
30 Ocak 2010 Cumartesi
29 Ocak 2010 Cuma
Üzerime Paul Auster'ın Duman'ının kokusu sinmiş

İç: Akşam. The Brooklyn Cigar Co.
Paul ile Auggie ışıkları söndürülmüş dükkana girerler. Auggie dükkanın ışıklarını açar, Paul’ün istediği sigaraları almak üzere tezgahın arkasına geçer. Tezgahın öteki yanında Paul, kasanın yakınında 35 mm’lik bir fotoğraf makinesi görür.
P: Birisi fotoğraf makinesini unutmuş galiba.
A: (Döner) Haa, ben unuttum.
P: Senin öyle mi?
A: Benim tabiİ. O ufaklık uzun zamandır benim mülkiyetimde.
P: Fotoğraf çektiğini bilmiyordum.
A: (Paul’e purolarını verir.) Hobi denebilir aslında. Her gün 5 dakikadan fazla zaman ayırdığım yok, ama sektirmeden çekiyorum. Kar, fırtına, yağmur, güneş dinlemiyorum. Postacılık gibi bir şey.(Durur.) Bazen hobim gerçek işimmiş gibi geliyor bana, işimi de sanki hobimi desteklemek için yapıyorum.
P: Demek sırf para üstü veren biri değilsin sen.
A: Millet öyle sanır, ama değilim.
P: (A.’ya farklı gözlerle bakmaya başlamıştır.) Nasıl başladın?
A: Fotograf çekmeye mi?(Gülümser.) Uzun hikaye. İki, üç içki ister bunu anlatmaya.
P: Başını sallar. Fotografçılık ha…
A: Canım abartmayalım o kadar da. Sadece fotoğraf çekiyorum. Vizorden bakıyorsun, deklanşöre basıyorsun. Sanatsal falan takıldığım yok.
P: Bir ara fotoğraflarını görmek isterdim.
A: Ayarlarız. Ben senin kitaplarını okuduğuma göre sende pekala benim fotoğraflarıma bakabilirsin. (Susar, birden utanmıştır.) Şeref duyarım.
İç: Gece. Auggie’nin oturduğu apartman dairesi.
Auggie ve Paul mutfak masasında oturmaktalar, kapakları açılmış hazır Çin yemeği kutuları bir kenara itilmiş. Masa üzerinin hemen hemen her yeri büyük siyah fotoğraf albümleri ile kaplı. On dört tane albüm vardır, her birinin sırtında başka bir yıl yazılı- 1977’den 1990’a kadar. Bu albümlerden biri (1987) açık olarak Paul’ün kucağında.
Albümlerdeki sayfalardan birine yakın çekim. Sayfada altı adet siyah- beyaz fotoğraf var, her biri birbirinin eşi bir görüntü: sabah saat sekizde 3. ile 7. Cadde’nin kesiştiği köşe. Her fotoğrafın sağ üst köşesinde, tarihi içeren küçük beyaz bir etiket; 8.9.87, 8.10.87 8.11.87 vb. Paul’ün eli sayfaları çevirir; altı tane daha benzer fotoğraf görürüz. Sayfayı çevirir; gene aynısı. Sonra gene aynısı.
A: (Gururla gülümseyerek) Doğru. Aynı yerin dört bini aşkın fotoğrafı. 3.Sokak ile 17. Cadde’nin kesiştiği köşe, sabah saat sekizde. Her türlü havada dört bin adet gün. (Durur) Bu yüzden hiç tatile çıkamıyorum. Her sabah aynı yer, aynı zaman.
P: (Ne diyeceğini bilemez. Sayfayı çevirir, bir sayfa daha çevirir.) Böyle bir şeyi ilk kez görüyorum.
A: Projem bu. Hayatımın işi diyebilirim.
P: (Albümü masanın üzerine koyar, bir başkasını alır. Sayfaları çevirdikçe aynı tarz resimlerle karşılaşır. Şaşkınlıkla kafasını sallar.) İnanılmaz. (Nezaketi elden bırakmamaya çalışarak) Gene de doğru anlayıp anlamadığımdan emin değilim. Demek istediğim, bu fikir nereden aklına geldi… bu proje?
A: Bilmem, öylesine aklıma geldi. Burası benim köşem ne de olsa. Dünyanın küçük bir köşesi ama burada da olaylar oluyor, her yerde olduğu gibi. Kendi küçük köşemin dökümü.
P: (Albümün sayfalarını karıştırırken hala başını sallamaktadır.) İnsanın dili falan tutuluyor.
A : (Hala gülümsemektedir) Yavaşlamazsan bir şey anlayamazsın dostum.
P: Ne demek istiyorsun?
A: Demek istediğim şu, çok hızlı gidiyorsun. Resimlere bakmıyorsun bile.
P: Ama hepsi aynı.
A: Hepsi aynı, ama birbirinden farklı. Güneşli sabah olur, karanlık sabah olur. Yaz ışığı vardır, sonbahar ışığı vardır. Hafta içi günler vardır, hafta sonları vardır. Paltolu galoşlu insanlar vardır, şortlu tişörtlü insanlar vardır. Bazen aynı insanlar, bazen farklı insanlar. Bazen farklı insanlar aynı olur, bazen aynı insanlar ortadan kaybolur. Dünya güneşin etrafında döner, güneşin ışığı da her gün dünyaya değişik bir açıdan düşer.
P: (Başını Auggie’nin albümünden kaldırarak) Yavaşlayayım, öyle mi?
A : Evet, bence yavaşla. Biliyorsun, yarın olur, gene yarın olur, sonra gene yarın olur, zaman öyle milim milim ilerler durur.
P : (Duygulanmıştır, ağladı ağlayacak) Ellen işte. Bak hele. Canımın içi sevgilim benim.
28 Ocak 2010 Perşembe
The Cafe Terrace

1000 lik bir yapboz bizim için ideal değil. Çabuk bitti. Van Gogh olsun ama ille de Teras cafe olsun diye tutturan bendim. 5000 lik alalım artık diyorum, Oğuz onu çerçevecide yaparız önerisi getiriyor. Götürmek ayrı bir dert olacak kanısında. Gülüyoruz kendimize. Hayat işte böyle gülerken geçip gidiyor. Ve arkadan bir yerden sesleniyor Vincent, "Tanrıyı bilmenin en iyi yolu, pek çok şeyi sevmektir."
27 Ocak 2010 Çarşamba
Hepimiz bağımlılığı onaylanmış keşleriz
“Daha zeki olmanın tek yolu, daha zeki bir rakiple oynamaktır."
Satrancın Temelleri 1885
Kendinizle ilgili bilmediğiniz bir şey vardır. Varlığını bile inkar edeceğiniz bir şey. Ta ki bir şey yapmak için geç kalana kadar. Sabahları uyanmanızın tek sebebi budur. Aşağılık patronunuzdan acı çekmenizin nedeni, döktüğünüz kan, ter ve gözyaşının. Çünkü bütün bunlar insanların sizi aslında ne kadar iyi, çekici, cömert, komik ve akıllı olduğunuzu bilmelerini istediğiniz içindir.”Benden korkun ya da saygı duyun ama lütfen özel olduğumu düşünün.” Bağımlılığımız aynı… Hepimiz bağımlılığı onaylanmış keşleriz. Hepimiz sırtımızın sıvazlanmasına bayılırız.
Güzellik yıkıcı bir melektir. Bu kadar güzel görünen bir şey nasıl bu kadar kötü olabilir? Ama açgözlülükten daha yıkıcı bir melek yoktur. Onunla baş edebileceklerini düşünürler ama açgözlülük deliğinden çıkarılamayan tek yılandır. Sonunda hepsini ele geçirir.
Ve finalde birkaç akademisyenin ders notları...
- Ego en kötü özgüven hilebazıdır. Egodan daha kötüsünü hayal bile edemezsiniz. Çünkü onu göremezsiniz.
- Sorun egonun bakacağınız son yerde saklanıyor olmasıdır. Kendi içinizde.
- Egolarını koruma ihtiyacı duyan insanlar sınır tanımazlar. Yalan söylerler, hile yapar, çalar ve öldürürler. Ego sınırları dediğimiz alanı korumak için herşeyi yaparlar.
- İnsanlar mahkum olduklarını bilmez. Bunun ego olduğunu bilmezler, aradaki farkı asla anlamazlar.
- Başta aklın kendi ötesinde bir şey olduğunu kabullenmek zordur. Bu, kişinin ötesinde bir şeydir. Daha değerlidir ve gerçeği yorumlamada kapasitesi daha fazladır.
- Ego dini anlamda şeytan olarak kabul görür. Ve tabi kimse egonun ne kadar zeki olduğunu anlamaz. Çünkü şeytanı yarattığı için suçu başkasına atmayı seçerler.Bu hayali dış düşmanı yaratmada çoğu zaman gerçek düşmanlar yaratırız. Bu ego için gerçek bir tehdittir ama aynı zamanda yaratılışında da vardır.
- Kafanızdaki ses size ne söylerse söylesin dış düşman diye bir şey yoktur. Bu düşman algısı bize düşman olarak yansıyan egonun yansımasıdır.Bu açıdan bakarsak yarattığımız yüzlerce dış düşmanı aslında kendimizin yarattığını görürüz.
- En büyük düşman kendi algınız, kendi cehaletiniz, kendi egonuzdur.
26 Ocak 2010 Salı
Vermeer'in ışığı gibi soldan gelsin
25 Ocak 2010 Pazartesi
Eksiden gelenler (Çello yorumu)


Geveze'den postaaaa
* Gevezemle hafta sonu konuştum, yukarıdaki mesajı iletmemi istedi kendisi. Görevimi yerine getirmenin sevinciyle işime dönebilirim.
23 Ocak 2010 Cumartesi
Eksi dokuz

22 Ocak 2010 Cuma
Sahipsiz simetri
21 Ocak 2010 Perşembe
Gecikmiş harika bir fotoğraf *

* Aslında postumun başlığı farklıydı. Sevgili Gri kent sahibi'nin isteğini yerine getirip başlığı değiştirdim, Creep ve Gks. güzellemeleriniz için teşekkür ederim.
19 Ocak 2010 Salı
Ayakkabı

Eksi iki
18 Ocak 2010 Pazartesi
16 Ocak 2010 Cumartesi
Bazen
15 Ocak 2010 Cuma
İnanmazsın o koca tencere kadar açıldı gözlerim
İş arkadaşlarımın hafta içi bize geleceğini duyan annem kendine yeni bir iş çıkmasının sevinciyle ellerini ovuşturdu ve evimize damladı.
-Şimdi senin evin yeterince temiz değildir.
-Gerçekten temiz anne.
-Değildir diyorsam değildir.
Peki dedim. İtiraz etmeyince daha az yorucu oluyor ilişkimiz. Bize geldi, hazır elim değmişken şunu da yapayım diyerek perdeleri dahi yıkadı. Akşam yemeğinden sonra mutfağı toparlıyordu, bende yanında dolanıyorum. Konu döndü dolaştı teflon tencerelerime geldi. Atalım bunları artık dedi, ne zamandır aklımda aslında ama yenilerini oldukları yerden bulup çıkarmaya üşendiğim için savsaklıyordum. O hazır buradayken tamam dedim hadi yenileri nerdeyse çıkaralım. Benim evimi benden daha iyi biliyor. Buraya kadar her şey normal. (Tamam kabul benim evimi benden daha iyi bilmesi çok normal değil) Çöpe atılacak tencereler için bir çöp poşeti tahsis ettim. Bu arada hali hazırda kirli olan bir tencere var atılmak üzere olanlar arasında. Tencere yıkamak makinede yer kalmamışsa en berbat iş, kim sevmiş ben seveyim. Mantıklı olanı yaparak çöpe atılacak olan tencereyi yıkamadan çöpe atmaya çalıştım. Ama benim işgüzar annem “olur mu hiç öyle şey” dedi kuyruğuna basmışım gibi. O tencere öyle atılır mı hiç? Ya nasıl atılır güzel annem, bir de fiyonk mu takıcam. Bana göre böyle atılır. “Bak görüyor musun kirli kirli atmışlar çöpe” demesinler dedi. İnanmazsın o koca tencere kadar açıldı gözlerim. Şaka yapmıyor gayet ciddi, aldı o çorbalı tencereyi yıkadı, sarı bezle de kuruladı, evet şimdi oldu işte ve çöpe öyle uğurladı.
O an temizlik hastalığı bana bulaştı. Viledanın püskülü gözüme eskimiş göründü. Eski püskülü çıkardım, yenisi taktım, anneme döndüm ve “iznin olursa bu viledayı tencerelerin olduğu çöp poşetine atıyorum” dedim. Demez olaydım, çaktırmadan sokuştur işte be çello. Tencerenin yanında o yer püskülünün işi olmadığı gerçeğiyle yüzleştim.
Sanıyorum o jenerasyon kadınların hemen hemen hepsinde aynı şey var, herkes birbirinin neler yaptığına bakıp birbiri hakkında konuşmuş, hakkında konuşulanlar da bunu önemseyip durmuşlar, "elalem ne der" cümlesi onlar tarafından peydah olmuş. Ayol bizim evimiz zaten köşe bucak bir yerde. Komşularım da aklı başında insanlar, çöpleri karıştıranına rastlamadım. Kim karıştırır sitenin çöp konteynerini. Hem karıştırsa ne olacak, çöp benim çöpüm, ister kirli atarım, ister temiz, ona ne. Ama işte bunu sevgili anneciğime anlatmak zor.
Dedim ya itiraz etmeyince daha az yorucu oluyor bizim ilişkimiz.
14 Ocak 2010 Perşembe
13 Ocak 2010 Çarşamba
12 Ocak 2010 Salı
O hala tek parça
Bizim evin iyi cacık ve salata yapan kişisi Oğuz elbette görevinin başındaydı. O bunları yaparken yemek masasının üzerindeki puzzle halısını–hava çerçeveciye götüremedik- taşımak için ondan yardım istedim. Böylece masamız kullanılabilir hale geldi. Puzzle odadan odaya taşınırken elbette ufak bir kaza geçirdi, sanırım bir 15-20 parça yerinden oynadı, o yetmez gibi pirinç gelip bir köşesine pati attı. Oradan da gitti mi 10-15 parça. Bu parçalar yerini bulmadan şuradan şuraya adımımı atmam dedim. İnadım inat puzzle kazasını atlattım ve vaktinde geveze’yi karşılamak üzere evden ayrıldık. Evden çıkmadan önce Oğuz’a “Geveze’yi sen alsan ben evde pilavı yapsam, pilav demlenirken köfteleri kızartıp masayı hazırlasam, rakı için buzları çıkarsam, geldiğinizde hemen masaya geçiş yapsak” diyecektim ancak bir an bu kızın bizi hiç tanımadığını anımsadım. Gözümde şöyle bir sahne canlandı, geveze otobüsten iniyor. Oğuz onu buluyor ve “arabaya binelim, çello seni evde bekliyor“ diyor. Geveze ne der? “Oldu paşam, merakımdan soruyorum gideceğimiz yerde beni bekleyen testere kör müdür?” diye sormaz mı? Ben olsam sorarım. Hayır zaten kalkıştığı şey cesaret isteyen bir şey. Onun da aklından “ulan ya bunlar organ mafyasıysa” şeklinde geyik senaryolar geçmemiş değil. Eve gelirken bunun üzerine epeyce köpürttük, oğuz “önce biraz besleyelim seni” diyor, geveze kihkihkih gülüyor ama yüzünde sahi mi ulan bakışı. Yok yok şaka. Yok öyle bir bakış. Geveze’yi her arayan kişiye arkadan fon yapma gereği hissediyorum, “o hala tek parça”
Masaya oturduk, kalktığımızda sabah olmak üzereydi. Geveze beklediğim gibi. Ama beklediğimden daha güzel biri. Günümüzün medyası “güzeller okuyamaz hatta yazamaz” düşüncesini usul usul beynimize akıtmasaydı böyle düşünmezdim, bunun suçlusu ben değilim, ya da tek suçum görünmez saldırılara maruz kalmak. Kaknem surattan çok uzak güzel gözlü Geveze anlattı biz dinledik, biz anlattık o dinledi, anlatırken defalarca ne anlattığımızı unuttuk, asıl konulardan kah uzaklaştık, kah çevresinde dolandık ama bence o gece aramızdaki bağın en sağlam taşlarından birini temelin en gerekli yerine oturtmayı başardık.

Kahvaltı sonrası gezi kelimenin tam anlamıyla fotoğraf gezisi kıvamındaydı. Mesela Oğuz biz fotoğraf çekerken “eskiden birini bekliyordum şimdi iki kişi oldular” diyerek olmayan saçlarını yolmaya hiç niyetlenmedi, gık bile demedi, biz ne bulduysak çocuklar gibi şen çektik, güldük, birbirimize konu mankenliği yaptık, doğanın tadını çıkardık, kuşları dinledik, yağmurla temizlenen havayı ciğerlerimize çektik…
Gezimiz Fazlı abi’nin kıraathanesinde biz çaylarımızı, geveze sade kahvesini yudumlayarak bitti. Dolaşmaktan yorulmuş, temiz havadan kurt gibi acıkmış şekilde eve koştuk, mutfağa girip birlikte yemek hazırladık, masayı kurduk, yemek sonrası pirinç’le oynaştık. Geveze, yol göstericim Bilge Karasu’nun Kedili Meryem karakteri ile tanıştı, ne zaman kaçıp kafasını dinlemek isterse kendisini hazır bekleyen evine sanırım biraz daha alıştı.
Daha heyecanla paylaşacağımız nice güzellik, nice kitaplardan çekip çıkarıp aktaracağımız karakter, dinlerken ağlayacağımız nice müzik, ardarda patlatacağımız pek çok kahkaha olacak. Ama illaki peşimizde bizi takip eden kediler olacak pembe patileriyle. Ne zaman başımızı çevirsek bir kedi bizim gözümüzün içine bakıyor olacak, biliyorum.
Not: Geveze'ye ait fotoları iznini alarak kullandım, bu bir. Bir ikincisi ne kadar hanım hanımcık değil mi? Oysa burada öyle mi?
Not 2: Ben şöyle oldu, şunu yaptık, bunu yaptık gibi anlatımlarda çok başarılı değilimdir. Geveze'nin mizahi diline yaklaşmam mümkün değil. Günün birinde Geveze fırsat bulup bu geziyi yazarsa buraya mutlaka link koyacağım. Sıradan yazılmış olanı okumak için buraya, gülmek için şuraya diyerek.
11 Ocak 2010 Pazartesi
Misafir olsun böyle geveze olsun..

Yukarıdaki baykuşumun kanadı. Masamızdaki bir demlik çayın kıvama gelmesini beklerken ekmeklerimizi banıyoruz önce zeytinyağına sonra baharat karışımına. (poy deniyor burada)
Haftasonunun detaylarını daha sonra yeri gelince yine veririm. Şimdi yüreğim pır pır, üzerimde Baykuş'un bana yüklediği overdose enerjinin yarattığı bir coşku patlaması var, söylemek istediklerimi sıraya koyamıyorum. Hepsi birer birer uçuşuyor, hangisini yakalayıp buraya yapıştıracağımı bilemiyorum. Bu post bir girizgah olsun.
9 Ocak 2010 Cumartesi
Kırmızı halı isterim ipekten olsun
- Belediye bandosunu Geveze için ayarlayamadım, "o zaman kırmızı halı isterim ama ipekten olsun" dedi. Yahu bu kız ciddi olabilir mi? Sanatçı kaprisli bir baykuş gelip çatımıza konacak belli.
- Dün akşam evde kendisi için ön hazırlıklarımızı yaptık, temiz çarşaflarını ütüledik, yatağına serdik. Malum eve misafir geldiği zaman laf hiç bitmez, sohbet koyu bir hal alır, saat ilerler, gözkapakları ağırlaşır. İşte o noktada en ızdırap verici şey yorgana nevresim geçirmeye çalışmaktır, bilirim.
- Ufak tefek yemeksel çalışmalar ile de geceye hazırız. Kahvaltımız için onu nereye götürürüz o bile belli. Kafasını dinlesin, yeni yerler görsün, bu ziyaret ona vitamin kombinasyonu kadar iyi gelsin istiyorum, diliyorum.
- Burada yaşamaya başladıktan sonra gördüğüm zıtlıklar, çapaklı vidalar gibi gözüme ilişiyor. (Çapaklı vidalar göze değil, ele ilişir biliyorum.) İstanbul'da biz daha yalnızdık sanki, daha bir başınaydık, (sankisi mi var öyleydik), 114 bin nüfuslu kasaba vilayetinde daha sosyal, daha konuşkan, daha insan yüzü görür olduk. Ayçiçek tarlalarının yanında yaşıyor olmamıza inat daha az yalnızız ya da olmasını istediğimiz kadarız.
- Geveze kafasından ateşler çıkarak aradı, servisin onu 1 saat öncesinden Harem'e getirmesine sinirlenmiş, gelişinin gecikmesine ve bizi yemek için bekleteceğine hayıflanıyor, sakin olmasını ve kitabını açıp okumasını salık verdim, "hem ojemin 3. katını da sürerim bu arada" dedi. 2 kat sürülen ojelerden haberdarım da 3 katlı ojeyi akşama göreceğim.
8 Ocak 2010 Cuma
Ankara'dan Geveze gelirmiş
"Geveze bloğunda yazmış, senin ona ulaşmanı istiyor" dedi. İyi de nasıl? Geveze'nin ne yaşadığımız dünyadaki reel ismini biliyorum, ne telefon numarasını. Ama kendisini o kadar iyi biliyorum ki. Sanki anaokuldan beri arkadaşız, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiş. Oysa ne telefonlaştık ne de mailleştik, Creep'in bloğunda interpasif olan ben Creep'e inat Geveze'nin bloğunda interaktifim. Sanki 100 kişi içinden Geveze'yi bul deseler bulurum. Bok bulursun çello atma. Creep sağolsun, iletişimsel sorunumuzu çözdü. Geveze yolda olduğu için şimdilik ona mesajla ulaştım.
Şimdi pek bir heyecanla Geveze'nin yolunu gözlüyorum.
Şu blogger denen yer ne garip.
Edit: Gevezeme -karşılamak için- belediye bandosu yakışır, ayarlayabilsem keşke. Du bakiim, vardır belki bi yolu.
7 Ocak 2010 Perşembe
Creep'le aramızdaki çekişmeye son
Yorumlarını direkt olarak maillerine göndereceğim bundan sonra annem, olmuyor böyle, ele güne rezil oluyorum senle atışıyor göründüğüm için. Sen yeter ki o muhteşem gözlemlerine devam et ve yaz. Ben ağzımı açmaz, susar ve seni izlerim.
6 Ocak 2010 Çarşamba
Süper miyim değil miyim seans 1
Ben kendisi ile olan ilişkimde araya hiç boşluklar koymamıştım. Gayet istikrarlıydım. Böyle paket taşımayan, aldığı paketi yanında aylarca süründüren, kahve molalarında çıkarıp yakan, bir ara uzak kalmak istiyorum sonra yeniden başlayacağım diyerek yaşayıp giden tiryakilerden olmadım. Benim hep yanımda, elimin altında oldu. Şimdi bir anda püf diye yok olunca acaip oldum. Sanki hayatımda biri kayboldu da bulmaya çalışıyor gibiyim, elimi nereye atacağımı bilemiyorum. Başım ağrıyor, hatta kafam sanki dumanlı gibi, değişik bir deneyim.
Çok zorlandığım anlarda Candy filmini ve Candy ile Dan'in uyuşturucuyu bırakmak için yaşadıkları sıkıntılı saatleri anımsıyorum. Neticede sigarayı bırakmak daha kolay olsa gerek. Eğer bunu başarırsam dönüp kendime "waoow baby süpersin" diyeceğim. Süperim tabi. Ama başarabilirsem...
5 Ocak 2010 Salı
Dilim tutuk bu yüzden uğurlayamam seni Lhasa
4 Ocak 2010 Pazartesi
Özetsel günlük yazdım oldu
02 Ocak ; Çalıştım. İşe giderken Hürriyet film kulübünün filmlerinden Paris seni seviyorum filmini aldım. Gün içinde bir ara Lady ile msn'den yazıştım. Vedalaşırken "Pirinç'i benim için öp" dedi. "İstersen senin için kulağını bile ısırabilirim" dedim. Sanırım ilk başta inanmadı. Sonra ikna oldu. Zaten Pirinç de ilk başta onun kulağını ısırdığıma inanmamış ve şaşkın şaşkın yüzüme bakmıştı. Onca sene kedi ile yaşayınca insan, az biraz onun gibi davranabiliyor elinde olmadan. Cumartesi akşamında önce Boleyn kızı'nı bitirdim sonra "il y a longtemps que je t'aime" filmini izledik. Avrupa Sineması. Hele bir de Fransız. Hatta oldukça fransız ama çok etkileyici. İlk 20 dakika Oğuz izlemeyi bırakmasın diye gözünün içine baktım. Gözünün içine baktım derken mecazi anlamda. Yoksa hem filmi izleyip hem de Oğuz'un gözünün içine bakmadım. Henüz iki gözüm birbirinden bağımsız çalışmıyor. Bağımsız sinema diye bir şey var ama onun konumuzla hiç alakası yok. Ben boş yere konuşuyorum. Bu arada sakız çiğnerken yürüyebiliyorum.
03 Ocak ; Soğuk havanın eve hapsettiği bir güne uyandım. Evin dağınıklığından biraz dertliydim ama kendimde toplayacak gücü de bulamadım. Bir ara darmadağın olmuş kitaplığı önce yere indirdim ve sonra yeniden yerleştirdim. Anılara da bulandım o esnada bak. Çekirdek çitleyen kadınların sokağı kirletişi, kapı ağzı sohbetleri, sesi sokaklara taşan Dünya Kupası maçlarının uygunsuz saatleri, tost ekmeği fırınının yıkılışı, bmx bisikletleri, motosiklet serüvenleri, bakkal Arif'in sattığı patlayan şekerler, ellerde çatapat yanıkları, beştaş oynamayı hiç beceremeyişim, henüz darbenin anlamını öğrenmediğim yılları anımsadım.
1 Ocak 2010 Cuma
Beklerken...
