30 Ocak 2010 Cumartesi

29 Ocak 2010 Cuma

Üzerime Paul Auster'ın Duman'ının kokusu sinmiş


Senaryoyu 2001 yılında okumuşum ama iki sahne aklımdan hiç gitmemiş. Kimilerine saçma gelebilecek şekilde üzerine uzun uzun düşünmüşüm. Bir dost gelmiş uzaklardan, açmış okumuş, paylaşmışım. Biri gelip bir şey anlatmış, çağrışım kapılarım aralanmış sonra bir bakmışım hafızamdan ben yine o iki sahneyi çekip çıkarmışım. Fotoğrafın gerçekliği üzerine okuduğum kitapların girişine bu iki sahne gelip yerleşmiş. Hal böyle olunca o sahneler burada da yer almazsa sanki burası benim için eksik kalır, hem buraya hem üzerime sinen Duman'ın kokusuna kıyamam.
İşte o iki sahne...




İç: Akşam. The Brooklyn Cigar Co.

Paul ile Auggie ışıkları söndürülmüş dükkana girerler. Auggie dükkanın ışıklarını açar, Paul’ün istediği sigaraları almak üzere tezgahın arkasına geçer. Tezgahın öteki yanında Paul, kasanın yakınında 35 mm’lik bir fotoğraf makinesi görür.

P: Birisi fotoğraf makinesini unutmuş galiba.
A: (Döner) Haa, ben unuttum.
P: Senin öyle mi?
A: Benim tabiİ. O ufaklık uzun zamandır benim mülkiyetimde.
P: Fotoğraf çektiğini bilmiyordum.
A: (Paul’e purolarını verir.) Hobi denebilir aslında. Her gün 5 dakikadan fazla zaman ayırdığım yok, ama sektirmeden çekiyorum. Kar, fırtına, yağmur, güneş dinlemiyorum. Postacılık gibi bir şey.(Durur.) Bazen hobim gerçek işimmiş gibi geliyor bana, işimi de sanki hobimi desteklemek için yapıyorum.
P: Demek sırf para üstü veren biri değilsin sen.
A: Millet öyle sanır, ama değilim.
P: (A.’ya farklı gözlerle bakmaya başlamıştır.) Nasıl başladın?
A: Fotograf çekmeye mi?(Gülümser.) Uzun hikaye. İki, üç içki ister bunu anlatmaya.
P: Başını sallar. Fotografçılık ha…
A: Canım abartmayalım o kadar da. Sadece fotoğraf çekiyorum. Vizorden bakıyorsun, deklanşöre basıyorsun. Sanatsal falan takıldığım yok.
P: Bir ara fotoğraflarını görmek isterdim.
A: Ayarlarız. Ben senin kitaplarını okuduğuma göre sende pekala benim fotoğraflarıma bakabilirsin. (Susar, birden utanmıştır.) Şeref duyarım.

İç: Gece. Auggie’nin oturduğu apartman dairesi.

Auggie ve Paul mutfak masasında oturmaktalar, kapakları açılmış hazır Çin yemeği kutuları bir kenara itilmiş. Masa üzerinin hemen hemen her yeri büyük siyah fotoğraf albümleri ile kaplı. On dört tane albüm vardır, her birinin sırtında başka bir yıl yazılı- 1977’den 1990’a kadar. Bu albümlerden biri (1987) açık olarak Paul’ün kucağında.

Albümlerdeki sayfalardan birine yakın çekim. Sayfada altı adet siyah- beyaz fotoğraf var, her biri birbirinin eşi bir görüntü: sabah saat sekizde 3. ile 7. Cadde’nin kesiştiği köşe. Her fotoğrafın sağ üst köşesinde, tarihi içeren küçük beyaz bir etiket; 8.9.87, 8.10.87 8.11.87 vb. Paul’ün eli sayfaları çevirir; altı tane daha benzer fotoğraf görürüz. Sayfayı çevirir; gene aynısı. Sonra gene aynısı.


P: (Şaşkın) Hepsi aynı.
A: (Gururla gülümseyerek) Doğru. Aynı yerin dört bini aşkın fotoğrafı. 3.Sokak ile 17. Cadde’nin kesiştiği köşe, sabah saat sekizde. Her türlü havada dört bin adet gün. (Durur) Bu yüzden hiç tatile çıkamıyorum. Her sabah aynı yer, aynı zaman.
P: (Ne diyeceğini bilemez. Sayfayı çevirir, bir sayfa daha çevirir.) Böyle bir şeyi ilk kez görüyorum.
A: Projem bu. Hayatımın işi diyebilirim.
P: (Albümü masanın üzerine koyar, bir başkasını alır. Sayfaları çevirdikçe aynı tarz resimlerle karşılaşır. Şaşkınlıkla kafasını sallar.) İnanılmaz. (Nezaketi elden bırakmamaya çalışarak) Gene de doğru anlayıp anlamadığımdan emin değilim. Demek istediğim, bu fikir nereden aklına geldi… bu proje?
A: Bilmem, öylesine aklıma geldi. Burası benim köşem ne de olsa. Dünyanın küçük bir köşesi ama burada da olaylar oluyor, her yerde olduğu gibi. Kendi küçük köşemin dökümü.
P: (Albümün sayfalarını karıştırırken hala başını sallamaktadır.) İnsanın dili falan tutuluyor.
A : (Hala gülümsemektedir) Yavaşlamazsan bir şey anlayamazsın dostum.
P: Ne demek istiyorsun?
A: Demek istediğim şu, çok hızlı gidiyorsun. Resimlere bakmıyorsun bile.
P: Ama hepsi aynı.
A: Hepsi aynı, ama birbirinden farklı. Güneşli sabah olur, karanlık sabah olur. Yaz ışığı vardır, sonbahar ışığı vardır. Hafta içi günler vardır, hafta sonları vardır. Paltolu galoşlu insanlar vardır, şortlu tişörtlü insanlar vardır. Bazen aynı insanlar, bazen farklı insanlar. Bazen farklı insanlar aynı olur, bazen aynı insanlar ortadan kaybolur. Dünya güneşin etrafında döner, güneşin ışığı da her gün dünyaya değişik bir açıdan düşer.
P: (Başını Auggie’nin albümünden kaldırarak) Yavaşlayayım, öyle mi?
A : Evet, bence yavaşla. Biliyorsun, yarın olur, gene yarın olur, sonra gene yarın olur, zaman öyle milim milim ilerler durur.


Fotograf albümümün yakın çekim görüntüleri. Birbiri ardınca, fotoğraflar ekranı kaplar. Auggie’nin projesi gözlerimizin önüne serilir. Bir fotografı bir diğeri izler : yıl içinde değişik anlarda aynı yer, aynı zaman. Yakın çekim fotoğraflarının içindeki yüze yakın çekim. Ayrı fotoğraflarda aynı insanlar görülmektedir, bazen makineye bakan, bazen yüzünü öte yana çevirmiş insanlar. Düzinelerle durağan görüntü. Derken, Paul’ün ölen karısı Ellen’in yakın çekim bir fotoğrafına geliriz.
Paul’ün yüzüne yakın çekim.

P: Tanrım, şuraya bak! Ellen.

Kamera geriye doğru hareket eder. Auggie, Paul’ün omzu üzerinden eğilir. Paul’ün parmağı ile Ellen’i gösterdiğini görürüz.

A : Evet ya O. O yılın fotoğraflarında epeyce yer alıyor. Burada da işe gidiyor olmalı.
P : (Duygulanmıştır, ağladı ağlayacak) Ellen işte. Bak hele. Canımın içi sevgilim benim.

28 Ocak 2010 Perşembe

The Cafe Terrace


the cafe terrace on the place du forum at night' 1888

1000 lik bir yapboz bizim için ideal değil. Çabuk bitti. Van Gogh olsun ama ille de Teras cafe olsun diye tutturan bendim. 5000 lik alalım artık diyorum, Oğuz onu çerçevecide yaparız önerisi getiriyor. Götürmek ayrı bir dert olacak kanısında. Gülüyoruz kendimize. Hayat işte böyle gülerken geçip gidiyor. Ve arkadan bir yerden sesleniyor Vincent, "Tanrıyı bilmenin en iyi yolu, pek çok şeyi sevmektir."

27 Ocak 2010 Çarşamba

Hepimiz bağımlılığı onaylanmış keşleriz

Üşenmedim ve Revolver'in altını çizdiğim satırlarını sayfama taşıdım. Şöyle gözümün önünde bir yerde dursunlar.

“Daha zeki olmanın tek yolu, daha zeki bir rakiple oynamaktır."
Satrancın Temelleri 1885


Kendinizle ilgili bilmediğiniz bir şey vardır. Varlığını bile inkar edeceğiniz bir şey. Ta ki bir şey yapmak için geç kalana kadar. Sabahları uyanmanızın tek sebebi budur. Aşağılık patronunuzdan acı çekmenizin nedeni, döktüğünüz kan, ter ve gözyaşının. Çünkü bütün bunlar insanların sizi aslında ne kadar iyi, çekici, cömert, komik ve akıllı olduğunuzu bilmelerini istediğiniz içindir.”Benden korkun ya da saygı duyun ama lütfen özel olduğumu düşünün.” Bağımlılığımız aynı… Hepimiz bağımlılığı onaylanmış keşleriz. Hepimiz sırtımızın sıvazlanmasına bayılırız.

Güzellik yıkıcı bir melektir. Bu kadar güzel görünen bir şey nasıl bu kadar kötü olabilir? Ama açgözlülükten daha yıkıcı bir melek yoktur. Onunla baş edebileceklerini düşünürler ama açgözlülük deliğinden çıkarılamayan tek yılandır. Sonunda hepsini ele geçirir.

Ve finalde birkaç akademisyenin ders notları...
  • Ego en kötü özgüven hilebazıdır. Egodan daha kötüsünü hayal bile edemezsiniz. Çünkü onu göremezsiniz.
  • Sorun egonun bakacağınız son yerde saklanıyor olmasıdır. Kendi içinizde.
  • Egolarını koruma ihtiyacı duyan insanlar sınır tanımazlar. Yalan söylerler, hile yapar, çalar ve öldürürler. Ego sınırları dediğimiz alanı korumak için herşeyi yaparlar.
  • İnsanlar mahkum olduklarını bilmez. Bunun ego olduğunu bilmezler, aradaki farkı asla anlamazlar.
  • Başta aklın kendi ötesinde bir şey olduğunu kabullenmek zordur. Bu, kişinin ötesinde bir şeydir. Daha değerlidir ve gerçeği yorumlamada kapasitesi daha fazladır.
  • Ego dini anlamda şeytan olarak kabul görür. Ve tabi kimse egonun ne kadar zeki olduğunu anlamaz. Çünkü şeytanı yarattığı için suçu başkasına atmayı seçerler.Bu hayali dış düşmanı yaratmada çoğu zaman gerçek düşmanlar yaratırız. Bu ego için gerçek bir tehdittir ama aynı zamanda yaratılışında da vardır.
  • Kafanızdaki ses size ne söylerse söylesin dış düşman diye bir şey yoktur. Bu düşman algısı bize düşman olarak yansıyan egonun yansımasıdır.Bu açıdan bakarsak yarattığımız yüzlerce dış düşmanı aslında kendimizin yarattığını görürüz.
  • En büyük düşman kendi algınız, kendi cehaletiniz, kendi egonuzdur.

26 Ocak 2010 Salı

Vermeer'in ışığı gibi soldan gelsin

Guy Ritchie'den bir tokat yedim Revolver'i izleyerek. Açgözlülüğü sorup duruyorum kafamda, egomu bir hırka gibi çıkarıp atabilseydim söylemleri ile dolanıyorum beyazlığın içinde. Bir ağaç olmak istiyorum şimdi. Bildiğin bir ağaç işte. Öyle gösterişli filan olmasın. Sıradan görünümlü bir ağaç. Neden diye sorma. Bilmiyorum. Bildiğim Ritchie'nin şamarı sağlam. Aynaya baksam ki sanki tam bakamıyor gibiyim emin değilim, hani uzun uzun baksam sol yanağımda beş parmak izi göreceğim. Neden sol yanağın diye sorma, ha diyelim sordun, Vermeer resimlerinde ışık genelde soldan gelir ya, bir tokat gelecekse şayet Vermeer'in ışığı gibi soldan gelsin. Soldan gelsin ve ben gösterişsiz bir ağaç olarak kalakalayım. Ne diyordum? Egolar ve açgözlülük. Doymayan insan figürleri. Hep farklı bir bedene uyanan gözler. Hep farklı bir bedeni koklamak isteyen dürtüler. Doyumsuz bedenler. Şu şamarın acısı hafiflesin, filmin altını çizdiğim yerlerini taşıyacağım.

Bekleyen

Beklenen için buraya tık tık.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Eksiden gelenler (Çello yorumu)


Penceremden baktığımda gördüğümdür.Güneş kitabelerine ait pencerenin gördükleri ve cansuyu yorumu için buraya tık tık.

Piiirinç pabucu yarıım

çık dışarıya oynayalıııım...

Geveze'den postaaaa

Arkadaşlar ben sağ salim Ankara'ya ulaştım stop faturanın son ödeme tarihi ben İstanbul'dayken gelmiş ve geçmiş hainler elektriğimi kesmişler stop bir arkadaşımın evine sığındım en kısa zamanda karşınızda olacağım stop sizleri seviyorum nonstop

* Gevezemle hafta sonu konuştum, yukarıdaki mesajı iletmemi istedi kendisi. Görevimi yerine getirmenin sevinciyle işime dönebilirim.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Eksi dokuz


Hayat eksilerin üzerine basa basa sek sek oynuyor burada. Sokaklarda ıssızlık kol geziyor. Fırtına eşliğindeki kar yağışı dün akşamdan bu yana şenlik davullarını çalıyor. Şehir minibüsleri dışında caddelerde işleyen doğru dürüst araç yok. Kara kışa inat Oğuz ile birlikte puzzle masamıza bir yaz gecesini sermeye çalışıyoruz.

Puzzle’ın türkçesi yapboz (bence yapanlar değil şayet varsa bozanlar az biraz deli) benim için meali zaman unutturgacı. Birkaç akşamdan beri saati unutuyorum, acısı sabah çıkıyor, “bu akşam erkenden yatay pozisyona geçeceğim” diyerek güne başlıyorum, uyanmak için on dakikamı salonda etrafa boş boş bakarak harcıyorum. İşe yarıyor mu? Pek değil.

Halam hayatta olup evimize gelseydi “deli yatağı burası” derdi çok büyük ihtimal ve yatıya filan kalmazdı. Sanırım Geveze’nin evimizde rahatsız olduğu tek şey evin sıcak değil çok sıcak olmasıydı. Yazlıklarımızı kaldırmıyor oluşumuzun baş kahramanı Fevzi abi. Kalorifer petekleri gece yarısı dahi sıcak. Kendisinin kazan dairesinde uyuduğunu düşünüyorum. Gözümdeki sahne şöyle; elinde elbette kürek “Petekler soğumamalı, soğumamalı, asla soğumamalı, asla, asla” söylemleri ile kazanın karnını doyuruyor. Yüzünde yeni bir cinayet daha işlemiş seri katil gülümsemesi. Sıcak bir eve uyanmaya alışmış olan bedenim bu sabah şaşkına döndü. Fevzi’ye kesin bişey oldu diye düşündüm. Meğer elektrikler kesilmiş. İş yerine geldiğimde öğrendim ki tüm Trakya’da aynı sorun var, bizim jeneratör devreye girmemiş, kapılar buz tutmuş açılmıyor. Bugün nasıl biter ve ben elimde kocaman bir kase patlamış mısır ile film izlemeye nasıl bir an önce kavuşurum?

22 Ocak 2010 Cuma

Sahipsiz simetri

Bir zamanlar sahipsizken artık seval'in simetrisidir.

21 Ocak 2010 Perşembe

Gecikmiş harika bir fotoğraf *


Havanın soğuk oluşuna aldırmayıp evden çıktık ve geçtiğimiz pazarın öğle sonrasını sevgili Layd ile geçirdik, kendisi aile ziyareti için geldiği bu şehirde bize vakit ayırmayı başardı ve kısıtlı zamanına tanışma buluşmasını sıkıştırabildik. İyi de ettik. Aferin bize.

* Aslında postumun başlığı farklıydı. Sevgili Gri kent sahibi'nin isteğini yerine getirip başlığı değiştirdim, Creep ve Gks. güzellemeleriniz için teşekkür ederim.

19 Ocak 2010 Salı

Ayakkabı

Geliş ya da gidişin simgesi nesne.
Sevinç yada hüzün yüklü.
Olağan şartlarda içi dışında görünmeyen bir kısmı daha var, tabanı. 19 ocak tarihinden sonra yeni ya da eski herhangi bir ayakkabının tabanını görmek demek ölüm demek, ayrılık demek, en az o ayakkabının tabanı kadar karanlık bir ülkede nefes alıyor olmak demek, hem hepimiz azınlığız demek, hem hepimiz ermeniyiz demek, hem ey sevgili ile başlayan mektuba ah sevgili ile başlayan bir mektup yazmak zorunda bırakılan bir eş demek. Benim için ayakkabının tabanı demek Hrant Dink'in yokluğu demek.

Bak! Kış gelmiş.


Aynı noktanın sonbaharı için buraya tık tık.

Eksi iki

Kahvaltı sonrası sigara için dışarı çıktım. İşyerim e-5 üzerinde olmasına rağmen geçen araç sayısı sınırlı. İki araç arasında derin bir sessizlik var. Çıt çıkmıyor. Geceden beri yağan karın yüksekliği yer yer dize kadar ulaşmış. Önümde bir ağaç var beyazla kaplanmış. Üzerinde bir kuş. Neşeli denebilecek bir name tutturmuş. Şaşkınım. Nasıl olur da o minik vücut dayanır bu soğuğa, nasıl olur da -2 onun için vız gelir, yahu bu neyin neşesidir şimdi, bilemedim.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Yarının sorusunu sormaz olaydık

* Bunu buraya koyunca bişey olmuyor biliyorum ama lanet olsun elimden başka bir şey gelmiyor.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Bazen

Bazen varız ...


Ama bazen yok...

Süslü'ye cumartesi sabahımı neşelendirdiği için ve fotoğraflarını yayınlamama izin verdiği için teşekkürler...

15 Ocak 2010 Cuma

İnanmazsın o koca tencere kadar açıldı gözlerim

Bu hafta iş yerinden bir grup arkadaşım bizde toplandık. Pastalı, börekli bir masa kurduk, sohbet edip geceyi bitirdik.

İş arkadaşlarımın hafta içi bize geleceğini duyan annem kendine yeni bir iş çıkmasının sevinciyle ellerini ovuşturdu ve evimize damladı.

-Şimdi senin evin yeterince temiz değildir.
-Gerçekten temiz anne.
-Değildir diyorsam değildir.

Peki dedim. İtiraz etmeyince daha az yorucu oluyor ilişkimiz. Bize geldi, hazır elim değmişken şunu da yapayım diyerek perdeleri dahi yıkadı. Akşam yemeğinden sonra mutfağı toparlıyordu, bende yanında dolanıyorum. Konu döndü dolaştı teflon tencerelerime geldi. Atalım bunları artık dedi, ne zamandır aklımda aslında ama yenilerini oldukları yerden bulup çıkarmaya üşendiğim için savsaklıyordum. O hazır buradayken tamam dedim hadi yenileri nerdeyse çıkaralım. Benim evimi benden daha iyi biliyor. Buraya kadar her şey normal. (Tamam kabul benim evimi benden daha iyi bilmesi çok normal değil) Çöpe atılacak tencereler için bir çöp poşeti tahsis ettim. Bu arada hali hazırda kirli olan bir tencere var atılmak üzere olanlar arasında. Tencere yıkamak makinede yer kalmamışsa en berbat iş, kim sevmiş ben seveyim. Mantıklı olanı yaparak çöpe atılacak olan tencereyi yıkamadan çöpe atmaya çalıştım. Ama benim işgüzar annem “olur mu hiç öyle şey” dedi kuyruğuna basmışım gibi. O tencere öyle atılır mı hiç? Ya nasıl atılır güzel annem, bir de fiyonk mu takıcam. Bana göre böyle atılır. “Bak görüyor musun kirli kirli atmışlar çöpe” demesinler dedi. İnanmazsın o koca tencere kadar açıldı gözlerim. Şaka yapmıyor gayet ciddi, aldı o çorbalı tencereyi yıkadı, sarı bezle de kuruladı, evet şimdi oldu işte ve çöpe öyle uğurladı.

O an temizlik hastalığı bana bulaştı. Viledanın püskülü gözüme eskimiş göründü. Eski püskülü çıkardım, yenisi taktım, anneme döndüm ve “iznin olursa bu viledayı tencerelerin olduğu çöp poşetine atıyorum” dedim. Demez olaydım, çaktırmadan sokuştur işte be çello. Tencerenin yanında o yer püskülünün işi olmadığı gerçeğiyle yüzleştim.

Sanıyorum o jenerasyon kadınların hemen hemen hepsinde aynı şey var, herkes birbirinin neler yaptığına bakıp birbiri hakkında konuşmuş, hakkında konuşulanlar da bunu önemseyip durmuşlar, "elalem ne der" cümlesi onlar tarafından peydah olmuş. Ayol bizim evimiz zaten köşe bucak bir yerde. Komşularım da aklı başında insanlar, çöpleri karıştıranına rastlamadım. Kim karıştırır sitenin çöp konteynerini. Hem karıştırsa ne olacak, çöp benim çöpüm, ister kirli atarım, ister temiz, ona ne. Ama işte bunu sevgili anneciğime anlatmak zor.

Dedim ya itiraz etmeyince daha az yorucu oluyor bizim ilişkimiz.

14 Ocak 2010 Perşembe

Ve bir gölge daha!

13 Ocak 2010 Çarşamba

Bak! Bir gölge

12 Ocak 2010 Salı

O hala tek parça

Bizim geveze İstanbul’dan servise 15.45 gibi bindi ama oradan oraya savrulup istanbul’dan 19.00 sularında ayrılabildiği için hafiften sabrı taşmış, sinirleri zıplamış şekilde yola çıktı.

Bizim evin iyi cacık ve salata yapan kişisi Oğuz elbette görevinin başındaydı. O bunları yaparken yemek masasının üzerindeki puzzle halısını–hava çerçeveciye götüremedik- taşımak için ondan yardım istedim. Böylece masamız kullanılabilir hale geldi. Puzzle odadan odaya taşınırken elbette ufak bir kaza geçirdi, sanırım bir 15-20 parça yerinden oynadı, o yetmez gibi pirinç gelip bir köşesine pati attı. Oradan da gitti mi 10-15 parça. Bu parçalar yerini bulmadan şuradan şuraya adımımı atmam dedim. İnadım inat puzzle kazasını atlattım ve vaktinde geveze’yi karşılamak üzere evden ayrıldık. Evden çıkmadan önce Oğuz’a “Geveze’yi sen alsan ben evde pilavı yapsam, pilav demlenirken köfteleri kızartıp masayı hazırlasam, rakı için buzları çıkarsam, geldiğinizde hemen masaya geçiş yapsak” diyecektim ancak bir an bu kızın bizi hiç tanımadığını anımsadım. Gözümde şöyle bir sahne canlandı, geveze otobüsten iniyor. Oğuz onu buluyor ve “arabaya binelim, çello seni evde bekliyor“ diyor. Geveze ne der? “Oldu paşam, merakımdan soruyorum gideceğimiz yerde beni bekleyen testere kör müdür?” diye sormaz mı? Ben olsam sorarım. Hayır zaten kalkıştığı şey cesaret isteyen bir şey. Onun da aklından “ulan ya bunlar organ mafyasıysa” şeklinde geyik senaryolar geçmemiş değil. Eve gelirken bunun üzerine epeyce köpürttük, oğuz “önce biraz besleyelim seni” diyor, geveze kihkihkih gülüyor ama yüzünde sahi mi ulan bakışı. Yok yok şaka. Yok öyle bir bakış. Geveze’yi her arayan kişiye arkadan fon yapma gereği hissediyorum, “o hala tek parça”

Masaya oturduk, kalktığımızda sabah olmak üzereydi. Geveze beklediğim gibi. Ama beklediğimden daha güzel biri. Günümüzün medyası “güzeller okuyamaz hatta yazamaz” düşüncesini usul usul beynimize akıtmasaydı böyle düşünmezdim, bunun suçlusu ben değilim, ya da tek suçum görünmez saldırılara maruz kalmak. Kaknem surattan çok uzak güzel gözlü Geveze anlattı biz dinledik, biz anlattık o dinledi, anlatırken defalarca ne anlattığımızı unuttuk, asıl konulardan kah uzaklaştık, kah çevresinde dolandık ama bence o gece aramızdaki bağın en sağlam taşlarından birini temelin en gerekli yerine oturtmayı başardık.


Oğuz biten pilini şarj etmek için yanımızdan ayrıldığında saat 04.30 civarındaydı. Daha önce de dediğim gibi anlatacak şeylerimizin tükenememesi, zamanın kısıtlı olması gibi etmenlerden olsa gerek, vakti uykuda geçirmek istemedik, azıcık uyuduk uyandık, kahvaltıya koştuk. Geveze, gittiğimiz yerde karşılaştığımız iş arkadaşlarımla tanıştı, dışarı çıkıp sigara içerken (evet sigarayı bırakamadım) kah onları dinledi, bir ara konu döndü dolaştı dövmelerine geldi, o da maceralarını anlattı, dinleyenleri elbette güldürmeyi hiç zorlanmadan başardı.


Kahvaltı sonrası gezi kelimenin tam anlamıyla fotoğraf gezisi kıvamındaydı. Mesela Oğuz biz fotoğraf çekerken “eskiden birini bekliyordum şimdi iki kişi oldular” diyerek olmayan saçlarını yolmaya hiç niyetlenmedi, gık bile demedi, biz ne bulduysak çocuklar gibi şen çektik, güldük, birbirimize konu mankenliği yaptık, doğanın tadını çıkardık, kuşları dinledik, yağmurla temizlenen havayı ciğerlerimize çektik…



Gezimiz Fazlı abi’nin kıraathanesinde biz çaylarımızı, geveze sade kahvesini yudumlayarak bitti. Dolaşmaktan yorulmuş, temiz havadan kurt gibi acıkmış şekilde eve koştuk, mutfağa girip birlikte yemek hazırladık, masayı kurduk, yemek sonrası pirinç’le oynaştık. Geveze, yol göstericim Bilge Karasu’nun Kedili Meryem karakteri ile tanıştı, ne zaman kaçıp kafasını dinlemek isterse kendisini hazır bekleyen evine sanırım biraz daha alıştı.

Daha heyecanla paylaşacağımız nice güzellik, nice kitaplardan çekip çıkarıp aktaracağımız karakter, dinlerken ağlayacağımız nice müzik, ardarda patlatacağımız pek çok kahkaha olacak. Ama illaki peşimizde bizi takip eden kediler olacak pembe patileriyle. Ne zaman başımızı çevirsek bir kedi bizim gözümüzün içine bakıyor olacak, biliyorum.

Not: Geveze'ye ait fotoları iznini alarak kullandım, bu bir. Bir ikincisi ne kadar hanım hanımcık değil mi? Oysa burada öyle mi?

Not 2: Ben şöyle oldu, şunu yaptık, bunu yaptık gibi anlatımlarda çok başarılı değilimdir. Geveze'nin mizahi diline yaklaşmam mümkün değil. Günün birinde Geveze fırsat bulup bu geziyi yazarsa buraya mutlaka link koyacağım. Sıradan yazılmış olanı okumak için buraya, gülmek için şuraya diyerek.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Misafir olsun böyle geveze olsun..


Cumartesi akşamı Edirne semalarına iniş yapan Geveze bir baykuşu tutup kanatlarından yuvamıza misafir ettik, biliyorsun. Baykuş geveze ve konuşacaklarımız bu kadar çok olunca haliyle hiç uyumadık, saate baktığımızda sabah olmuş, hava aydınlanmış oysa bizim hala konuşacak bir yığın konumuz var, 08.45 sularında biraz olsun enerji toplamak için istemeyerek uyuduk, 2 saat sonra Brahms ile güne başlayıp hazırlandık ve yola koyulduk. 15 dakika sonra ormanda kahvaltı masasındaydık.

Yukarıdaki baykuşumun kanadı. Masamızdaki bir demlik çayın kıvama gelmesini beklerken ekmeklerimizi banıyoruz önce zeytinyağına sonra baharat karışımına. (poy deniyor burada)

Haftasonunun detaylarını daha sonra yeri gelince yine veririm. Şimdi yüreğim pır pır, üzerimde Baykuş'un bana yüklediği overdose enerjinin yarattığı bir coşku patlaması var, söylemek istediklerimi sıraya koyamıyorum. Hepsi birer birer uçuşuyor, hangisini yakalayıp buraya yapıştıracağımı bilemiyorum. Bu post bir girizgah olsun.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Kırmızı halı isterim ipekten olsun

  • Belediye bandosunu Geveze için ayarlayamadım, "o zaman kırmızı halı isterim ama ipekten olsun" dedi. Yahu bu kız ciddi olabilir mi? Sanatçı kaprisli bir baykuş gelip çatımıza konacak belli.
  • Dün akşam evde kendisi için ön hazırlıklarımızı yaptık, temiz çarşaflarını ütüledik, yatağına serdik. Malum eve misafir geldiği zaman laf hiç bitmez, sohbet koyu bir hal alır, saat ilerler, gözkapakları ağırlaşır. İşte o noktada en ızdırap verici şey yorgana nevresim geçirmeye çalışmaktır, bilirim.
  • Ufak tefek yemeksel çalışmalar ile de geceye hazırız. Kahvaltımız için onu nereye götürürüz o bile belli. Kafasını dinlesin, yeni yerler görsün, bu ziyaret ona vitamin kombinasyonu kadar iyi gelsin istiyorum, diliyorum.
  • Burada yaşamaya başladıktan sonra gördüğüm zıtlıklar, çapaklı vidalar gibi gözüme ilişiyor. (Çapaklı vidalar göze değil, ele ilişir biliyorum.) İstanbul'da biz daha yalnızdık sanki, daha bir başınaydık, (sankisi mi var öyleydik), 114 bin nüfuslu kasaba vilayetinde daha sosyal, daha konuşkan, daha insan yüzü görür olduk. Ayçiçek tarlalarının yanında yaşıyor olmamıza inat daha az yalnızız ya da olmasını istediğimiz kadarız.
  • Geveze kafasından ateşler çıkarak aradı, servisin onu 1 saat öncesinden Harem'e getirmesine sinirlenmiş, gelişinin gecikmesine ve bizi yemek için bekleteceğine hayıflanıyor, sakin olmasını ve kitabını açıp okumasını salık verdim, "hem ojemin 3. katını da sürerim bu arada" dedi. 2 kat sürülen ojelerden haberdarım da 3 katlı ojeyi akşama göreceğim.

8 Ocak 2010 Cuma

Ankara'dan Geveze gelirmiş

Creep aradı.
"Geveze bloğunda yazmış, senin ona ulaşmanı istiyor" dedi. İyi de nasıl? Geveze'nin ne yaşadığımız dünyadaki reel ismini biliyorum, ne telefon numarasını. Ama kendisini o kadar iyi biliyorum ki. Sanki anaokuldan beri arkadaşız, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiş. Oysa ne telefonlaştık ne de mailleştik, Creep'in bloğunda interpasif olan ben Creep'e inat Geveze'nin bloğunda interaktifim. Sanki 100 kişi içinden Geveze'yi bul deseler bulurum. Bok bulursun çello atma. Creep sağolsun, iletişimsel sorunumuzu çözdü. Geveze yolda olduğu için şimdilik ona mesajla ulaştım.

Şimdi pek bir heyecanla Geveze'nin yolunu gözlüyorum.
Şu blogger denen yer ne garip.

Edit: Gevezeme -karşılamak için- belediye bandosu yakışır, ayarlayabilsem keşke. Du bakiim, vardır belki bi yolu.

7 Ocak 2010 Perşembe

Creep'le aramızdaki çekişmeye son

Ne oluyor da böyle oluyor inan bilmiyorum, kendisi ile yaptığım telefon görüşmeleri sonrasında attığım kahkahalar yüzünden karnım ağrıyor, yanak kaslarım acıyor. Blogsal postlara geldiğinde iş değişiyor, sidik yarıştırıyor filan değilim, ben kimim ki creep ile aşık atıcam, adam az biraz deli... Yazdıklarını da zaten bu yüzden keyifle okuyorum, parmak bastığı konulara gülüyorum. Ama gel gör yanlış anlamalar mı desem ne desem bilmiyorum, birbirimizin mahallesinden kovup duruyoruz kendimizi, önce o beni izlemeyi bırakıyor, deli misin diyorum noldu? Haspam kırılmış. Sonra bakıyorum izleyenim olmuş yine. Sonra ben onu izlemeyi bırakıyorum, biz böyle iki yarım akıllı birbirimizi bir izleyip bir hadi ordan diyerek yuvarlanıp gidiyoruz. Ama severim kendisini... Muhalif kalemin her yerde işi zor işte. O sivri dili kendisinden başka kesmesin kimse isterim.

Yorumlarını direkt olarak maillerine göndereceğim bundan sonra annem, olmuyor böyle, ele güne rezil oluyorum senle atışıyor göründüğüm için. Sen yeter ki o muhteşem gözlemlerine devam et ve yaz. Ben ağzımı açmaz, susar ve seni izlerim.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Süper miyim değil miyim seans 1

4 ocak sigara zammından sonra benim gibi düşünenlerin sayısında artış olduğuna eminim. Hem zaten matematik, gözümüzü açtığımız ilk günden beri yakamızı bırakmayan bir bilim. Bu bilimi yanımıza alıp kocişle oturduk, hesapladık ve yuh dedik. Oğuz zaten kendisi ile olan ilişkisini sonlandırma çalışmaları yapıp duruyordu bir kaç zamandır. İşte bu zamdan sonra "uzaklaşalım kendisinden eğer başarabilirsek" dedik. Bırakma çabalarımızın omurgasını bunca zamandır madem sağlığımız üzerine oturtmaya çalıştık başaramadık, gözünü sevdiğim paranın üzerine oturtursak belki başarılı oluruz kimbilir dedik. İlk 24 saati daha yeni devirdik.

Ben kendisi ile olan ilişkimde araya hiç boşluklar koymamıştım. Gayet istikrarlıydım. Böyle paket taşımayan, aldığı paketi yanında aylarca süründüren, kahve molalarında çıkarıp yakan, bir ara uzak kalmak istiyorum sonra yeniden başlayacağım diyerek yaşayıp giden tiryakilerden olmadım. Benim hep yanımda, elimin altında oldu. Şimdi bir anda püf diye yok olunca acaip oldum. Sanki hayatımda biri kayboldu da bulmaya çalışıyor gibiyim, elimi nereye atacağımı bilemiyorum. Başım ağrıyor, hatta kafam sanki dumanlı gibi, değişik bir deneyim.

Çok zorlandığım anlarda Candy filmini ve Candy ile Dan'in uyuşturucuyu bırakmak için yaşadıkları sıkıntılı saatleri anımsıyorum. Neticede sigarayı bırakmak daha kolay olsa gerek. Eğer bunu başarırsam dönüp kendime "waoow baby süpersin" diyeceğim. Süperim tabi. Ama başarabilirsem...

5 Ocak 2010 Salı

Dilim tutuk bu yüzden uğurlayamam seni Lhasa

Sevdiğim sanatçıların hayatını çok yakından takip ettiğimi söyleyemem. Aslında keşke bu haberle karşı karşıya gelmeseydim. O kadar üzgünüm ki. Haberi şuradan okuduğumda yıkıldım. Seni tesadüfen dinleyip tüm albümleri tırım tırım aradığım günleri düşünüyorum. Yahu Lhasa neden çektin gittin şimdi durduk yerde? El Pajaro ile hasretlerimi avutmuştum sende. Daha ne duygular yığınının altında kalmışım kimbilir, haber çok taze benim için, dilim tutuk, üzgünüm. Üretemeyeceğine hayıflandığım sanatçılara bir yenisi daha eklendi desene. Deme be...

4 Ocak 2010 Pazartesi

Özetsel günlük yazdım oldu

01 Ocak ; Güne harika bir kahvaltıyla başladım. Kızarmış ekmek beni neredeyse büyüledi. Bol kahkahalı kahvaltının ardından duşa girdim. Duştan sonra yürüyerek işe gittim ama hiç çalışamadım. Bir ara iş yerinde Özgür'ü ağırladım. Elinde çiçeklerle gelmiş. Bir tanesi minicik bir kaktüs. Bilgisayarın yaydığı radyasyonu almak için. Tüm geceyi neredeyse okuyarak geçirdim. Boleyn Kızı bitmek üzere. Hava 1 Ocak 'a göre oldukça sıcak.

02 Ocak ; Çalıştım. İşe giderken Hürriyet film kulübünün filmlerinden Paris seni seviyorum filmini aldım. Gün içinde bir ara Lady ile msn'den yazıştım. Vedalaşırken "Pirinç'i benim için öp" dedi. "İstersen senin için kulağını bile ısırabilirim" dedim. Sanırım ilk başta inanmadı. Sonra ikna oldu. Zaten Pirinç de ilk başta onun kulağını ısırdığıma inanmamış ve şaşkın şaşkın yüzüme bakmıştı. Onca sene kedi ile yaşayınca insan, az biraz onun gibi davranabiliyor elinde olmadan. Cumartesi akşamında önce Boleyn kızı'nı bitirdim sonra "il y a longtemps que je t'aime" filmini izledik. Avrupa Sineması. Hele bir de Fransız. Hatta oldukça fransız ama çok etkileyici. İlk 20 dakika Oğuz izlemeyi bırakmasın diye gözünün içine baktım. Gözünün içine baktım derken mecazi anlamda. Yoksa hem filmi izleyip hem de Oğuz'un gözünün içine bakmadım. Henüz iki gözüm birbirinden bağımsız çalışmıyor. Bağımsız sinema diye bir şey var ama onun konumuzla hiç alakası yok. Ben boş yere konuşuyorum. Bu arada sakız çiğnerken yürüyebiliyorum.

03 Ocak ; Soğuk havanın eve hapsettiği bir güne uyandım. Evin dağınıklığından biraz dertliydim ama kendimde toplayacak gücü de bulamadım. Bir ara darmadağın olmuş kitaplığı önce yere indirdim ve sonra yeniden yerleştirdim. Anılara da bulandım o esnada bak. Çekirdek çitleyen kadınların sokağı kirletişi, kapı ağzı sohbetleri, sesi sokaklara taşan Dünya Kupası maçlarının uygunsuz saatleri, tost ekmeği fırınının yıkılışı, bmx bisikletleri, motosiklet serüvenleri, bakkal Arif'in sattığı patlayan şekerler, ellerde çatapat yanıkları, beştaş oynamayı hiç beceremeyişim, henüz darbenin anlamını öğrenmediğim yılları anımsadım.

Ocak filmlerim


















































































1 Ocak 2010 Cuma

Beklerken...


Kızarmış ekmek kokuları evi sarmışken... biz çayın demlenmesini, Pirinç yumurtanın pişmesini beklerken...