21 Şubat 2010 Pazar

3. Kitap : Fotokopiler'den tıpkıbasım (Part II)

Ve Berger beni bu kitabından nihayet azat etti. Üzeri kırmızı kalem ile boyanmış satırlarımı taşımaya devam ediyorum. Part I için buraya bir pati atabilirsin.

Belirtmeden geçemeyeceğim ki, 11. fotokopi Magnum'un kurucularından Henri Cartier- Bresson ile bir görüşmenin notlarından izler taşıyor. Bresson'un ağzından çıkan kelimelere kıyamadım ve buraya taşımayı başardım. Üzerinde zaman zaman düşündüğüm satırlardır bunlar ki fotoğrafın beni pratik olarak değil daha çok teorik olarak esir aldığı günleri anımsattığı için de makaslayamadım.

6. Eli çenesinde bir genç kadın

Bir keresinde, tam piyano çaldıktan hemen sonra, onun bir resmini çizmeye başladım. Piyano hala açıktı, o da piyanonun yanıbaşında oturuyordu. Gözlerimi kısıp bekledim. Çizme dürtüsünün kaynağı, gözler değil daha çok eldir. Belki de sağ el, bir nişancıda olduğu gibi. Bazen her şeyin bir nişan alma sorunu olduğunu düşünürüm. Opus 110’u çalmanın bile.(s30)

Kendisinin resmini çizdiğimi elbette biliyordu. Onu hedef alan bakışlarımla buluşacak bir şeyler gönderiyordu kendinden. Eğer ondan gelen bu ışınlar benim bakışımı ıskalamayıp onunla buluşsalar, iyi bir resim çıkabilirdi ortaya. (s30)

Bir portrede benzerliğin nasıl oluştuğunu hiçbir zaman bilemedim. İnsan orada benzerliğin olup olmadığını görebilir, ama gene de anlaşılmaz bir şeydir. Örneğin fotoğraflarda hiçbir zaman “benzerlik” yoktur. Fotoğraf ile ilgili böyle bir sorun söz konusu bile edilmez. Benzerliğin bir yüzün özellikleri ve oranlarıyla pek az ilgisi vardır. Benzerlik belki de hedeflerin iki parmağın uçları gibi buluşmasında resmin sakladığı şeyle gerçekleşen bir şeydir. (s30)

11. Metroda dilenen bir adam (Henri – Cartier Bresson ile görüşme notları S.47)

Fotoğraf konusunda beni ilgilendiren tek şey, diyor hedefi saptamak, nişan almak.
Nişancı gibi mi?
Zen Budistlerinin okçulukla ilgili tezlerini biliyor musun? ‘43’ te Georges Braque anlatmıştı bana.
Hayır, bilmiyorum.
Bir varolma durumu bu, bir açıklık, kendini unutma sorunu.
Gözü kapalı nişan almıyorsun ya?
Hayır, bu işin bir geometrisi var. Konumunu bir milimetre değiştirdin mi geometri de değişir.
Geometrinin estetik olduğunu mu söylüyorsun?
Hiç ilgisi yok. Matematikçilerle fizikçilerin bir kuramı tartışırken zarafet dedikleri bir şey bu. Yaklaşım zarifse, doğru olana yakınlaşılıyor demektir.
Peki ya geometri?
Geometri Altın Oran’la ilgili. Hesaplamak gereksizdir. Cezanne’ın dediği gibi, “Düşünmeye başladım mı, her şey yitip gidiyor.” Fotoğrafta önemli olan onun zenginliği ve yalınlığıdır.
Yanıbaşındaki masada, kolayca ulaşabileceği fotoğraf makinesi dikkatimi çekiyor.
Fotoğraf çekmeyi yirmi yıl önce bıraktım, diyor, resme daha çok da desen yapmaya dönmek için. Gene insanlar durmadan bana fotoğraf ile ilgili sorular soruyorlar. Bir süre önce bana “fotoğrafçılık mesleğimdeki yaratıcılığım” yüzünden bir ödül verdiler. Ben de onlara böyle bir mesleğe inanmadığımı söyledim. Fotoğrafçılık bir tetiğe basmak, parmağını tam zamanında kullanmayı bilmektir.
Bu hareketi elini burnunun ucuna götürerek komik bir biçimde taklit ediyor. Gülerken Zen Budistlerin sıkıcı olan her şeyi reddedip şaka yoluyla öğretme geleneklerini hatırlıyorum.

Hiçbir şey kaybolmaz, diyor, gördüğümüz her şey her zaman sizinledir.
Hiç pilot olmak istediniz mi?
Gülme sırası şimdi onda; çünkü tahminimde yanılmamışım.

Askerliğimi Le Bourget’deki hava kuvvetleri üssünde yapıyordum. Paris yönünde yakın bir yerde aile fabrikası vardı. Ünlü Cartier – Bresson pamuk iplikleri! Burjuva bir ailenin çocuğu olduğumu biliyorlardı. Büyük bir süpürgeyle hangarları süpürüyordum. Sonra doldurmam için bir form verdiler. Subay olmak ister miydim? Hayır. Okuldaki başarılarım? Yok, diye yazdım, çünkü bitirme sınavlarına girmemiştim. Askerlikle ilgili ilk izlenimlerim neydi? Buna da Jean Cocteau’nun iki dizesiyle karşılık verdim;

Fazla zahmete girme
Gökyüzü hepimizin

Bu sözlerin pilot olmayı ne kadar istediğimi açıkladığını sanıyordum.

Bunun ne anlama geldiğini açıklamam için sorumlu komutanın huzuruna çağırıldım. Bunun şair Jean Cocteau’dan bir alıntı olduğunu söyledim. Ne Cocteau’su? diye bağırdı komutan. Dikkatli olmazsam disiplin cezasıyla Afrika’daki bir tabura sürülebileceğim konusunda beni uyardı. Gene de Le Bourget’deki bir ceza takımına atandım.

Konuşurken fotoğraf makinesini eline almış bana, ya da daha doğrusu, başımın üzerinde bir hale varmış gibi çevreme bakıyordu.

Askerlikten sonra Fildişi Sahili’ne gittim ve orada hayatımı avcılıkla kazandım. Kömür işçileri gibi, başıma taktığım bir lambayla geceleri ava çıkıyordum. İki kişiydik; arkadaşım bir Afrikalıydı. Sonra sıtmaya yakalandım. Az kalsın ölüyordum ama şifalı otlardan bir tıp uzmanı kadar anlayan avcı kardeşim sayesinde kurtuldum. Kendisi fazla kibirli olduğu için beyaz bir kadını bir süre önce zehirlemiş biriydi. Ama beni kurtardı, yeniden hayata döndürdü…
O bana bu hikayeyi anlatırken göçebelerle avcıların iyileştirdikleri yolunu kaybetmiş gezginlerle ilgili okuduğum başka hikayeler aklıma geliyor. Bunlar hayata döndükten sonra, artık aynı insanlar değildirler. Sanki bir törenle burçlarını değiştirmişlerdir. Ertesi yıl Cartier – Bresson ilk Leica’sını almış. On yıl içinde de ünlü olmuş.

Geometri, diye devam ediyor, orada olan bir şeyle ilgilidir, birisi onu görecek konumdaysa, ona verilen bir şeydir.
Bana yönelttiği fotoğraf makinesini kullanmadan yerine bırakıyor.
Size bir şey sormak istiyorum, diyorum, lütfen sabırlı olun.
Ben mi? Elimde değil. Çok sabırsızımdır.
Fotoğraf çekme anı, diye sorumu sürdürüyorum, sizin deyiminizle “o karar verme anı” hesaplanamaz, ya da önceden kestirilemez, düşünülemez. Peki. Ama kolayca kaçırılabilir, değil mi?
Elbette, bir daha ele geçmemecesine. Gülümsüyor.
Öyleyse o kıl payı karar anının belirtisi nedir?
DesEn yapma konusunda konuşayım daha iyi. Desen çizmek bir tür “meditasyon”dur. Çizerken çizgiye çizgi eklersin, parçaya parça, ama bütünün ne olacağı konusunda hiçbir zaman emin olamazsın. Bir desen her zaman bütüne doğru tamamlanmayan bir yolculuktur.
Tamam, diyorum, fotoğraf çekmekse bunun tam tersidir. Bir bütünle karşılaştığın anı hissedersin, bütün parçaların ne olduğunu bilmen bile gerekmez! Sormak istediğim soru şu: bu “duygu” bütün duyguların aşırı-uyanıklığından mı kaynaklanır, yani bir çeşit altıncı duygudan mı—
Üçüncü göz! Diye karşılık veriyor.
- yoksa önünüzde olandan gelen bir ileti mi?
Halk masallarındaki yabani tavşanlar gibi kıkırdayarak gülüyor ve bir şey aramak için yerinden sıçrıyor. Sonra elinde bir fotokopiyle dönüyor.
İşte yanıtım, Einstein’dan.

Einstein’ın sözlerini kendi el yazısıyla kopya etmiş. Sözcükleri okuyorum. Einstein’in fizikçi Max Born’un karısına Ekim ’44’te yazdığı bir mektuptan alınmış bir parça bu. “Canlı olan her şeyle öyle bir dayanışma duygusu içindeyim ki, bireyin nerede başlayıp nerede bittiğini bilmenin benim için hiçbir önemi yok…”

Bu bir yanıt! Oysa ben o anda ben başka bir şeyi, onun el yazısını düşünüyorum. İri harfli, okunaklı, açık seçik, yuvarlak, kopukluğu olmayan ve şaşırtıcı bir el yazısı bu.

Mercekten baktığın zaman, diyor, gördüğün her şeyi çıplak görürsün.

El yazısı şaşırtıcı, çünkü anaç bir el yazısı bu, bundan daha fazla anaç olamayacak bir el yazısı. Bir yerde avcı, dünyanın en saygın fotoğraf ajansının kurucu ortağı olan, Almanya’daki bir toplama kampından üç kez kaçan, kendi başına buyruk bir anarşist ve Budist olan bu erkeksi adamın kalbi bir ana kalbi.

Bunun böyle olup olmadığını onun fotoğraflarına bakarak anlamaya çalış, diyorum kendi kendime. Melon şapkalı adamlara, mezbahada çalışanlara, sevgililere, sarhoşlara, sığınmacılara, fahişelere, yargıçlara, piknik yapanlara, hayvanlara ve bütün kıtalardaki çocuklara, özellikle de çocuklara bakarak anlamaya çalış.

Ancak bir ananın kof duygululuktan bu kadar arınmış ve yanılsamasız bir sevgiyle dolu olabileceği sonucuna varıyorum. Belki de o karar verme anıyla ilgili iç güdü bir ananın kendi çocuğu ile ilgili içgüdüsü gibi organik ve anında beliren bir şeydir. Bunun bir iç güdü mü, yoksa bir ileti mi olduğunu kim gerçekten bilebilir?

Elbette kalp, bu ister ana kalbi olsun, ister başka bir kalp, her şeyi açıklamıyor. İşin bir disiplin yanı, gözü sürekli eğitme gerekliliği var.

Henry on dokuz yaşındayken kübist ressam Andre Lhote’dan ders almış. Ondan açıları, duvarları ve eşyanın nasıl yana yattığını öğrenmiş.

Desenlerinizden, yaptığınız ölü doğalardan ve Paris manzaralarından bazıları bana Alberto Giacometti’yi düşündürüyor. Bu bir etkilenme değil de, daha çok ikinizin ortak bir yanınız olması ile ilgili. İkiniz de, desenlerinizde bir masayla sandalye, ya da bir duvarla araba arasındaki bir sıkışıklığı yansıtıyorsunuz. Elbette fiziksel olarak sizinle ilgili değil bu sıkışıklık. Sanki bakışınız kayıp öteye, geriye geçiyor -

Alberto! diye sözümü kesiyor. Hayatın bütün rezilliğine karşın, onun yaşanmaya değer olduğunu size hissettiren biri o. Evet, öteye geçiyoruz biz…

Fotoğraf makinesini yeniden eline alıp çevremde olanlara bakıyor. Bu kez deklanşöre basıyor.

Kayıp öteye geçmek, diyor. Rastlantıları düşün, sonu yoktur bunların. Belki de onlar sayesinde temelde bir düzen olduğunu görür gibi oluruz…

Artık gitmem gerektiğini söylüyorum sonunda.

İnsanlar bana yeni tasarılarımın ne olduğunu soruyorlar diyor gülümseyerek. Onlara ne söyleyeyim. Bugece sevişmek, öğleden sonra yeni bir desen çizmek. Şaşırmak!
Asansörle beşinci kattaki dairesinden aşağı inerken yeni bir desen çizebileceğini düşünüyorum.

Fotoğraf diye yazmıştı bir zamanlar o anaç el yazısıyla, sürekli bakmanın sonucu, belli bir anı ve onun sonsuzluğunu yakalayan kendiliğinden bir dürtüdür.

15. Bir bardakta bir demet çiçek

Yılın dört ayını her zaman inekleriyle dağda geçirirdi. Yani ömrünün üçte birini 1700 metre yükseklikte. Dağların metali ile çevrili olmak ona bir çeşit huzur verirdi. Benim akılsızca mutluluk dediğim bir şey. (S.64)

Orada bir süre sonra, yalnızlık sorunu diye bir şey söz konusu olmaktan çıkar, çünkü orada insan çıplaktır. Çıplak olunca da, başka türden dostluların farkına varır. Bunun nedenini bilmiyorum. Ama bu bir gerçek. Aslında Marcel fiziksel olarak çıplak değildi. Tam tersine yatacağı zaman bile soyunmazdı o. Gelgelim insan yaylada bir iki hafta yalnız kalınca, ruh çıplaklaşır, ceketinin çıkarır ve insan artık yalnız değildir. Marcel’in gözlerinden okunan buydu. (S 65)

Onu en son birlikte kutladığımız bir yılbaşı gecesinden sonra arabayla evine götürdüğümde görmüştüm. Daha o günden haziranda inekleri yaylaya çıkaracağı zamanın beklentisi içindeydi. Bunun gerçekleşeceğini ona söylediğimde, bana sesinizin yankısını geri gönderen kayadan bir yüze bakar gibi kuşkuyla baktı. Sonra başını salladı. (S.65)

Geçen haziran Marcel’in dağındaydım. Ne otlayan inek vardı, ne onların boynundaki çanlar, ne de köpekler. Ama bir çok yabani çiçek vardı. Rastgele bir demet çiçek topladım. (S.65)

Marcel’in boş dağ evinin kapısını itip açtım. Her biri bir tren kompartımanından daha büyük olmayan iki oda. Düşünmeden elimdeki çiçekleri bir bardağa koydum; bardağa su doldurup günün sonunda benim kahve Marcel’in de bir kase süt içtiği masanın üstüne koydum. O artık orada olmadığı için masanın yanındaki sıraya oturmadım. Orada durdum, o sessizlik içinde sığır sürüsünden gelen çan sesleri arasından onun bağıran ve küfreden sesi kulaklarıma gelinceye kadar durdum. (s66)

Hiç yorum yok: