma ne istersem alabileceğim cinsten, koydum çantanın içine, bebeklerini kanguruda taşıyan anneler gibi, aldım önüme de çantayı, atladım motora, hooop Emre'nin yanına. Simon yolda hiç susmadı, mauv da mauv. Kliniğin önünde iki genç kız, Emre'nin sokaktan toplayıp sahiplendiği kedileri seviyorlar, çantanın fermuarını açtığımda Simon kafasını çıkarınca kızlar şaşırdılar, beklemedikleri bir şeydi turuncu çantadan çıkan turuncu kafa. Hasta muayene odasında, tatlı bir köpek yatıyordu sedyenin üzerinde. Kulağını temizleyeceklermiş, Simon kucağımdayken, "sedyenin boşalmasını beklemeyelim, kucağındayken yapayım şunu" dedi Emre, aşı yapılırken bizimki bastı yaygarayı, düşündüm de, Onun da bir canı var yahu, bit kadar filan ama acıyı biliyor ve şimdiden Emre'yi sevmiyor.

    Leş'i okumaya devam ediyorum. Kitap Edgü'nün öykü kitaplarını günümüzden geçmişe olarak derlemiş. Yani Edgü kronolojik olarak okunmak istense, sondan başlanması salık verilmiş, ben baştan başlamıştım, şu an 1960'lı yılları okuyorum ve günümüz öykülerini nasıl desem, daha bir sevdim, daha etkilendim, Edgü kesinlikle okunası öykücülerden.

    Oğuz tam da Foucault Sarkacı'na yeniden başlamıştı geçen cumartesi, akşamları başına Leyla ile Mecnun'u çıkardım. Akşamlarımız genelde şöyle oluyor, yemek faslımız var, sonra evin içinde şöyle bir dolanma kısmı var, dünün yaşananlarını toplama adına, sonra işte bir şeyler izleyelim durumu var, tüm bunları yaparken konuşuyoruz, Oğuz'la en çok konuşmayı başarıyoruz, seviyoruz, hiç bitmeyen bir anlatma hali, telefonda ise bir o kadar az iletişim kuruyoruz, Evde yoğurt var mı? Bir şey lazım mı? gibi kısa ve net cümleler.

    Babam ben küçükken anneme sormadan eve nerdeyse hiçbir şey almazdı. Eve alışveriş yapmayı çok sever üstelik, aile kasabımıza uğramışsa mesela, mutlaka oradaki telefonu kullanır, anneme "hanım kasaptan ne lazım?" diye sorardı. Cep telefonu olmayınca, uğradığı tüm dükkanlardan annem ısrarla aranırdı, annem "bana sormadan iş yapamıyor bu adam" diye söylenirdi telefonu kapatınca ama ben içten içe bu durumdan hoşlandığını da bilirdim.

    Bir erkeğin "eve bir şey lazım mı?" sorusu çok duygusal bir soru gibi gelir bana, aile kavramını o sorunun altına yazarım, Oğuz'un buzdolabındaki süt stoklarını kontrol edip bana sormadan almasına da hayran olurum, böyle söyleyince, hem soru sorulsun ama bazı şeyler de sorulmadan alınsın durumu çıkıyor ya, "kadın olmak böyle işte" diyerek sıyrılırım ben bu işin içinden, olur biter :)

    1 Ağustos 2011 Pazartesi

    Yarın yine martıları dinlemeye gelecek misin?

    Önce Oğuz bu dizinin seveni oldu evimizde. Ben pek yüz vermemiştim, Oğuz'un kahkahaları evi doldurunca göz ucuyla izlemeye başlamıştım, baktım böyle yarım izlemelerle olmayacak, internetten izlemeye başladık birlikte. Leyla ile Mecnun'dan bahsediyorum.

    Bugün 6. bölümü tekrar izledik. Bence dizinin kendini bulmaya başladığı bölüm. Yavuz Hırsız'a bu bölümde vuruldum, İsmail Abi bu bölümden sonra kendisini bulmaya başladı. 6. Bölüm bence Leyla ile Mecnun'un koptuğu bölüm. İzleyenlerini reklamlar yoluyla değil de daha çok kulaktan kulağa toplamış, ben bu kadar seveni olduğunu bilmiyordum, İsmail Abi'nin fanları var, ah İsmail Abi de fanları olmayacak gibi de değil ki.
    Şimdi ben böyle konuşuyorum, izlemeyen biri için söylediklerim çok havada kalıyor farkındayım, çok da anlatmak istemiyorum, konu kavuşamama üzerine dermiş çatmış yuvasını, modernize bir "Leyla ile Mecnun" hikayesi gibi ama değil..

    Ben bu 6. bölümde Zeynep'in diziye girmesiyle Hırsız Yavuz'un nasıl bir adam olduğunu görmeye başladım, ah nasıl da içten, Zeynep'e bakışı nasıl da güzel. Zeynep'in denizin kenarında Yavuz'a bahsettiği Sait Faik'in "Ermeni Balıkçı ve Topal Martı" öyküsünü bilmiyorum. En kısa zamanda okumayı istiyorum.

    Söylemeden geçemeyeceğim, dizi feci şekilde edebiyattan besleniyor, Attila İlhan'ın "Aysel Git Başımdan" şiirinin bir iki dizesini duyunca, ah diyorum, ne güzel!
    Sonra anlatım harika bak, Zeynep Yavuz'la kaşar ekmek yiyerek eve dönerken "seni yarın yine görebilecek miyim?" diye sormaz da, "yarın yine martıları dinlemeye gelecek misin?" cümlesini tercih eder, sonra öper yanağından Yavuz'un, sonra o an Yavuz olur seyirci, bir zil sesi ortalığı kaplar. 

    Ayrıca Zeynep çok hoş, elinde şemsiyesi, martıları dinler, Yavuz Zeynep'in evine girip tokasını çalacak kadar duygusal, Zeynep'in gözleri görmediği için yürürken önüne çıkabilecek engelleri o farkında olmadan bertaraf edecek kadar düşünceli, neyse, diyeceğim o ki, şu sıcak yaz günlerinde, ne izlesem dediğin olursa şayet, bak kolay kolay "izle" gibi önerilerde bulunan bir kimse değilim, bilirsin, ama bu diziyi bence izle, gerçekten vakit kaybı değil, sahiden sahi...