28 Şubat 2010 Pazar

Choose one!

27 Şubat 2010 Cumartesi

Hayat çıldırtma beni

Bu fotoğrafı Şirince'de bir dinlenme molasında çekmiştim, durduk yerde nereden aklıma geldiyse geldi bu amca. (Bıyıkları mı desem, bakışı mı desem bir şeyleri etkiledi beni)

Bu fotoğrafı alıp zaman zaman yüzüme maske olarak taksam, böylece hiç yormasam kendimi, maskeyi taktığım an bu bakışı fırlatmış olsam... Zaten sevgilim bir süreliğine İstanbul'da olacak, canım sıkkın...

Hayat çıldırtma beni yoksa bu bakışı gönderirim buradan...

26 Şubat 2010 Cuma

Janis'i beklerken dökülenler

Ne kadar olduğunu tam kestiremediğim bir süredir kendimde gözlemlediğim en temel edim, beni yoran, negatif yayın yapmama sebep olan, pozitif enerjimi emip gözlerimin içindeki gülümsemeleri silip süpüren insanlardan uzak durmak. Kendileri ile olan ilişkimde yazıyı, sözü, çizgileri uzak tutuyorum. Böylesi bana iyi geliyor. Zira köprüleri atmışsam atmışımdır. Geriye kolay kolay dönüp bakmam. Her insan bir başkasının hayatından sessiz sedasız çıkabilir. Proust, madem gideceksin sebep göster tadında laflar eder ama ben katılmam buna, isteyen istediği şekilde sebep göstermeksizin çekip gidebilmelidir. Ha bir de tükürdüğünü yalamaya çalışanlar var ki onlara kendilerine verdikleri söze sadık kalabilmeleri için elimden geleni yaparım, yeter ki o köprüler bir daha örülmesin.

Bugünüm temel konusu gidenler değil oysa, gelen(ler). Janisjr bugün yola çıktı, önce İstanbul uğrağı yapıp sonra bize gelecek. Ben evde onun varlığına iyice alışacağım. Bir süre sonra yüklenecek yine sırt çantasını kaplumbağa gibi ve kendi dünyasına dönecek. Dönecek ama ben onsuzluğa yine çok zor alışacağım ve varlığını çok arayacağım.

Bu arada buraya yerleştikten sonra misafir ağırlamak bir şölen oldu bizim için. Nisan gibi Geveze bir daha misafirimiz olacak, ön müjdeyi verdi kendisi. Ve belki Heidi ile kuzusu da yollarını Edirne'ye düşürebilir. Bu durumdan hiç şikayetçi değilim, kendimi bizlere ziyarete gelenlere seve seve adayabilirim.

23 Şubat 2010 Salı

İğne oyası gibi

22 Şubat 2010 Pazartesi

Ses boşlukta yayılır aslında

El ya da ses.
İkisi de oyun yüklü. İkisi de dokunabilir ve dokunduğu yerleri kolaylıkla uyarabilir. İkisi de kişiyi olduğu yerden alıp çok uzaklara taşıyabilir, hem beden dediğin nedir ki? Kilometrelerce yolculuk yapmasına gerek yok, başınıza hiç mi gelmedi? Telefonu açar açmaz karşınıza çıkan sesi hiç mi karıştırmadınız bir başkasıyla, duymak istediğiniz sesin sahibine hiç mi başka sesler yardımıyla yakın olmadınız ya da arkanızdan omzunuza bir el dokunduğunda kim olduğunu şıp diye anladığınız kişiler de mi çıkmadı?
Komik olmayın.

Başlangıçta; el var. Benim elim. Tanımak, temas kurmak, taşımak, tatmak, tutmak için var. Bir ele sahip olmak demek, çok şey demek benim için. Nelere dokunmuyor ki ellerim. Çoğu zaman çok şeye. Ama bir koşu banyoya gidip defalarca yıkıyorum ellerimi ve tertemiz ve mis kokarak, ama yine de, ille de onlarla dokunarak.

Gün içinde çok kez yıkıyor, yıkıyor çünkü gerekli gereksiz çok şeye uzanıyor elleri, bazen istekli bazen isteksiz. Yazları alnından, geceleri kalçalarından süzülen tere, sabahları gazetelere, emniyet kemerine, asansör düğmelerine, kapı zillerine. İçlerinden en çok kapı zillerini yakın buluyor kendisine, dokunuyor ve bekliyor. En çok da habersiz gittiği, açılması belirsiz kapıların zillerine uzun uzun dokunmaktan ve beklemekten zevk alıyor. Bu onun zevki. Önünde beklemediği, saatlerce beklese de açılmayacağına emin olduğu tek kapı kendi kapısı. Apartmanın girişinde anahtarlarını ararken basıyor isminin yazılı olduğu düğmeye. Evde kimse yok, evde yok. Kimse dediği kendisi, ama yok. Işıklar yanmıyor, dışarıdayım. Gerçekten dışarıda mıyım? Anahtarlarına dokunuyor, merdiven otomatiğine ve içeri girdiğinde kendine. Oysa kendisi dediği kişi hep evinde, kendisinin dışına bir kez olsun çıkabilir mi? İşin uzmanına danışıp sonra kapısına dayanıp ses tellerini aldırabilir mi? Karakteri haline dönüşen seslerinden sıkılabilir mi? Sıkıldığı şeylerden vazgeçebilir mi? Alışkanlığa dönüşmüş hayatını bir yılan gibi yaşayabilir mi?

Demek istiyorum ki, neden hiç kendi dışına çıkamaz kişi, kendi sesine hapsolur sevişirken bile...

21 Şubat 2010 Pazar

3. Kitap : Fotokopiler'den tıpkıbasım (Part II)

Ve Berger beni bu kitabından nihayet azat etti. Üzeri kırmızı kalem ile boyanmış satırlarımı taşımaya devam ediyorum. Part I için buraya bir pati atabilirsin.

Belirtmeden geçemeyeceğim ki, 11. fotokopi Magnum'un kurucularından Henri Cartier- Bresson ile bir görüşmenin notlarından izler taşıyor. Bresson'un ağzından çıkan kelimelere kıyamadım ve buraya taşımayı başardım. Üzerinde zaman zaman düşündüğüm satırlardır bunlar ki fotoğrafın beni pratik olarak değil daha çok teorik olarak esir aldığı günleri anımsattığı için de makaslayamadım.

6. Eli çenesinde bir genç kadın

Bir keresinde, tam piyano çaldıktan hemen sonra, onun bir resmini çizmeye başladım. Piyano hala açıktı, o da piyanonun yanıbaşında oturuyordu. Gözlerimi kısıp bekledim. Çizme dürtüsünün kaynağı, gözler değil daha çok eldir. Belki de sağ el, bir nişancıda olduğu gibi. Bazen her şeyin bir nişan alma sorunu olduğunu düşünürüm. Opus 110’u çalmanın bile.(s30)

Kendisinin resmini çizdiğimi elbette biliyordu. Onu hedef alan bakışlarımla buluşacak bir şeyler gönderiyordu kendinden. Eğer ondan gelen bu ışınlar benim bakışımı ıskalamayıp onunla buluşsalar, iyi bir resim çıkabilirdi ortaya. (s30)

Bir portrede benzerliğin nasıl oluştuğunu hiçbir zaman bilemedim. İnsan orada benzerliğin olup olmadığını görebilir, ama gene de anlaşılmaz bir şeydir. Örneğin fotoğraflarda hiçbir zaman “benzerlik” yoktur. Fotoğraf ile ilgili böyle bir sorun söz konusu bile edilmez. Benzerliğin bir yüzün özellikleri ve oranlarıyla pek az ilgisi vardır. Benzerlik belki de hedeflerin iki parmağın uçları gibi buluşmasında resmin sakladığı şeyle gerçekleşen bir şeydir. (s30)

11. Metroda dilenen bir adam (Henri – Cartier Bresson ile görüşme notları S.47)

Fotoğraf konusunda beni ilgilendiren tek şey, diyor hedefi saptamak, nişan almak.
Nişancı gibi mi?
Zen Budistlerinin okçulukla ilgili tezlerini biliyor musun? ‘43’ te Georges Braque anlatmıştı bana.
Hayır, bilmiyorum.
Bir varolma durumu bu, bir açıklık, kendini unutma sorunu.
Gözü kapalı nişan almıyorsun ya?
Hayır, bu işin bir geometrisi var. Konumunu bir milimetre değiştirdin mi geometri de değişir.
Geometrinin estetik olduğunu mu söylüyorsun?
Hiç ilgisi yok. Matematikçilerle fizikçilerin bir kuramı tartışırken zarafet dedikleri bir şey bu. Yaklaşım zarifse, doğru olana yakınlaşılıyor demektir.
Peki ya geometri?
Geometri Altın Oran’la ilgili. Hesaplamak gereksizdir. Cezanne’ın dediği gibi, “Düşünmeye başladım mı, her şey yitip gidiyor.” Fotoğrafta önemli olan onun zenginliği ve yalınlığıdır.
Yanıbaşındaki masada, kolayca ulaşabileceği fotoğraf makinesi dikkatimi çekiyor.
Fotoğraf çekmeyi yirmi yıl önce bıraktım, diyor, resme daha çok da desen yapmaya dönmek için. Gene insanlar durmadan bana fotoğraf ile ilgili sorular soruyorlar. Bir süre önce bana “fotoğrafçılık mesleğimdeki yaratıcılığım” yüzünden bir ödül verdiler. Ben de onlara böyle bir mesleğe inanmadığımı söyledim. Fotoğrafçılık bir tetiğe basmak, parmağını tam zamanında kullanmayı bilmektir.
Bu hareketi elini burnunun ucuna götürerek komik bir biçimde taklit ediyor. Gülerken Zen Budistlerin sıkıcı olan her şeyi reddedip şaka yoluyla öğretme geleneklerini hatırlıyorum.

Hiçbir şey kaybolmaz, diyor, gördüğümüz her şey her zaman sizinledir.
Hiç pilot olmak istediniz mi?
Gülme sırası şimdi onda; çünkü tahminimde yanılmamışım.

Askerliğimi Le Bourget’deki hava kuvvetleri üssünde yapıyordum. Paris yönünde yakın bir yerde aile fabrikası vardı. Ünlü Cartier – Bresson pamuk iplikleri! Burjuva bir ailenin çocuğu olduğumu biliyorlardı. Büyük bir süpürgeyle hangarları süpürüyordum. Sonra doldurmam için bir form verdiler. Subay olmak ister miydim? Hayır. Okuldaki başarılarım? Yok, diye yazdım, çünkü bitirme sınavlarına girmemiştim. Askerlikle ilgili ilk izlenimlerim neydi? Buna da Jean Cocteau’nun iki dizesiyle karşılık verdim;

Fazla zahmete girme
Gökyüzü hepimizin

Bu sözlerin pilot olmayı ne kadar istediğimi açıkladığını sanıyordum.

Bunun ne anlama geldiğini açıklamam için sorumlu komutanın huzuruna çağırıldım. Bunun şair Jean Cocteau’dan bir alıntı olduğunu söyledim. Ne Cocteau’su? diye bağırdı komutan. Dikkatli olmazsam disiplin cezasıyla Afrika’daki bir tabura sürülebileceğim konusunda beni uyardı. Gene de Le Bourget’deki bir ceza takımına atandım.

Konuşurken fotoğraf makinesini eline almış bana, ya da daha doğrusu, başımın üzerinde bir hale varmış gibi çevreme bakıyordu.

Askerlikten sonra Fildişi Sahili’ne gittim ve orada hayatımı avcılıkla kazandım. Kömür işçileri gibi, başıma taktığım bir lambayla geceleri ava çıkıyordum. İki kişiydik; arkadaşım bir Afrikalıydı. Sonra sıtmaya yakalandım. Az kalsın ölüyordum ama şifalı otlardan bir tıp uzmanı kadar anlayan avcı kardeşim sayesinde kurtuldum. Kendisi fazla kibirli olduğu için beyaz bir kadını bir süre önce zehirlemiş biriydi. Ama beni kurtardı, yeniden hayata döndürdü…
O bana bu hikayeyi anlatırken göçebelerle avcıların iyileştirdikleri yolunu kaybetmiş gezginlerle ilgili okuduğum başka hikayeler aklıma geliyor. Bunlar hayata döndükten sonra, artık aynı insanlar değildirler. Sanki bir törenle burçlarını değiştirmişlerdir. Ertesi yıl Cartier – Bresson ilk Leica’sını almış. On yıl içinde de ünlü olmuş.

Geometri, diye devam ediyor, orada olan bir şeyle ilgilidir, birisi onu görecek konumdaysa, ona verilen bir şeydir.
Bana yönelttiği fotoğraf makinesini kullanmadan yerine bırakıyor.
Size bir şey sormak istiyorum, diyorum, lütfen sabırlı olun.
Ben mi? Elimde değil. Çok sabırsızımdır.
Fotoğraf çekme anı, diye sorumu sürdürüyorum, sizin deyiminizle “o karar verme anı” hesaplanamaz, ya da önceden kestirilemez, düşünülemez. Peki. Ama kolayca kaçırılabilir, değil mi?
Elbette, bir daha ele geçmemecesine. Gülümsüyor.
Öyleyse o kıl payı karar anının belirtisi nedir?
DesEn yapma konusunda konuşayım daha iyi. Desen çizmek bir tür “meditasyon”dur. Çizerken çizgiye çizgi eklersin, parçaya parça, ama bütünün ne olacağı konusunda hiçbir zaman emin olamazsın. Bir desen her zaman bütüne doğru tamamlanmayan bir yolculuktur.
Tamam, diyorum, fotoğraf çekmekse bunun tam tersidir. Bir bütünle karşılaştığın anı hissedersin, bütün parçaların ne olduğunu bilmen bile gerekmez! Sormak istediğim soru şu: bu “duygu” bütün duyguların aşırı-uyanıklığından mı kaynaklanır, yani bir çeşit altıncı duygudan mı—
Üçüncü göz! Diye karşılık veriyor.
- yoksa önünüzde olandan gelen bir ileti mi?
Halk masallarındaki yabani tavşanlar gibi kıkırdayarak gülüyor ve bir şey aramak için yerinden sıçrıyor. Sonra elinde bir fotokopiyle dönüyor.
İşte yanıtım, Einstein’dan.

Einstein’ın sözlerini kendi el yazısıyla kopya etmiş. Sözcükleri okuyorum. Einstein’in fizikçi Max Born’un karısına Ekim ’44’te yazdığı bir mektuptan alınmış bir parça bu. “Canlı olan her şeyle öyle bir dayanışma duygusu içindeyim ki, bireyin nerede başlayıp nerede bittiğini bilmenin benim için hiçbir önemi yok…”

Bu bir yanıt! Oysa ben o anda ben başka bir şeyi, onun el yazısını düşünüyorum. İri harfli, okunaklı, açık seçik, yuvarlak, kopukluğu olmayan ve şaşırtıcı bir el yazısı bu.

Mercekten baktığın zaman, diyor, gördüğün her şeyi çıplak görürsün.

El yazısı şaşırtıcı, çünkü anaç bir el yazısı bu, bundan daha fazla anaç olamayacak bir el yazısı. Bir yerde avcı, dünyanın en saygın fotoğraf ajansının kurucu ortağı olan, Almanya’daki bir toplama kampından üç kez kaçan, kendi başına buyruk bir anarşist ve Budist olan bu erkeksi adamın kalbi bir ana kalbi.

Bunun böyle olup olmadığını onun fotoğraflarına bakarak anlamaya çalış, diyorum kendi kendime. Melon şapkalı adamlara, mezbahada çalışanlara, sevgililere, sarhoşlara, sığınmacılara, fahişelere, yargıçlara, piknik yapanlara, hayvanlara ve bütün kıtalardaki çocuklara, özellikle de çocuklara bakarak anlamaya çalış.

Ancak bir ananın kof duygululuktan bu kadar arınmış ve yanılsamasız bir sevgiyle dolu olabileceği sonucuna varıyorum. Belki de o karar verme anıyla ilgili iç güdü bir ananın kendi çocuğu ile ilgili içgüdüsü gibi organik ve anında beliren bir şeydir. Bunun bir iç güdü mü, yoksa bir ileti mi olduğunu kim gerçekten bilebilir?

Elbette kalp, bu ister ana kalbi olsun, ister başka bir kalp, her şeyi açıklamıyor. İşin bir disiplin yanı, gözü sürekli eğitme gerekliliği var.

Henry on dokuz yaşındayken kübist ressam Andre Lhote’dan ders almış. Ondan açıları, duvarları ve eşyanın nasıl yana yattığını öğrenmiş.

Desenlerinizden, yaptığınız ölü doğalardan ve Paris manzaralarından bazıları bana Alberto Giacometti’yi düşündürüyor. Bu bir etkilenme değil de, daha çok ikinizin ortak bir yanınız olması ile ilgili. İkiniz de, desenlerinizde bir masayla sandalye, ya da bir duvarla araba arasındaki bir sıkışıklığı yansıtıyorsunuz. Elbette fiziksel olarak sizinle ilgili değil bu sıkışıklık. Sanki bakışınız kayıp öteye, geriye geçiyor -

Alberto! diye sözümü kesiyor. Hayatın bütün rezilliğine karşın, onun yaşanmaya değer olduğunu size hissettiren biri o. Evet, öteye geçiyoruz biz…

Fotoğraf makinesini yeniden eline alıp çevremde olanlara bakıyor. Bu kez deklanşöre basıyor.

Kayıp öteye geçmek, diyor. Rastlantıları düşün, sonu yoktur bunların. Belki de onlar sayesinde temelde bir düzen olduğunu görür gibi oluruz…

Artık gitmem gerektiğini söylüyorum sonunda.

İnsanlar bana yeni tasarılarımın ne olduğunu soruyorlar diyor gülümseyerek. Onlara ne söyleyeyim. Bugece sevişmek, öğleden sonra yeni bir desen çizmek. Şaşırmak!
Asansörle beşinci kattaki dairesinden aşağı inerken yeni bir desen çizebileceğini düşünüyorum.

Fotoğraf diye yazmıştı bir zamanlar o anaç el yazısıyla, sürekli bakmanın sonucu, belli bir anı ve onun sonsuzluğunu yakalayan kendiliğinden bir dürtüdür.

15. Bir bardakta bir demet çiçek

Yılın dört ayını her zaman inekleriyle dağda geçirirdi. Yani ömrünün üçte birini 1700 metre yükseklikte. Dağların metali ile çevrili olmak ona bir çeşit huzur verirdi. Benim akılsızca mutluluk dediğim bir şey. (S.64)

Orada bir süre sonra, yalnızlık sorunu diye bir şey söz konusu olmaktan çıkar, çünkü orada insan çıplaktır. Çıplak olunca da, başka türden dostluların farkına varır. Bunun nedenini bilmiyorum. Ama bu bir gerçek. Aslında Marcel fiziksel olarak çıplak değildi. Tam tersine yatacağı zaman bile soyunmazdı o. Gelgelim insan yaylada bir iki hafta yalnız kalınca, ruh çıplaklaşır, ceketinin çıkarır ve insan artık yalnız değildir. Marcel’in gözlerinden okunan buydu. (S 65)

Onu en son birlikte kutladığımız bir yılbaşı gecesinden sonra arabayla evine götürdüğümde görmüştüm. Daha o günden haziranda inekleri yaylaya çıkaracağı zamanın beklentisi içindeydi. Bunun gerçekleşeceğini ona söylediğimde, bana sesinizin yankısını geri gönderen kayadan bir yüze bakar gibi kuşkuyla baktı. Sonra başını salladı. (S.65)

Geçen haziran Marcel’in dağındaydım. Ne otlayan inek vardı, ne onların boynundaki çanlar, ne de köpekler. Ama bir çok yabani çiçek vardı. Rastgele bir demet çiçek topladım. (S.65)

Marcel’in boş dağ evinin kapısını itip açtım. Her biri bir tren kompartımanından daha büyük olmayan iki oda. Düşünmeden elimdeki çiçekleri bir bardağa koydum; bardağa su doldurup günün sonunda benim kahve Marcel’in de bir kase süt içtiği masanın üstüne koydum. O artık orada olmadığı için masanın yanındaki sıraya oturmadım. Orada durdum, o sessizlik içinde sığır sürüsünden gelen çan sesleri arasından onun bağıran ve küfreden sesi kulaklarıma gelinceye kadar durdum. (s66)

20 Şubat 2010 Cumartesi

2. kitap : Boleyn Mirası


Bu sabah acile gidip sırtımdaki kas spazmım için iğne olup eve gelerek yatağa uzanmasaydım bu kitabı yine bitiremezdim. Bir ara saydım tam 7 tane yastık var yatakta, yastıklardan bir tanesi bu kitabı taşıyor.

Tudors izlemeye başladığımızdan beri sinemayı ve kitap okumalarımı neredeyse askıya almışım, farkında değilim. Boleyn Kızı ve Boleyn Mirası ile birlikte diziyi izlemek yerinde bir karar olmuş. Vakti zamanında (7 Aralık 2009) Beyaz tuval ile yazışmışız, The Tudors hakkında. İnsan istediğini elde edip, aklına koyduğunu gerçekleştirir görünce kendini, gerçekleştirilen şey küçük olsa dahi hediye bulmuş gibi seviniyor. Beyaz Tuval, eğer günün birinde bir dizi seline kapılacak vaktin olur ve o vakti ne şekilde harcasam bilemiyorum dersen, tudors'u önerebilirim. Ben bu diziye vakit yarattığım için inan hiç pişman değilim.

Kitaba gelince, Boleyn'ler hakkında artık yeterince bilgim var. İnsanın düşüncelerden uzaklaşarak sadece ve sadece okumak, sorular arasında boğulmamak istediğinde ve sırtı tutulup yedi yastıkla günü yatakta geçirdiğinde bu kitabın tüm bunlara elzem bir yanının var olduğunu söyleyebilirim.

19 Şubat 2010 Cuma

ilginç olmayan ama ilginç gibi duran yedi [mim]

Aslında mim konusunda ben iyi bir blogger değilim. Heidi'den gelen mim hala yanıtlanmamışken bir de üzerine Geveze selam çakınca bu mimin soğumasını beklemeden ödevimi yapacağıma söz verdim, görüldüğü üzere sözümü tutuyorum.

Bu mimi cevaplamak konusunda yaşadığım sıkıntının benzerini en son dönem ödevi hazırlarken ortaokulda yaşamıştım. İlginçlik dendiğinde aklıma, söylenen bir cümleyi tersten okuyabilme, iki eliyle aynı anda simetrik şekiller çizebilme(bunun bir adı vardı anımsayamadım) gibi özellikler geliyor ki bu mim bana geldiğinden beri düşünüyorum, yok annem üzerinde konu edilecek bir özelliğim yok. Ama yine de şansımı deneyeceğim.

İşte benim yaratıcı blogger ödül mimim kimlere gidiyor; (gevezem sayende yaratıcı blogger mimi oldu bu hadise)

Heveslerine, kendisiyle dalga geçebilmesine, dost sevgisine, sesine, mizah yeteneğine, kahkahasına ve su akıp giden yazı diline hayran kaldığım, hayatıma sevdiğim adamla birlikte bonus olarak gelip yerleşmiş kızkardeşim janisjr’ ye…

Kilometrelerce uzakta olmasına rağmen hep yakınımda olan, kokusuna, şefkatine, gülen gözlerine, cıvıl cıvıl sesine özlem duyduğum, tanıdığım için gurur veren kişilerden biricik güneşin kızı cansuyu’ma..

Senkronize izlediğimiz nice filmlerin yarattığı ortak tatları paylaşmaya her daim hazır haliyle yanımda olduğunu hissettiren ve blogger dünyasının bana hediyesi olan sevgili gri kent sakini’ne.

Aynı kentin sokaklarında ergenliğimizi yaşayıp başka bir kentte gençliğimizi adımladığımız, benzer yollarda fink attığımız, gözünü bugünlerde vizöre alıştırmış sevgili leydi’me..

Çok şahane masalları blog dünyasına taşıyan, kovanı vızır vızır kaynayan, hayat dolu, sevecenlik abidesi, güleç yüz maya’nın kovanı’na … (Asıl Maya'nın ilginçlikleri ilginç olabilir diye düşünüyorum)

İki susamuru kedisine hayran kaldığım, küçük bir şehre hapsolmuş bedenine inat bana göre ruhu pek bir derviş olan, her postunda mutlaka muhahhaa şeklinde gülebildiğim Tugba’ya,

Şu günlerde tezi üzerine yoğunlaşmış, kendisine darallar gelmiş, tahammülsüzlüğü kalemine yansımış zahir ve mavi’ye...

İlginçliklere gelince,

  • 10 yaşından bu yana belimi hiç bir güç kapattıramadı, annem sanırım en son ilkokul sıralarında uzun atletler giydirip bir de onları külotlu çorabın içine sokuşturmuştur. Şimdi bir de bunların zıbın gibi alttan çıtçıtlıları çıkmış ki onlar benim için kabus giysiler, deli gömleği giyerim atlet ya da zıbın giymem. Bu kural kara kış koşullarında dahi geçerlidir. Uyurken yorgan kulaklarımı asla örtemez çünkü kulaklarım kapanırsa nefes alamayacağımı düşünürüm, belki kulaklarımdan ya da belimden soluyorum ayol, olamaz mı?
  • 2 yaşımda yeni tatları denemeye müsait yanımla tanıştım ve başıma olmadık dertler açtım. Gerçi bu dertler beni lise yıllarına kadar takip etti ama ne de olsa ben bir kediyim ve şimdilik ikinci canımı tüketmekteyim. Şaka bir yana içtiğim zehirden beter bir madde sayesinde boğazım bir miktar dar. Nal kadar kocaman ilaçları ikiye bölmeden yutamam. Misal elma ısırılarak değil rendelenerek yenilebilen bir meyve olma özelliğini uzunca bir süre korumuştur benim için. İkinci hayatımı Edirne'den Cerrahpaşa'ya 70 li yılların sonunda ışınlanabilmiş olan amcama borçluyum.
  • Hafızam beni değil ama etrafımdakileri sinir eder. İşe yaradığı zamanları çok gördüm ama canımı sıkan tarafları da yok değil. Özellikle yakın çevrem bana "şu gün böyle mi olmuştu?" diye sorduklarında tüm günü anlatır hatta o gün kimler vardı, kimin üzerinde ne renk tişört vardı gibi detayın detayı şeyleri dahi sıralayabilirim.
  • Mizah yoksunu değilim ama tam bir karikatür özürlüyüm. Karikatürler bana anlatılmadıkça gülemiyorum, illa Oğuz bana o karikatürü canlandıracak ki gülebileyim.
  • Dizi ve filmleri televizyonda izleyemiyorum. Bir bölümünü kaçırmış olmak beni deli ediyor ve bir sonraki bölümünü ya hep ya hiç yanımla ehhh ama diyerek izlemeyi bırakıyorum. Bunu yıkmaya çalıştığım bir dizi olan Prisoner ile 4 bölüm izlemeyi başardım ama son iki bölümü yine kaçırdım. Yahu dizi zaten hepi topu 6 bölüm. Ama benim için sonuç aynı. Tv den dizi izlenemiyor.
  • Telefonda biriyle konuşuyorken yanımda herhangi birisi bir şey söylediğinde ikisine birden mümkün değil konsantre olamam. İlgim dağılır, saçmalamaya başlarım. Bunu becerebilenlere hayran kalırım.
  • Oğuz ile tanıştığımdan beri ne zaman konusu geçse çevremdekilere "yumurtayı nereden soyarsın" anketi yaparım. Yumurta dediğin illa ki sivri kısmından soyulmalıdır :) Başka bir seçenek sözkonusu bile değildir diyorum ve tüylerimi temizleme gidiyorum.

18 Şubat 2010 Perşembe

Sen yine yaşamın raylarında böyle sek sek zıpla

Bazen sevdiklerime uzak olmak çok feci canımı sıkıyor. Bugünlerde özellikle sana uzak olmak koyuyor. Buradan, oturduğum yerden sana ne yapabilirim diye düşünüyorum, şu an elimden ancak yazmak, çok sık olmamakla birlikte aramak (çok sık aramalarla da bunaltmak istemiyorum) ses vermek geliyor.

Düştüğünü sandığın yerden kaldırmak değil de aslında düşmediğine bir inandırabilsem seni...
Ama elim kolum bağlı, hüznünü, nefretini, özlemini, kalmayan sevgini yani insanca olan tüm hislerini kat kat yaşa, yaşa ve geçip gitsin hepsi. Sonra sen yine yaşamın raylarında böyle sek sek zıpla...

Bilirsin işte, sel gelir, sonra o su bir şekilde akacağı yolu illa bulur, geriye biraz çer fazlaca çöp, biraz çamur, biraz iz, çokça hüzün kalır. Uzaktan konuşması kolaydır, oysa çamurun ağırlığını ve kayıpların lekesini sele kapılan bilir. Ben tepeden bir yerden sele kapılan kente bakmak yerine aşağı inip çamura bulanmayı isterim. Sen ne yapacağımı -turşu tarifi haricinde - söyle, komutları ver yeter...

17 Şubat 2010 Çarşamba

Şam fıstığı


Gerekli anlaşmaları yaptık ve en sevdiği oyuncaklardan birini bıraktım önüne; şam fıstığı. Güzel bir işbirliği oldu bence.

16 Şubat 2010 Salı

Fotokopiler'den tıpkıbasım (Part I )

Uzunluk açısından beklediğimden daha fazla satırı kırmızıya boyamış olmak beni buna - alıntılarımı parçalara ayırmaya- mecbur bıraktı. Kitap toplamda 29 adet "Fotokopi"den oluşuyor. Bu arada beni çok etkilemiş "fotokopi"lerden biri olan "Bebek arabalı yaşlı kadın" hikayesini hiç kesintiye uğratmaksızın alıntılamayı uygun görüyorum. Çok önemli bir detayın altını çizmezsem vicdanım beni daha sonra köşe bucak kovalar, bu kitabı evet bir usta kalem, John Berger yazmış ama çevirisini de bir başka usta yapmış, Cevat Çapan.

Ufacık bir not; Bugünlerde gerek "bebek arabalı yaşlı kadın" hikayesi, gerek izlediğim "Into the wild" filmi zihnimi epeyce oyaladı, hatta denilebilir ki bu ikisi henüz yerine oturmamış ama tozlanmış düşünce toplarımı oldukları yerden aldı ve tıpkı acemi bir jonglör gibi elinde oynattı.

Şimdi vicdanım rahat sahneyi terkediyorum.

1. Erik ağacının yanında duran kadınla adam

Yola çıkmadan bir fotoğraf çekip çekemeyeceğini sordu. Mutfakta bir kahve içiyorduk.
Fotoğraf makinemi gördünüz mü? diye sordu.
Hayır.
Dün gece dikkatinizi çekmedi mi?
Başıyla yerde, kapının yanında duran asker çantasını gösterdi.
İlk icat edilen fotoğraf makinesi gibi, dedi, ilk yapılanlar gibi. Kutuyu bana uzattı. Hiç ağır değildi. Kenarları kontrplaktı.
Burada yeterince ışık yok, dedi, dışarı çıkalım.
Dışarı çıkıp otların üzerinde duran masanın yanındaki erik ağaçlarına doğru yürüdük. Orada durup hala bulutlu olan göğe baktı. İki üç dakika içinde yüksek sesle bir hesap yaptı. Ve makineyi özenle masanın üzerine koydu. Masanın uzun kenarlarının birinin ortasında beyaz dikdörtgen bir bant vardı. Küçük bir yaranın ya da yanığın üzerine yapıştırılan bantlar gibi bir şey. Bu bant da siyah şeritlerle çerçevelenmişti.
Bir gediği bir deliği ortaya çıkarmak için beyaz bandı dikkatli parmakları ile yapıştırıldığı yerden söktü. Sonra elimi tuttu.
İkimiz orada fotoğraf makinasına öyle bakarak durduk. Elbette kımıldadık ama rüzgarda kımıldayan erik ağaçlarından fazla değil. Dakikalar geçti. Biz orada durdukça ışığı da yansıttık ve bizden yansıyan o siyah delikten kutunun içine girdi.

Bu bizim fotoğrafımız olacak, dedi, ve umut içinde bekledik. (s.14)


2. Kucağı köpekli kadın.

Kocası için, daha çok da yirmilerinin başında bir trafik kazasında ölen oğlu için yastaydı. O zaman çektiği acı, otuz yıldır oğlundan geriye bu acıdan başka sarılacağı başka bir şey kalmadığı için sımsıkı sarıldığı bu acı, onun acı çeken herkesle bir dayanışma içinde olmasına yol açmıştı. Hastaları yoklar, ölüsü olanları ziyaret ederdi. Kendi acısı başkalarının acısını arar, onlarla birbirlerine dayanak olmalarını sağlardı. (S. 16)

Bazı köyler masanın üstüne atılan zarlar gibi gelişi güzel ortaya çıkmışlardır. Başka bazı köylerin bulundukları yerde olmalarının nedeni ise daha açıktır: ya iki vadinin birleştiği yerde kurulmuştur bu köyler ya da bir nehrin daraldığı yerde. Ama bazıları da sanki bir el çabukluğu sonucu sanki ta başından beri konumlarının seçimi ile gösteriş yapmak için oradadırlar. Sanki o köyün orada kurulması tanrının bir lütfudur. Bizimkisi işte bu sonuncu türden bir köy. (s. 17)


5. Bebek arabalı yaşlı kadın

Londra’da Oxford meydanının yakınında bir yer. 90’lı yıllar. Yaşını kestirmek güç kırkbeşinde olmalı. Neyi varsa süpermarketten aşırdığı bir alışveriş arabasına doldurmuş. Arabayı kaldırımda iterken bir yandan da başını hafifçe eğmiş, sanki içinde çocuk olan bir bebek arabasına bakıyor. Arabadaki eşyalarını plastik torbalara doldurmuş. Başında bir eşarp ve Rusların “şapka” dedikleri kürk bir kalpak var. Kürkün çoğu dökülmüş. Giydiği pantolonun üstünde pamukla beslenmiş bir ceket, bir de toz renginde taklit bir kürk manto var. Uzaktan onun bir Eskimo gibi giyindiğini düşünebilirsiniz. Ayakları dışında. Çünkü ayaklarında bir çift amerikan tenis ayakkabısı var. Bunları annemin hayattayken oturduğu Hallam caddesi yakınındaki New Cavendish caddesinde, bir çöp kutusunda bulmuş.

Londra metrosunun platformlarındaki bankların yerine son günlerde yolcular için bir takım yeni oturma birimleri kondu. Bunlara yolcular beklerken vücutlarının olanca ağırlığını ayaklarına vermemeleri için yaslanabilecekleri bir çeşit tünek de denebilir. Bunların göze çarpan yararlı özelliği berduşların uzanıp yatmaları için elverişli olmayışları. Geceleri şapkalı kadın istasyonun asfalt platformuna yaydığı mukavva parçasının üstüne yattığında beyaz ayakkabılarını çıkarmıyor yalnızca anneminkiler gibi şişen ayaklarını acıtmasınlar diye bağcıklarını çözüyor.

Şimdi öğle saati ve kadın Oxford meydanının arkasında yüzlerce güvercinin toplaştığı yaya bölgesine doğru yürüyor. Güvercinler şapkalı kadını görür görmez, ya paytak paytak yürüyor ya da kaldırım taşları üzerinden kadına doğru uçuyorlar. O da arabasından çıkardığı plastik torbadan motimer caddesindeki bir lokantadan atılmış bayat ekmeği elleri ile ufalayıp avuç avuç havaya serpiyor.

Bir sürü güvercin kadının kollarına konuyor, bir kaçı havada başının üstünde kanat çırpıyor ama çoğu havadan dökülen kırıntıları gagalamak için yerde bekliyor. Zaman zaman kadın da dalgınlıkla ağzına bir parça ekmek atıyor.

Çocukluğumda evimizin arka bahçesinde kuştan için taştan bir havuz vardı; çok sert geçen bir kış, o zamanlar bu kadının yaşında olan annem her sabah donmuş suyun üstüne kızarmış ekmek koymak için gümüş huş ağaçları arasında kalın karlara basa basa yürürdü. Annem de maeterlinck gibi kuşların ölülerden haber getirdiklerine inanırdı. Arabalı kadın elleriyle bir kuşu tutarken bir yandan başını sallıyor, bir yandan da dirseğini havaya kaldırarak ötekileri kovuyor. Göğsünün üzerinde tuttuğu kuşun tüylerinin bir bölümü dökülmüş, bir pinpon topundan biraz küçük olan yuvarlak başı yarı yarıya dazlak. Kadının verdiği reddetmiş. Kadın bir eliyle güvercini ceketinin üstünde tutarken, bir eliyle de plastik torbalardan birini karıştırıyor ve içinde biraz süt olan bir biberon buluyor; güvercinin açık tutmayı başardığı gagasına birkaç damla akıtıyor.

Her gün Oxford meydanına gelmeden dazlak güvercinin biberonunu hazırlıyor ve sürünün geri kalan güvercinlerini besledikten sonra dazlak güvercinin sütünü veriyor.

Oxford caddesinde alışverişe çıkan kalabalık da durup şapkalı kadını seyrediyor.

Duvarların arkasını göremezler değil mi? diyor evsiz barksız kadın dazlak kuşa. Bahçeye bakmak istiyorlarsa, bırak baksınlar!
Anacığım benim.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Bir dahi çellist : Jacqueline Du Pré


26 ocak 1945 İngiltere - Oxford doğumlu. İkinci çocuk. Anne piyano öğretmeni, baba banka memuru. Ablası Hillary flüt eğitimi alır, kendisi 4 yaşında radyoda duyduğu çellonun sesinden çok etkilenip 5 yaşında ilk çellosuna kavuşur ve 6 yaşında “London Cello School”da derslere başlar.

7 yaşında ilk konserini verir, 10 yaşında “Suggia-Cello Prize” ödülünü kazanır, 12-13 yaşlarında BBC konserlerinde çalar, 1960 yılında meşhur “Guildhall School”u altın madalya alarak birincilikle bitirir. Görüldüğü üzere zıp zıp yükseliyor merdivenleri Jacqueline abla.

1961'de gizli bir hayran edinir, bu hayran tarafından 1673 yapımı isimsiz bir stradivarius hediye edilir. Bu isimsiz Strad'a sonraki sahibi Lynn Harrell tarafından “Jacqueline Du Pré Strad” adı verilir. Jacqueline 1961'de Strad'ıyla Londra Wigmore Hall'da ilk önemli konserini verir ve bu konserde “E.Elgar'ın Op. 85 in E Minor”unu çalar. Aynı eseri 1965 yılında Sir John Barbirolli yönetimindeki London Symphony Orchestra eşliğinde çalar ve bu kayıt onu dünya çapında ünlü yapar.

Bu arada 1964'de yine bir gizemli hayranından meşhur “Davydov Strad”ı hediye edilir. Davydov Strad şu anda Yo-Yo Ma'nın çaldığı çello. Jacqueline 1964-1970 arasındaki kayıtların hepsini bu Strad ile yapar.

1966 yılın Noel'inde piyanist ve şef Daniel Barenboim'la tanışır ve ertesi sene evlenirler.

1971'de Jacqueline'nin parmaklarında hissizleşme başlar ve giderek bütün vücuduna yayılır. Şubat 1973'te New York Philharmonic'le birlikte vereceği dört konserin üçünü hastalığının belirginleşen semptomları nedeniyle çok zor gerçekleştirir ve iyi performans gösteremez, dördüncüsünü ise iptal etmek zorunda kalır. Bu üç konser, onun son konserleri olur.

Ekim 1973'te “multiple sclerosis” teşhisi konur. Birkaç sene daha çello dersleri verir ama sonra hastalığının ağırlaşması üzerine evine kapanır ve 19 Ekim 1987'de 42 yaşında hayata veda eder.

Ölümünden sonra ablası Hilary'nin yazdığı “A Genius in the Family” kitabının 1998 yılında sinema filmi çekilmiş. “Hilary and Jackie” adlı film Jacqueline'nin hazin hayatını, aralarındaki rekabeti, bağlılığı, ruh halini, ilk önce kendi gözünden ve sonra da kardeşinin gözünden anlatmış, henüz filmi görmedim, ağır aksak ilerlediği ve biraz sıkıcı olduğu söyleniyor, ben yine de görmeyi umuyorum.
Bu deli hatunu dinlemek isteyenler için müzik linki vermiyorum, hoş görün. Sana diyorum çello, bir şekilde "the concerto collection" edinilmeli, başucunda olup daha sık dinlenmeli...

* Fotoğraf
http://www.cello.org/ sitesinden alınmıştır.

14 Şubat 2010 Pazar

Binbir surat Pirinç

Bu sabah bana "yeterince fotoğraflarının çekildiğini ve artık çeşitli ödüller karşılığında objektifimin karşısına geçeceğini" söyledi. Zeki olduğunu düşünmesem bu akılları birinden aldığından şüphelenebilirdim belki. Pazarlık şansım şimdilik yok görünüyor.

12 Şubat 2010 Cuma

Tanıdık satırlar, aşina yüzler, tadı damağımda kalmış öyküler

Elimde John Berger'in "Fotokopiler" kitabı var. Daha önce bir kez okumuşum. Tanıdık satırlar, aşina yüzler, tadı damağımda kalmış öyküler. Sonra gün gelmiş A.' ya vermişim. A. kitabı okuyup bana geri getirmiş. Ben yeşil, A. kırmızı kalemle çizmiş satır aralarını. Ben yeşil notlar düşmüşüm kenarlara, A. çağrışımlarını yazmış kırmızıyla. Böyle böyle ilerlemiş, yudum yudum içmiş, hatmetmişiz elimizdeki kitabı. Yıllar sonra benim için çok değerli birinin el yazısına bir kitabın içinde rast gelmek, yüzümü gülümsetiyor.

11 Şubat 2010 Perşembe

Henüz 1 (Bir) Ayşe Kulin - Veda

Elime aldığımda bu kadar hızlı tüketeceğimin pek farkında değildim. Kolay okumalardan yana olduğum bu günlerde, elimde adım adım ilerleyen diğer kitaplara inat gözümü açıp kapatıncaya kadar bitiverdi ve yılın bitirebildiğim ilk kitabı oluverdi. Bu süre içinde Ahmet Reşat, Behice, Saraylıhanım, Mehpare, Kemal, Mahir, Azra, Leman ve Suat sanki yolda görsem tanırım diyebileceğim kadar yakın, bildik, aşina yüzler artık benim için.

Kırmızı kurşun kalemimle boyadığım satırlar;

Ahmet Reşat sedire oturup pencereden ön bahçeye baktı. Camın önündeki manolya ağacı yapraklarında henüz erimemiş kar serpintileri ile hüzünlü bir gelin gibiydi. Az ilerideki elma ise mart güneşine aldanıp çiçeğe erken durmuş, ani bastıran soğukla don yemişti. Dudaklarına alayci bir gülümseme gelip yerleşirken tıpkı bizler gibi diye düşündü Ahmet Reşat, azıcık ışık görünce hemen sevinen ve sonra da elleri böğründe kalan, enayi elma ağacı! (Sf. 14)

İnsan zamanla acıları, kederleri de kanıksıyordu mutluluğu kanıksadığı gibi. (Sf.20)

9 Şubat 2010 Salı

Vizörden bakmak iyidir

8 Şubat 2010 Pazartesi

Beni kör kuyularda empatisiz bırakın

Janisjr 27 ocak tarihinde bir röportaj yayınlamış. Röportajı yapan Ayşe Arman. Lülüş'ün gidişinin ardından yapılmış bir Hakkı Devrim söyleşisi. Hakkı Bey için bir çağ kapanmış fiziki olarak. Ben bu yazıyı gayet bilinçli okumadım, başıma gelecekleri bilir gibiydim. Bugün tuttum okudum. Okumaz olaydım.

Empati denen şey bir illet. Olsa bir dert, olmasa ayrı dert. Söyleşiyi okudukça empati kurdum, kurdukça ağladım, ağladıkça bir kolum yokmuş gibi hissettim, içimde bir taraf öldü, bir ağaç devrildi...

"İnsanın eşini, can yoldaşını kaybetmesi, hiçbir acıya benzemiyor" diyor Hakkı Bey. Yüreğim daralıyor.

Okumamış olanlar, merak edenler, empati kurmadan okuyabilirim diyenler, cesareti olanlar varsa buraya buyurabilir.

Eh be janis, alacağın olsun!

6 Şubat 2010 Cumartesi

Beklenen

Bekleyen için buraya tık tık.

5 Şubat 2010 Cuma

İki farklı zamanda iki farklı bakış açısı


Borges ve Maria'nın Atlas'ı

Kelimelere gömdüm yüzümü. Kitaplaşmış kelimelere. Dün akşam Jorge Luis Borges ve Eşi Maria'nın serüven ağacından düşüp kalmış bir yaprak çıktı karşıma kitaplığımdan. Kitaplarımı ödünç vermek istemeyişimin temelinde geri gelmeyişlerinden ziyade onları ne zaman elime almak isteyeceğimin belirsizliği de yatıyor. Atlas'ın ilk sayfasını günlüğüme iliştiriyorum özenle. Yani yine gözümün önüne, elimin altına...


Prolog

Sanırım nedenlerin çoğulluğundan ilk söz eden John Stuart Mill ‘di. Bu kitaba ilişkin olarak her ikisi de aşikâr olan iki nedene işaret edebilirim. Birincisi Alberto Girri adında önde gelen bir Arjantinli şair. Yeryüzü üzerindeki şu hoş ikametimiz sırasında Maria Kodama ile ben birçok yöre gezip buralardan büyük tatlar derledik. Ve bu yerler bize birçok fotoğrafla birçok metin sundu. Nedenlerin ikincisi, yayıncı ve eleştirmen Enrigue Pezzoni bunları gördü: Girri ise onların birlikte harmanlanarak küçük çapta kaotik bir kitap oluşturabilecekleri görüşünü ortaya attı. İşte bu kitap, o kitap. Bu kitap, yalnızca fotoğraflarla örneklendirilmiş bir dizi metinden ya da metinlerce açıklanmış bir dizi fotoğraftan ibaret değil. Her bir bölüm bir sözcükler ve imgeler bileşimini de kendi bütünlüğünde somutlaştırmakta. Bilinmeyeni keşfetmek ne Sinbad’a, ne Kızıl Erik’e, ne de Kopernik’e özgü bir ayrıcalıktır. Herkes, her bir kişi bir kâşiftir aslında. Her bir kişi acılığı, tuzluluğu, içbükeyliği, düzlüğü, kabalığı, gökkuşağının yedi rengiyle alfabenin yirmi küsur harfini keşfederek başlar; çehreler, haritalar, hayvanlar ve yıldızlara doğru devam eder. Kuşkuyla, ya da inanla ve kendi bilgisizliğine ilişkin nerdeyse tam bir kesinlikle bitirir.

Maria Kodama ile ben, hepsi kendine özgü ayrımlara sahip, eşi emsali olmayan sesler, diller, alacakaranlıklar, kentler, bahçeler ve halklar bulmanın şaşkınlığını ve keyfini paylaştık. Bu sayfalar, hala devan eden bu uzun serüvenin anıtları olmayı dilemekte…

Jorge Luis Borges - Maria Kodama / Atlas

3 Şubat 2010 Çarşamba

Çok kişisel bir post : Veda

3m Migros'u mahallemin bakkalı gibi kullanıyorum zira iş yerime 3 dk gibi bir mesafede. Bir ara bloga şöyle baktım, Seval'in bugünkü postunu okuduktan sonra işime döndüm, çalıştım, Gri Kent Sakini ile mailleştim, biricik dostum Tuba ile telefonlaştım. Ouz'un yapbozlarımızı çerçeveciye sapasağlam götürdüğü haberini aldım. Yemek sonrası ofisçe aburcuburumuz geldi. Her zaman olduğu gibi kim gidecek tartışması olmadı. Ben "bi koşu giderim siz durun" dedim.

3m bakkalımıza girdiğimde kitap reyonundan "Veda" bana bakıyordu, daha önce Ayşe Kulin okumadım. Sevalimin bugünkü postuna gelip yerleşen yazar benim de yazarım olabilir neden olmasın diye düşündüm.

Seval bi de iznin olursa bende senin gibi okuduğum kitaplara 1. 2. diye numero vermek istiyorum. Yapabiler miyim seval? İzin verirsin di mi:) Verirsin verirsin.

Kardan adımlar




2 Şubat 2010 Salı

-KAPALI-



Burası belli ki bir süre daha kar fotoğraflarımın bombardımanına uğrayacak. Durumdan sıkılanlar olursa şimdiden kusuruma bakmasınlar. Halimcegünce senden şimdiden özür dilerim. Ama en azından bunlara bakıp özlemini biraz olsun giderebilirsin belki.

An itibariyle yine

Zilli bu duruma alışık, biz değiliz...

Bazen bir ses duyar insan, dönüp bakmak ister

Ama bazen o sesi duymazdan gelip arkaya dönüp bakmadan gitmek en iyisidir.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Anılar kovanımın vızırdayan yanı

Yeri geldiğinde dillendiririm, mutlu bir çocukluğum oldu benim. Mutlu çocukluğumun en mutsuz gününde dolmuşun içinde tek başıma otururken görürüm kendimi. Gök mavisi bir dolmuş. İçinde sessiz sessiz ağlarım. Şoförün dikizden bana bakıp bakmadığını anımsamam. Anımsadığım hafta sonu olduğu ve matematik dersi için okula gittiğim. Çok çocuklu bir ailede küçücük evlerde ranza kaçınılmazdır. Dönem dönem alt katında dönem dönem üst katında uyuduğum ranzanın o gün alt katında ikamet etmekteyim. Annemin başucumda “Şimşek” demesiyle gözlerimi açıyorum. Bana nasıl söyleyeceğini bilememiş ve sadece “Şimşek” demişti. Ve Şimşek’in gittiği annemin yüzünde o kadar belliydi ki. O ilk köpeğimdi. Sonra Fındık geldi. Şimdi fark ediyorum da isim verme konusunda yaratıcılıktan ne kadar uzakmışız.

Mutluluğumu hüzne bulayan ölümü mavi dolmuşa hapsedebilseydim keşke. Şimşek’in ardından çok geçmemişti ki karşı sokağımızda yaşayan Ahmet dede’yi uğurladık. Ahmet Dede o son gününde etrafında fır dönen insanların tüm yemek önerilerini reddetmiş, çorbaya kafa sallamış, yoğurdu elinin tersiyle itmiş, haşlanmış patatese sesini çıkarmamıştı. Fehime Nine ile yataklarını besbelli uzun yıllar önce ayırmışlardı. Günün birinde insanların yaşlandığını, yatakların ayrıldığını ve iki yatağın L şekli verilerek yerleştirildiğini o odada fark ettiğimi, O gün Ahmet Dede’nin odasına biz çocukların alınmadığını, arka odada türlü oyunlarla vakit geçirdiğimizi, konu komşunun eve doluştuğunu, bir yolunu bulup odaya girdiğimi ve odanın buram buram haşlanmış patates koktuğunu anımsıyorum. Ahmet Dede karabiber istemiş, isteği reddedilmemişti. Koku hafızası enteresandır. Bir yapıştı mı bırakmaz yakasını adamın. Tahmin edileceği üzere ne zaman patates haşlansa, dörde bölünse beyaz bir tabağın içinde ve üzerine karabiber serpilse Ahmet Dede’yi anarım.

Anılar kovanının dolu olması mı iyidir yoksa sonradan istenildiği gibi doldurulması mı? Bilemem. Bildiğim, naif denebilecek zayıf yanımın ağlarını benliğime sinsice o günlerde inşa ettiğidir. Kovanımı istesem de bunlardan arındıramam…

Şubat Filmlerim