29 Temmuz 2011 Cuma

İsim Kargaşası

Dün akşam anneme gittim, Sonya kıvrılmış koltuğun köşesine, sırtı rahat ettirme amaçlı yastıklardan birinin altına doğru sokmuş başını, gölge- karanlıkta derin bir uykuda. Bıyıklarının çıktığı yerlerde siyahlıklar var, sanki sürtünmüş de, azıcık kanayıp kabuk bağlamış gibi. Hem bunu gösteririm, hem de parazit tedavisine başlanır düşüncesiyle Emre'yi aradım, "Klinikte misin?" 15 dakika sonra orada olacağını söyledi. Kapattım. Baktım annem kaybolmuş ortalıktan, yatakodasından çıktı geldi, elinde beyaz örtü gibi bişey. "Şimdi sepeti yok ya, kutunun içine koyarız ama kutunun içine koymadan önce de bu bezi yayarız" dedi. Bembeyaz sakız gibi, pembe şeritleri var kumaşın, annem benim altımı onun üzerinde açar bezimi onun üzerinde değiştirirmiş, bebekliğimden bugüne kadar saklaması garip, odaya girip 3-5 dakika içinde bulabilmesi daha da garip. Ben zaten annemin dolabının gizli bir paralel evrene açıldığına inanıyorum. Utanmadan bizden de saklıyor bu durumu, sanki ona dönüp "hani ben 5 yaşındayken bir mont giyerdim, şapkası ponponluydu" desem, "dur getirip göstereyim" diyecek, o derece! Bu kuyu dolap sanki içine aldıkça alıyor annemin, babamın ve benim geçmişimizi. Geçmişteki Giysilerimizi. Öyle olduğuna inanıyorum. Hele bezlerimin değiştirildiği altaç örtüsü de çıktıysa oradan, kimbilir daha neler çıkabilir.

Konumuza dönelim. Kliniğe girdik. Muayene odasındaki masanın üzerine bıraktık Sonya'yı, tartıldı ve tam 920 gram. 1,5 aylık ya var ya yok. Ve asıl bomba! Erkek!

E ben bu durumda erkek bir kediye Sonya adını vermiş durumdayım. Bir önceki postun yazışmalarında dün akşam Justine'e dert yandım, ondan çok şahane bir öneri geldi, isim için şartları çok da zorlamamaktan yana bir tavır sergileyip "Sony" olabilir dedi. Bence iyi fikir.

Bugün çok zor adapte oldum hayata, bedenim yat, kalkma komutları veriyor sürekli. Yatamadım tabi, beynimin içi, terkedilmiş, kimsesiz kalmış arı kovanı gibi.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Sıradışı Bir Gece

Toplam olarak tam altı kişiydik. Sezen dahil herkes Sezen'in ağzından çıkacak olan kelimelere bakıyorduk. Ortalık koli yığınları ile doluydu. Adım atmakta zorlanıyorduk. Ömrü hayatımda görmediğim ilaç isimleri ile karşılaşıyordum, Oğuz tüm muzırlığı üzerinde, herşeye espri ile yaklaşıp Sezen'in üzerindeki "bunca ilaç nasıl dizilecek bu raflara bir gecede" gerginliğini almaya çalışıyor, başarıyordu. Ben durup durup, "tamam, olmadığı yeri söyle raflar arası kaydırma yaparız, gerekirse bir daha dizeriz" diyordum, arada bir kapı önüne çıkıp köy kahvesine oturmuş yaşlı amcalara göz atıyordum. Klima takılmadığı için her yanımızdan şakır şakır terliyorduk, ama orada bulunan herkes o ilaçların o raflara yerleşmesi için çok istekliydik, yeter ki her şey Sezen'in istediği gibi olsundu.

Ben tabii işin başına geçmeden bu rafları yerleştirme işini çok hafife aldığımdan habersizdim, zannediyorum ki alıp konulacak ilaçlar hoop bitecek, öyle kafaya göre dizilmiyormuş, etken maddelerine göre ayrılmaları gerekliymiş, e hadi vitaminler, ağrı kesiciler, antibiyotikler tamam da, ilaç dünyası bunlarla da sınırlı değilmiş, çıldırdık. Oğuz, ben ve Mutlu kutunun içinden aynı isimli ilaçlar çıkınca puzzle yapar gibi, mutlu olduk, Sezen'in ağzının içine bakıp komut bekledik, durduk.

Köy ile Edirne arası tam 20 kilometre. Köye gitmek için çeltik tarlalarından aralarından geçmek gerek. Yol çok düzgün. Bir yere kadar anayol, sonra ara yola sapılıyor ama, ara yol da beklediğimden düzgün çıktı, motoru kullanırken hiç zorlanmadım. Köy, bildiğimiz köylerden. Biz gece boyunca çalışırken birileri gelip gidip köy kahvesinden çay ısmarladılar, sürekli lokum sandıkları geldi önümüze, uzattık elimizi lokumlara, nişan ve düğün haberleri olduğunda köy içinde âdettendir lokum dağıtılırmış, biliyordum da, karşılaşınca yeniden hatırladım. İkinci lokum sandığı geldiğinde, "biz aldık biraz önce" dedik hep bir ağızdan, "bu başka, o nişandı bu düğün" dedi bize lokumun tatlılığını sunan kişi. Aradan biraz zaman geçmişti ki, kırmızı kurdele ile göbeğine davetiye bağlanmış bir havlu bırakıldı dağınık kolilerin arasına, işte yine bir köy âdeti. Bir gün içinde o köyden biri gibi olup çıkmıştık. Kahvenin önüne bir ara kırmızı bir araç geldi, dondurmacıymış, Derviş almadan durur mu? Gitti hepimize dondurma aldı, külahta. O dondurma hepimize öyle iyi geldi ki. Bir ara Oğuz'un telefonundan, ses sistemi bilgisayara bağlanınca bilgisayardan müzik dinledik. Derviş, Amy çaldı durdu bilgisayardan, alt raflara eğilmiş antihistaminiklerle haşır neşirdim ki, o an "vay anasını be, bu kadın da gitti" dedim.

Eczane köyün göbeğinde, biraz ilerisinde sağlık ocağı var, iki köy kahvesinin arasında kalmış durumda, eczanenin önünde bir ağaç var, önünde bir bank vardı, muhtarın âzalarından biri saat 23 sularında hem "kolay gelsin gençler" dedi hem de ilerideki bir depodan ikinci bir bank daha getirdi, iki bankı karşılıklı koyduk, ha şöylee. Oturalım mı? Oturamadık tabii. Henüz köy meydanı sessizliğe kavuşmamışken, çocuklar top oynarken, atladık araçlara, Derviş önümdeki, Oğuz, Sezen, Mutlu, Murat ardımdaki arabada, ben ortada, uça kaça sessiz kentimize geldik, evlere dağıldık, duşumuzu aldık. Uzun zaman sonra özlediğim beden yorgunluğu vardı üzerimde uykuya dalmadan önce. Yaşamak güzel.

Oğuz uykuya dalmadan önce yolculukla ilgili aklına takılmış olmalı ki, hızınmın bir ara 100'ü vurduğunu, bunu farkettiğini, biraz tedirgin olduğunu, hafif bir korku da duyduğunu söyledi, en kısa zamanda "sana dizlik, kolluk gibi diğer aparatlardan da alalım" dedi. Anlaşılan kaskımın olması yeterli gelmedi gözüne. Uyuduk.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Umut

Her taşınmada umut dolu bir yan vardır. Öyle bilirim. Zihnim umuda yorar yeniliği. İçinde korkular barındırmayan yenilik de yok işte. Ama olsun.

Sezen radikal bir kararla, eczanesini taşımaya niyetlendi. Hem de Edirne'nin bir köyüne. Onun köy macerası biraz da şartların getirmesiyle başlıyor, bizim istediğimiz gibi değil biraz onunkisi. Neyse, dün işyerime geldi, üst katımda oturmasına rağmen görüşemiyoruz günlerdir. Bir kahve içimlik kaldı, anlattı anlattı, gitti. Ben onu uğurlarken ve o arabaya binerken seslendim, "belki biz de o köye yerleşiriz, sen gece bize kalmaya gelirsin" dedim. "Hıı hıı tavuklar filan" dedi. Kafası artık nasıl doluysa, günlerdir koşturuyor. Bürokratik işler kolay değil. Telefon ve adsl bağlatmak sorun olmuş, telefoncudan klima servisine kadar çeşitli mırın kırın durumları ile karşılaşmış.

Biraz önce aradı, "Valilik'teyim, akşam iş çıkışı eczaneye gelsene, ilaç dizmek için yardıma ihtiyacım var" dedi. Gelmez miyim hiç? Elbette gelirim. Motor var nasılsa. Hem ben zaten çok şahane ilaç dizerim. Çocuk gibi seviniyorum ben böyle şeylere. Şapşalca bir sırıtma gelip yerleşiyor yüzüme. Öyle.

26 Temmuz 2011 Salı

Tango'da Karşılaşma

Bu fotoğrafı çekerken çok heyecanlandım, görür görmez "Aşk" dedim. Sonra kafamdaki ikinci ses konuştu, "ne yani, herkes kendi yolunda yürüyerek aşkı yaşayamaz mı?"  Yaşanır belki, belki başkaları için "herkesin kendi yolunda yürümesidir aşk" bilemedim. 

24 Temmuz 2011 Pazar

Leş

En son kitap alışverişimde elim Ferit Edgü'ye gitti. Öyküsever olduğumu söyleyebilirim ya pekala, bu adamı tanıyıp bilemediğimi de utanmadan söyleyebilirim. Hakkında neredeyse tek kelime bilmiyorum. İşte bir cuma gününe denk geldi tanışmamız. Suç ve Ceza'ya başlamamın üzerinden tam üç hafta geçmişti. Raskolnikov ile aramızda başlayıp gelişen o muazzam üç haftalık ilişki, kitabın son sayfasını da okuyup kapattıktan sonra elbette bitmedi.
Zihnimde Rasko'yu taşımaya devam ettiğim o sabah hava günlük güneşlikti. Bilindik, tanıdık sıcak bir temmuz günü. İş çıkışı soluğu Limon'da aldım. Ferit Edgü 1953 ile 2002 yılları arasındaki öykülerini elimde tuttuğum bu kitapta toplamış. Adını Leş koymuş. Ağustos böcekleri tepemdeki ağaçların dallarına saklanmış ortalığı yaygaraya veriyorlar, o an okumakta olduğum şiir gibi öykülerle arama girip neşe içinde Limon'un müziğini bastırıyorlar. İki ay sonra bu sesleri duymak istesem de duyamayacağımın bilincindeyim.

Neden elimdeki kitabın adı Leş? Ferit Edgü şöyle açıklıyor, paylaşmayı uygun görüyor;

"Bugüne değin hiç kimseyle paylaşmadığım bir anıyı, sırasıdır burada okurla paylaşayım.

Yıllarca önce, yanılmıyorsam, Sait Faik ödülünün Bir Gemide'ye verildiği sıralarda, bir akşam telefonum çaldı. Karşımda tanıdığım bir ses, bir kadın sesi, kendisiyle konuşacak birkaç dakikam olup olmadığını sordu. (Tanıdığım insanın sesi olamazdı bu, çünkü o çoktan ölmüştü.) Tabiî ki vardı. Adını sorduğumda, " Beni tanımazsınız, dedi. Önemi de yok." Sonra "Bir zamanlar Leş adlı bir öykünüzü okumuştum, diye sürdürdü konuşmasını. Merak ediyorum, hâlâ, arada bir de olsa, teknenize gelip yapıştığı oluyor mu?.."

Donup kalmıştım.
Hemen yanıtlayamadım. Uzun bir süre sustuktan sonra, bilmem niçin yalan söyledim:

"Hayır, kurtuldum ondan."
"İşte buna memnun oldum" dedi karşımdaki ses.

Sonra bana mutluluklar dileyerek kapadı telefonu.
İşte bu nedenle, Baudelaire'in bir şiirinden ödünç aldığım başlığı seçtim bu kitaba : LEŞ

Kitabı okumaya dalmıştık ki, gizli bir ses sanki düdüğünü öttürdü, bir fabrikada işçiler bir anda nasıl makineleri kapatırlarsa, fabrika binasına nasıl bir sessizlik yayılırsa, öyle. Hep bir ağızdan sustu Ağustos böcekleri. Vardiyaları bitmişti.

Bitmeden hemen önce elime fotoğraf makinemi alıp 34 saniyeyi kayda geçirdim. Bir im olsun istedim, Leş'in imi.




Günün finali; daha önce yağmurlu bir cuma akşamı gittiğim Limon'dan, bu kez gittiğimde yağmursuz, kalktığımda dev yağmur damlaları eşliğinde ayrıldım. Üzerimde ince askılı bir şey, eve dönene kadar, yağmurun etrafa yaydığı ağaçların kokusu, haftalardır sıcaktan kavrulan otların suya doyamamaları, toprağın çatlakları, ben motorun gazına bastıkça göğsümü döven yağmur...