29 Temmuz 2011 Cuma

İsim Kargaşası

Dün akşam anneme gittim, Sonya kıvrılmış koltuğun köşesine, sırtı rahat ettirme amaçlı yastıklardan birinin altına doğru sokmuş başını, gölge- karanlıkta derin bir uykuda. Bıyıklarının çıktığı yerlerde siyahlıklar var, sanki sürtünmüş de, azıcık kanayıp kabuk bağlamış gibi. Hem bunu gösteririm, hem de parazit tedavisine başlanır düşüncesiyle Emre'yi aradım, "Klinikte misin?" 15 dakika sonra orada olacağını söyledi. Kapattım. Baktım annem kaybolmuş ortalıktan, yatakodasından çıktı geldi, elinde beyaz örtü gibi bişey. "Şimdi sepeti yok ya, kutunun içine koyarız ama kutunun içine koymadan önce de bu bezi yayarız" dedi. Bembeyaz sakız gibi, pembe şeritleri var kumaşın, annem benim altımı onun üzerinde açar bezimi onun üzerinde değiştirirmiş, bebekliğimden bugüne kadar saklaması garip, odaya girip 3-5 dakika içinde bulabilmesi daha da garip. Ben zaten annemin dolabının gizli bir paralel evrene açıldığına inanıyorum. Utanmadan bizden de saklıyor bu durumu, sanki ona dönüp "hani ben 5 yaşındayken bir mont giyerdim, şapkası ponponluydu" desem, "dur getirip göstereyim" diyecek, o derece! Bu kuyu dolap sanki içine aldıkça alıyor annemin, babamın ve benim geçmişimizi. Geçmişteki Giysilerimizi. Öyle olduğuna inanıyorum. Hele bezlerimin değiştirildiği altaç örtüsü de çıktıysa oradan, kimbilir daha neler çıkabilir.

Konumuza dönelim. Kliniğe girdik. Muayene odasındaki masanın üzerine bıraktık Sonya'yı, tartıldı ve tam 920 gram. 1,5 aylık ya var ya yok. Ve asıl bomba! Erkek!

E ben bu durumda erkek bir kediye Sonya adını vermiş durumdayım. Bir önceki postun yazışmalarında dün akşam Justine'e dert yandım, ondan çok şahane bir öneri geldi, isim için şartları çok da zorlamamaktan yana bir tavır sergileyip "Sony" olabilir dedi. Bence iyi fikir.

Bugün çok zor adapte oldum hayata, bedenim yat, kalkma komutları veriyor sürekli. Yatamadım tabi, beynimin içi, terkedilmiş, kimsesiz kalmış arı kovanı gibi.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Sıradışı Bir Gece

Toplam olarak tam altı kişiydik. Sezen dahil herkes Sezen'in ağzından çıkacak olan kelimelere bakıyorduk. Ortalık koli yığınları ile doluydu. Adım atmakta zorlanıyorduk. Ömrü hayatımda görmediğim ilaç isimleri ile karşılaşıyordum, Oğuz tüm muzırlığı üzerinde, herşeye espri ile yaklaşıp Sezen'in üzerindeki "bunca ilaç nasıl dizilecek bu raflara bir gecede" gerginliğini almaya çalışıyor, başarıyordu. Ben durup durup, "tamam, olmadığı yeri söyle raflar arası kaydırma yaparız, gerekirse bir daha dizeriz" diyordum, arada bir kapı önüne çıkıp köy kahvesine oturmuş yaşlı amcalara göz atıyordum. Klima takılmadığı için her yanımızdan şakır şakır terliyorduk, ama orada bulunan herkes o ilaçların o raflara yerleşmesi için çok istekliydik, yeter ki her şey Sezen'in istediği gibi olsundu.

Ben tabii işin başına geçmeden bu rafları yerleştirme işini çok hafife aldığımdan habersizdim, zannediyorum ki alıp konulacak ilaçlar hoop bitecek, öyle kafaya göre dizilmiyormuş, etken maddelerine göre ayrılmaları gerekliymiş, e hadi vitaminler, ağrı kesiciler, antibiyotikler tamam da, ilaç dünyası bunlarla da sınırlı değilmiş, çıldırdık. Oğuz, ben ve Mutlu kutunun içinden aynı isimli ilaçlar çıkınca puzzle yapar gibi, mutlu olduk, Sezen'in ağzının içine bakıp komut bekledik, durduk.

Köy ile Edirne arası tam 20 kilometre. Köye gitmek için çeltik tarlalarından aralarından geçmek gerek. Yol çok düzgün. Bir yere kadar anayol, sonra ara yola sapılıyor ama, ara yol da beklediğimden düzgün çıktı, motoru kullanırken hiç zorlanmadım. Köy, bildiğimiz köylerden. Biz gece boyunca çalışırken birileri gelip gidip köy kahvesinden çay ısmarladılar, sürekli lokum sandıkları geldi önümüze, uzattık elimizi lokumlara, nişan ve düğün haberleri olduğunda köy içinde âdettendir lokum dağıtılırmış, biliyordum da, karşılaşınca yeniden hatırladım. İkinci lokum sandığı geldiğinde, "biz aldık biraz önce" dedik hep bir ağızdan, "bu başka, o nişandı bu düğün" dedi bize lokumun tatlılığını sunan kişi. Aradan biraz zaman geçmişti ki, kırmızı kurdele ile göbeğine davetiye bağlanmış bir havlu bırakıldı dağınık kolilerin arasına, işte yine bir köy âdeti. Bir gün içinde o köyden biri gibi olup çıkmıştık. Kahvenin önüne bir ara kırmızı bir araç geldi, dondurmacıymış, Derviş almadan durur mu? Gitti hepimize dondurma aldı, külahta. O dondurma hepimize öyle iyi geldi ki. Bir ara Oğuz'un telefonundan, ses sistemi bilgisayara bağlanınca bilgisayardan müzik dinledik. Derviş, Amy çaldı durdu bilgisayardan, alt raflara eğilmiş antihistaminiklerle haşır neşirdim ki, o an "vay anasını be, bu kadın da gitti" dedim.

Eczane köyün göbeğinde, biraz ilerisinde sağlık ocağı var, iki köy kahvesinin arasında kalmış durumda, eczanenin önünde bir ağaç var, önünde bir bank vardı, muhtarın âzalarından biri saat 23 sularında hem "kolay gelsin gençler" dedi hem de ilerideki bir depodan ikinci bir bank daha getirdi, iki bankı karşılıklı koyduk, ha şöylee. Oturalım mı? Oturamadık tabii. Henüz köy meydanı sessizliğe kavuşmamışken, çocuklar top oynarken, atladık araçlara, Derviş önümdeki, Oğuz, Sezen, Mutlu, Murat ardımdaki arabada, ben ortada, uça kaça sessiz kentimize geldik, evlere dağıldık, duşumuzu aldık. Uzun zaman sonra özlediğim beden yorgunluğu vardı üzerimde uykuya dalmadan önce. Yaşamak güzel.

Oğuz uykuya dalmadan önce yolculukla ilgili aklına takılmış olmalı ki, hızınmın bir ara 100'ü vurduğunu, bunu farkettiğini, biraz tedirgin olduğunu, hafif bir korku da duyduğunu söyledi, en kısa zamanda "sana dizlik, kolluk gibi diğer aparatlardan da alalım" dedi. Anlaşılan kaskımın olması yeterli gelmedi gözüne. Uyuduk.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Umut

Her taşınmada umut dolu bir yan vardır. Öyle bilirim. Zihnim umuda yorar yeniliği. İçinde korkular barındırmayan yenilik de yok işte. Ama olsun.

Sezen radikal bir kararla, eczanesini taşımaya niyetlendi. Hem de Edirne'nin bir köyüne. Onun köy macerası biraz da şartların getirmesiyle başlıyor, bizim istediğimiz gibi değil biraz onunkisi. Neyse, dün işyerime geldi, üst katımda oturmasına rağmen görüşemiyoruz günlerdir. Bir kahve içimlik kaldı, anlattı anlattı, gitti. Ben onu uğurlarken ve o arabaya binerken seslendim, "belki biz de o köye yerleşiriz, sen gece bize kalmaya gelirsin" dedim. "Hıı hıı tavuklar filan" dedi. Kafası artık nasıl doluysa, günlerdir koşturuyor. Bürokratik işler kolay değil. Telefon ve adsl bağlatmak sorun olmuş, telefoncudan klima servisine kadar çeşitli mırın kırın durumları ile karşılaşmış.

Biraz önce aradı, "Valilik'teyim, akşam iş çıkışı eczaneye gelsene, ilaç dizmek için yardıma ihtiyacım var" dedi. Gelmez miyim hiç? Elbette gelirim. Motor var nasılsa. Hem ben zaten çok şahane ilaç dizerim. Çocuk gibi seviniyorum ben böyle şeylere. Şapşalca bir sırıtma gelip yerleşiyor yüzüme. Öyle.

26 Temmuz 2011 Salı

Tango'da Karşılaşma

Bu fotoğrafı çekerken çok heyecanlandım, görür görmez "Aşk" dedim. Sonra kafamdaki ikinci ses konuştu, "ne yani, herkes kendi yolunda yürüyerek aşkı yaşayamaz mı?"  Yaşanır belki, belki başkaları için "herkesin kendi yolunda yürümesidir aşk" bilemedim. 

24 Temmuz 2011 Pazar

Leş

En son kitap alışverişimde elim Ferit Edgü'ye gitti. Öyküsever olduğumu söyleyebilirim ya pekala, bu adamı tanıyıp bilemediğimi de utanmadan söyleyebilirim. Hakkında neredeyse tek kelime bilmiyorum. İşte bir cuma gününe denk geldi tanışmamız. Suç ve Ceza'ya başlamamın üzerinden tam üç hafta geçmişti. Raskolnikov ile aramızda başlayıp gelişen o muazzam üç haftalık ilişki, kitabın son sayfasını da okuyup kapattıktan sonra elbette bitmedi.
Zihnimde Rasko'yu taşımaya devam ettiğim o sabah hava günlük güneşlikti. Bilindik, tanıdık sıcak bir temmuz günü. İş çıkışı soluğu Limon'da aldım. Ferit Edgü 1953 ile 2002 yılları arasındaki öykülerini elimde tuttuğum bu kitapta toplamış. Adını Leş koymuş. Ağustos böcekleri tepemdeki ağaçların dallarına saklanmış ortalığı yaygaraya veriyorlar, o an okumakta olduğum şiir gibi öykülerle arama girip neşe içinde Limon'un müziğini bastırıyorlar. İki ay sonra bu sesleri duymak istesem de duyamayacağımın bilincindeyim.

Neden elimdeki kitabın adı Leş? Ferit Edgü şöyle açıklıyor, paylaşmayı uygun görüyor;

"Bugüne değin hiç kimseyle paylaşmadığım bir anıyı, sırasıdır burada okurla paylaşayım.

Yıllarca önce, yanılmıyorsam, Sait Faik ödülünün Bir Gemide'ye verildiği sıralarda, bir akşam telefonum çaldı. Karşımda tanıdığım bir ses, bir kadın sesi, kendisiyle konuşacak birkaç dakikam olup olmadığını sordu. (Tanıdığım insanın sesi olamazdı bu, çünkü o çoktan ölmüştü.) Tabiî ki vardı. Adını sorduğumda, " Beni tanımazsınız, dedi. Önemi de yok." Sonra "Bir zamanlar Leş adlı bir öykünüzü okumuştum, diye sürdürdü konuşmasını. Merak ediyorum, hâlâ, arada bir de olsa, teknenize gelip yapıştığı oluyor mu?.."

Donup kalmıştım.
Hemen yanıtlayamadım. Uzun bir süre sustuktan sonra, bilmem niçin yalan söyledim:

"Hayır, kurtuldum ondan."
"İşte buna memnun oldum" dedi karşımdaki ses.

Sonra bana mutluluklar dileyerek kapadı telefonu.
İşte bu nedenle, Baudelaire'in bir şiirinden ödünç aldığım başlığı seçtim bu kitaba : LEŞ

Kitabı okumaya dalmıştık ki, gizli bir ses sanki düdüğünü öttürdü, bir fabrikada işçiler bir anda nasıl makineleri kapatırlarsa, fabrika binasına nasıl bir sessizlik yayılırsa, öyle. Hep bir ağızdan sustu Ağustos böcekleri. Vardiyaları bitmişti.

Bitmeden hemen önce elime fotoğraf makinemi alıp 34 saniyeyi kayda geçirdim. Bir im olsun istedim, Leş'in imi.




Günün finali; daha önce yağmurlu bir cuma akşamı gittiğim Limon'dan, bu kez gittiğimde yağmursuz, kalktığımda dev yağmur damlaları eşliğinde ayrıldım. Üzerimde ince askılı bir şey, eve dönene kadar, yağmurun etrafa yaydığı ağaçların kokusu, haftalardır sıcaktan kavrulan otların suya doyamamaları, toprağın çatlakları, ben motorun gazına bastıkça göğsümü döven yağmur...

22 Temmuz 2011 Cuma

Yeterli


* Fotoğrafın hikayesi; Çok sevdiğimiz birini, -köyde yaşayan, tavuk sesleriyle uyanan, yaşamının son bir yılını pencereden dışarı bakarak, hayaller kurarak geçiren- ziyarete giderken çekmiştik. Arabayı Halim kullanıyordu, baklavalı kahvaltının yolcusuyduk. Şimdi ne Halim burada, ne de ziyaretine gittiğimiz kişi.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Bir akşam kahvaltısı

Akşam kahvaltısı yaptık bugün, sıcak yemekle uğraşmadık, bol bol domates tükettik, köy hayalimizi gerçekliğe bağlamaya çalıştık, köyde yaşarken geçimimizi neyle sağlayabiliriz sorusunun peşinden gittik. Köyde doğmuş büyümüş olmayı çok isterdim ben, küçükken istemezdim sanırım, şimdiki halimle istiyorum. Eğer köyde doğmuş olsaydık, şimdi hayvancılık üzerine araştırmalar yapmak zorunda kalmazdık. Gerçi bu plan çok kısa vadede gerçekleşebilecek gibi değil, bir süre daha bu sistemin yürümesi gerek. Farkındaysan ben gelecek üzerine de konuşmaktan hiç hoşlanmıyorum. "Ne planlıyorsun?" diye sorsa biri, "ömrüm işte böyle sürsün gitsin" derim. Böyle iyi çünkü. Değişecekse de, hayat; kente 15 km mesafedeki bir köye yerleşerek değişsin isterim. Ben yine atlayayım motora, püfür püfür bir rüzgar, ardımda motorun tekerlek izleri...

Bu akşam yemek yerken Oğuz yaptı yine müzik seçimlerini. İşte aşağıdaki parçayı hiç bu kadar dikkatli dinlememiştim, Atze'nin anlattıkları ile parçanın hem ritmi, hem sözleri örtüşüverdi zihnimde. Atze hoş kız. Alem kız. Ömürsün vallahi denilecek kız. Doğumgünüm olmadığı halde bana iyi ki doğmuşsun diyebilecek kadar hisli, ince kız. El üstünde tutulası. Şaşılası kız. Ah evet bi de şimdi aşık kız.

Ekşi sözlük'ten aşırdım şarkının sözlerini, gözümüzün önünde olsun şöyle. İyice bir ezberleyelim.

P.s.: Dün akşam bebekler gibi uyudum, Unisom bir numerosun.


magic, moments
when two hearts are caring
magic, moments
memories we've been sharing
i'll never forget the moment we kissed
the night of the hayride
the way that we hugged to try to keep warm
while taking a sleigh ride
magic, moments
memories we've been sharing
magic, moments
when two hearts are caring
time can't erase the memory of
these magic, moments
filled with love

the telephone call that tied up the line
for hours and hours
the saturday dance, i got up the nerve
to send you some flowers
magic, moments
memories we've been sharing
magic, moments
when two hearts are caring
time can't erase the memory of
these magic, moments
filled with love
the way that we cheered
whenever our team
was scoring a touchdown
the time that the floor
fell out of my car
when i put the clutch down
the penny arcade
the games that we played
the fun and the prizes
the halloween hop
when everyone came
in funny disguises
magic, moments
filled with love

17 Temmuz 2011 Pazar

Sonya'lı Günler ve Heidi'ye Mektup

Canım Heidi,

Sana bu mektubu aslında çok daha önce yazmalıydım, yazamadım. Zor günler geçiriyorsun, biliyorum. Seninle yazışmamızın ardından İstanbul'daki arkadaşıma evlerinde bir kediyi misafir edip edemeyeceklerini sordum, onlar onaltı yıllık arkadaşları Kanika'nın yokluğundan sonra yeni bir ev arkadaşına sıcak bakmıyorlar, başka da bu konuda yardım isteyeceğim kimse yok, bir arkadaşım yalnız yaşamaya başladı ki, hep bir kedili ev isterdi, onun da Sıdıka ile sorunsuz bir ilişki içinde bulunacağına kanaat getiremedim, Pirinç biliyorsun, daha bugün masanın altından onun sandalyesine dinlensin diye uzattığım şeyin ayağım olduğunu algılayamayıp tıslamaya başlamıştı ki, sonra o şeyin benim bir parçam olduğuna ikna oldu, ortalık sakinleşti, Sıdıka bu eve gelse bile rahat edemez biliyorum.

Geçen hafta üç gün üstüste kısa süreli de olsa anneme ziyarete gittim, evin yeni üyesiyle haşır neşir olma hevesindeydim, aşağıda gördüğün fotoğrafta uyuyan melek görünümlü şeytan, uyanıkken o kadar hareketli ki, bilirsin işte bebek kedileri. İlk gün isim konusu hiç açılmadı, mahallenin çocukları her zamanki alışkanlıkla elbette renginden tarçın ismini benimsemişlerdi, ikinci gün bu haylazla epey oynaştık, ismini de o gün koydum, biraz olsun, hüznünün de hafifleteceğini umarak. Bu minik yavrunun gelip annemi bulmasını hayatın manidar oyunlarından biri varsayarak... Ayrıca işe bak ki, bugünlerde elimden düşmeyen kitabın ana karakterlerinden biri de evet Sonya, hem daha da güzel bir isim olamazdı düşüncesindeyim.


Hemen belirteyim, annem bahçeli bir evde yaşıyor, gün içerisinde, işten başımı kaldırıp telefonu alıyorum elime, annem "efendim" der demez "Sonya ne alemde" diye soruyorum, kimi zaman "tek kişilik koltukta tam vantilatörün karşısında" yanıtı alıyorum, kimi zamansa yaz tatilini annemle geçiren Zeyno'nun çıplak ayağına yaslanmış, ikisinin birlikte derin bir öğle uykusunda olduklarını öğreniyorum.

Ayrıca Babam iki haftadır sayısal oynuyormuş hem Sonya'nın hem de uzaklarda yaşayan kuzenimin şansına. Gördüğün üzere bu kız iyiden iyiye bizim eve alışmış, ileride nasıl olur bilemiyorum, yarın öbür gün büyüyüp de özgür kız ayaklarıyla bizimkilere sırtını döner mi, şimdiden kestiremiyorum. Demem o ki, karnı acıktığında kapısını çalacağı bir kapı, vantilatörlü bir koltuk, oyun arkadaşları mevcut, kendisi de bunun bence gayet farkında.


Bütün bunlar senin kederini hafifletmez belki, ama bu mektuptaki bilgi, hüznünün yanına küçücük de olsa bir tebessümü belki kondurabilir ümidindeyim. Kimi zaman insanoğlu gündelik koşturmacaların esiri olsa da, hani kimi zaman belli edemesem de, lütfen kalbimin seninle olduğunu hep bil.

Ayrıca Kuzuya selam eder, Mahir'in gözlerinden  öperim.

* Dipnot : Sevgili okuyucu, Heidi'ye yazdığım bu mektupta konuyla ilgili aklında havada kalan soru işaretleri varsa işte burası belki birazını giderebilir.

15 Temmuz 2011 Cuma

Pirinç'li bir akşamüstü

 Justine haklı, bu gözlerdeki cin bakışlar sayesinde rahatlıkla Dosto'nun kahramanlarından biri olabilir.

 Fotoğraf makinesinin askısıyla oynuyoruz aslında, arada bir "ilgilenmiyorum" anlarından biri. Birazdan saldırıya geçecek gibi.

Kediler nasıl yaşlanır bilmiyorum, bunu ilk Pirinç ile deneyimliyorum. Bu surat bana hiç 9 yaşında bir kedi suratı gibi gelmiyor. İnsanların sevdikleri hep genç kalıyor gibi...

14 Temmuz 2011 Perşembe

Organları yutan sokak

Gündelik ilişkilerin en tehlikeli sokaklarından birindeyim. Sakin, sevecen ve anlamaya çalışan yanımın boy göstermesini istiyorum bu sokaklarda. Hırçın, öfkeli birine dönüşmeye hiç niyetim yok. İstemiyorum ki içinde karmaşası olan birine dönüşmeyi. Karmaşam varsa da benim kendimle olsun. Kendimle kavga ederken mesela, bir karga havalandıysa kuru bir dalın üzerinden, o kavgayı karga sayesinde gülümseyerek sevebilirim. Uzlaşmacı yanımın karga ile işbirliği içinde olmasına ben pekala izin verebilirim.

Öyle hassas ki bu ilişkiler sokağı, sokakları da hiç tekin değil bazen. Yutkunup, sakin olmaya çalışarak yaşamalıyım burasını. Deneyeceğim.

Gerginlik anında, ne olduğunu anlamaya çalışarak yazdığım bir mektup havada asılı kalınca, cevaben bir "sus" bile denmediğinde, gerek görülmediğinde, "bekle" komutu verilmediğinde, karanlık ve sessiz bir kavga içine girildiğinde, çok yıpranıyorum. Bir çıt çıksa, dondurucuya konulmuş bir organ gibi olup sanki hasar görmeyeceğim. Şimdi iyiden iyiye yaralı bu organ desem ne değişecek? Hiç. Oysa ben sesli kavgaları severim. Sesli, gürül gürül, anlamaya ve anlaşılmaya yönelik olanlarına sempati duyarım.

Şimdi, sırtımı dönsem bir türlü, beklesem bir türlü... Ben en iyisi yine gökyüzüne bakadurayım. Ne varsa onda var nasılsa...

12 Temmuz 2011 Salı

Göttingen Edirne arası konuşmalar

95-96 yıllarında girdi benim hayatıma. Birlikte Çemberlitaş Kız Öğrenci yurdunun ıslak paspas kokan merdivenlerinde oturup sohbetler ederdik, yurdun balkonundan en muazzam manzaraya bakakalırdık. Kitaplardan, insanlardan, hayallerimizden konuşurduk. O zamanlar, onu tek başına düşünemezdim, düşünürdüm de şöyle; başka bir insanın imgesi ille de onunla ilgili düşüncemin yakasına gelip, yapışırdı. Dostunu sırtında görünmez bir kambur olarak taşıdığını düşünürdüm. En yakın dostu sonsuza dek ayrılmayacağı bir parça gibiydi. O zamanlar öyle görünürdü gözüme.

İşte yurt koridorlarında başlayan dostluğumuz aynı evi paylaşarak devam etti. Nasıl çalkantılı, nasıl gürültülü yıllar anlatamam. Taşra kasabalarında oluşan benliğimizi, İstanbul içindeki düzene karşı korumak için bıçaklarımızı bilediğimiz günler. Neyi neden yaptığımızı pek bilmeden, önsezilerimize fazlasıyla güvendiğimiz yıllar. Hayatı el yordamıyla tanımaya çalışıp, gözlerimizdeki perdeleri aralamaya çalıştığımız anlar. O günlerde dünya, bir rock barından çok farksızdı yahu. Karmaşanın içinde ne gerçek bir ses duyabiliyor, ne de tam olarak birilerini görebiliyordum, zaman zaman birinin yüzü sanki aydınlanır gibi olur sonra yeniden karanlığın içinde yitip giderdi, önemser miydim? Sanmıyorum.  Ama müzik güzeldi.

Onunla aynı evde aynı odayı ikimizin paylaştığı günler geride kalıp yollarımız çeşitli sebeplerle ayrıldıktan çok sonraları öğrendim ki, bir parçası haline gelmiş olan dostuyla araları açılmış, görünmez olan kamburunu sırtından atmış ve Hukuk Fakültesini bitirip yüksek lisans için Almanya'ya taşınmıştı. Biz tekrar görüşmeye işte o Almanya'daki günlerine alışmışken başladık. İstanbul'a geldiğinde kısıtlı zamanlarda da olsa bizim için önemli mekanlarda kahveler içmeyi başardık. Kopmayan bağlarımızı sağlam kıyılara bağladık. O, bu kadar uzaktayken sevdiklerine yakın olmayı nasıl başarır hiç bilmem, sanki koruyup kollayan bir gözü vardır da, hiç kapamaz o gözü, o göz hiç uyumaz, belli de etmez üstelik, uzaktan bakar, korur, kollar gibidir. Doktora tezinden sıkıldığı anlarda, soluğu ya sokaklarda alır, Avrupa kentlerini dolaşır, elinde fotoğraf makinesi ile o diyarlardaki gözümüz olur, ya da internet başındadır da kısacık laflıyor oluruz, minik minik, adım adım...

Aslında tüm bunları anlatmamın sebebi güne başlar başlamaz kendisiyle yaptığımız msn sohbetini paylaşmak içindi. "Bir dostumla sabah konuşuyorduk" diyerek cümleye girmek pek tatsız geldi. Başardıklarıyla gurur duyduğum, üstelik beni dostu olarak gören bu güzel insanı ucundan da olsa buraya iliştirmeden geçemedim, hoş gör.

Onun elinde bugünlerde yeni bir fotoğraf makinesi var, akademisyen damarı burada da başgösterdi, gidip kısa süreli de olsa fotoğrafın eğitimini aldı, teknik öğrenmeyi şart koştu, şimdilerde ışığı öğrenme hevesi içinde. Fotoğraf işinin zor olduğundan yakınıyor. Bense fotoğrafta teknik bilgiyi çok önemser değilim, kompozisyon ağırlıklı fotoğrafları severim, fotoğrafa bakarken; hangi makine kullanılmış, objektifi neymiş bakmam, belki bakarım da, ön planda tutmam, gözüm duygunun peşindedir, bana nasıl nereden değip geçer o kare, bunu önemserim. Konumuz fotoğraf olunca dilimizin bağı çözüldü, konu döndü dolaştı bugünlerde kafamda netleşmiş "fotoğrafçı" kavramına geldi, ben fotoğraf çeken her kişinin fotoğrafçı olmadığına dair düşüncemi netleştirdim,  teknolojik günlük tutuyorum cümlesini, blog yazarıyım cümlesine de tercih ediyorum. Kelimeler ve anlamları üzerinde bu kadar durmak da yersiz, farkındayım. Dostum "profesyonel düşündüğümüzde sen kesinlikle haklısın" dedi sonunda, sonra da "onbeş yıldır hukukla uğraşıyorum kendime hukukçuyum diyemiyorum, çünkü diploma adamı hukukçu yapmaz, ne zaman ki bilirkişi raporlarım hakim karşısına çıkar, ya da doktora tezim kurul tarafından onaylanır, onlar benim görüşlerimin hukuk payını doğrular" diyerek çıktı işin içinden. Aslında hemen hemen aynı şeyleri söylüyoruz. Sıfatların içinin boşaltılıp, kavramların anlamsız hale bürünmesinden hoşnut değiliz.

Bugünlerde Suç ve Ceza'ya ara verdiğim zamanlarda, tekrar tekrar okuduğum bir kitabın yeniden üzerinden geçiyorum, Roland Barthes "Camera Lucida" ile çok derin bir fotoğraf yolculuğuna kısıtlı cümlelerle çıkmayı deniyor. Okudukça bir kavramı kullanırken özenli olmam konusunda kendimi daha titizlenir buluyorum. Sonra dönüp, düşünme biçimini bilgiler üzerine kurmayı seçen dostumu daha bir önemsiyorum. Orada yalnız geçen günlerini dolduran kelimeleri dikkate değer buluyorum. 

Yalnızlık demişken, üzerine son günlerde okuduğum nefis yazılardan birinin linkini buraya iliştirmeyi ihmal etmiyorum. Yorumları bile bu yazının gelişen bir parçası gibi, sırf bu nedenle atlanmamalı.

Şimdilik gidiyorum, fotoğrafçı değilim, hiç olmadım.

10 Temmuz 2011 Pazar

Haftalık Rapor...

Uyku bazen sırtından atar insanı. Öyle uyandım o sabah, ne oldu da yeniden atak geçirir oldum? Neler değişti? İstanbul'a gidip geldim, gelir gelmez çok koşturdum, uykusuz kaldım, sarma tütüne geçtim, kahveme krema koymadım. İlaçlarımı atlamadım. Hımmm. Herşey olabilir. Oğuz'u uyandırmadım. Onun yapabileceği bir şey yok, o uyurken elini tuttum bir süre, baktım olmayacak, kalktım, saate baktım, 04.30 suları. Sırtıma battaneyiyi pelerin gibi doladım, balkona çıktım, araba bakımda, kapının önünde olsa hadi hastaneye gidelim demem için ramak var, nasıl serin bir hava anlatamam, tarlalardan balkona doğru esen rüzgar, çok iyi geldi, biraz sakinleştim, masaya alnımı koydum, Pirinç masaya çıkmış, başımda bekliyor, biraz uyumuşum. Sonra yatağa geçtim, uyandığımda daha iyiceydim. Panik atak böyle işte, sersemletiyor.

Sarma tütüne biraz da sigarayı bırakırız ümidiyle, Harun'da görüp özenmiştim. Tütünün tadını da sevmiştim. Atakla uyandığımda, derinlik duygumu bir an kaybettim, sanki su yatağında gibiydim, garip bişey, ben nefes aldıkça şeklimi alan bir yatakta yatar gibi hissetmiştim, bu duygu biraz korkuttu beni. Sarma tütünü o gün bıraktım. Kahve bir gün boyunca içmedim. İşten erken çıkıp eve geldim, iki  saat kadar uyudum, huzurla. Beni sırtından atan uykuya özlemle inadına sarıldım.

Sürekli eleştirel gözlüklerle etrafındaki insanlara bakanları anlamıyorum. Atakla yaşamamı kabullenmemiş olan insanlar var çevremde. Önemsemiyorum. Sanki herkes zımba gibi sağlam sinirlere sahip olmalı, hassas yanları kimsenin olmamalı. Panik Atak hastası olmak bir zayıflık, hala ilaç kullanıyor olmak güçsüzlük emaresi, nasıl oldu da kurtulamadım bu ilaçlardan. Böyle olmak en fazla Oğuz'u ilgilendirir, zira gecenin bir yarısı atağımla ben başetmeye çalışırken o benden çok çaba sarfediyor, üstelik tanımadığı ve anlamakta çok zorlandığı bir duygu. Her sabah kahvaltıdan sonra içtiğim o kimyasal nesne benim zayıflık emarem, İstanbul kaosundan ürküyor olmam benim sorunum. Hoş dedim ya, bu konuda söz hakkını sadece Oğuz'a veriyorum, gerisi gerçekten umurumda değil. Panik Atakla başetmesini bilmeyen biri olmasın istiyorsa insanlar hayatlarında, hiç itirazım olmaz, rahatlıkla çekip gidebilir. Burada iyi olmamı istemenin dışında bir sinir seziyorum, asıl canımı sıkan o sinir oluyor, neden sinirlenildiğini anlamıyorum.

Bir önceki sabah beni terkisinden sinirle atan uykunun kollarından gayet güzel indim dün sabah aşağıya. Kalktım, duş aldım, sabah çok erken, uykumu almışım, atladım motora, yanıma da Raskolnikov'u aldım, söylemeyi unuttum, Suç ve Ceza, sandığım gibi zor değil, gayet akıcı, su gibi, bir filmi izler gibiyim, Sezen sırf benle oturup kitabı konuşmak için tekrar tekrar başlayıp bıraktığı kitaba yeniden başlamış, Çiğdem elindeki yarım kitapları hızla bitirip eline Suç ve Ceza'yı almış, heyecanımı çok kıskanmış, kıskanmaların böylesi çok güzel. Bir de iki kişinin birlikte yaşadığı hoş bir anıyı tadamadığı için, o anın içinde yer alamadığı için, sevdiği kişiyi bir başkasıyla paylaşmayı kabullenemediği için, yaşanılan kıskançlıklar var, işte onu pek anlamıyorum. Hayır hayır konumuz iki kişinin yaşayıp birbirini kıskandığı aşk kıskançlıkları değil, arkadaşlar arasındakinden bahsediyorum, kıskançlık derin konu, duralım.

Dün Oğuz'la pazara gittik, ne zamandır istediğim kırmızı koltuklarıma krem pikeleri nihayet aldım, pazarda sebze meyve alışverişi Oğuz'un görevi gibi, ben yanında daha çok süs gibi dolaşıyorum, ağırlığı olmayan poşetleri elime tutuşturup duruyor, böyle olunca bir işe de yaramıyor, iyisi ben fotoğraf çekeyim.


Oğuz kırmızı biber seçiyor (kelinde güneş nasıl da güzel parlıyor:) İşini o kadar ciddiye alıyor ki, bir kırmızı biber almak bu kadar uzun sürer mi diye hiç mızırdanmıyorum, pazar yeri gayet kalabalık olmasına rağmen, mekanla gayet uyum içindeyim.

Akşam eve geldiğimizde salonu toparladık Oğuz'la. Sonra yeni pikelerimizi yaydık, ben Rasko ile başbaşa kalmışken Pirinç dayanamayıp zıplıyor yanıma, tam da işte böyle, ayak ucuma... Kıvrılıp gidiyoruz yaşamın içine, krem renginde...

5 Temmuz 2011 Salı

Ayak

tdk :ayak,    
a. 1. anat. Bacakların bilekten aşağıda bulunan ve yere basan bölümü.

Babam bypass ameliyatı için ameliyathaneye gitmeyi beklerken, ya saçlarını kokladım, ya da ayakucuna geçip ayaklarını öptüm. Sevgimin taşıp akacak yer bulmaya çalıştığı anlarda karşıma çıkarsa eğer ayak, öpmeden duramadığım bir çıkıntı. Yere basıp basmaması önemli değil, temiz olup olmaması hiç mühim değil.

Bebeklerle aramda pek sıkı bağlar kurulamıyor, böyle kırılgan bir beden nasıl taşınır? Pratikte korkmadan kucağıma alıp taşıyabiliyorum ama düşününce ele avuca almak cesaret istiyor. Bebeklerin o pembe, yumuşacık, mis kokulu topuklarına karşı kayıtsız kalamıyorum, ne zaman bir bebek görsem, mesela yaz günü çorapları çıkarılmış, ayaklarını alıp ham ham ham yaparak ayağın sahibini eğlendiriyorum, şaşırtıcı biçimde komik buluyorlar bu oyunu, kıkır kıkır katılana kadar gülenine bile rastlıyorum. Oyunu kuralına göre, gıdıklamamaya özen göstererek oynuyorum, zoraki atılan kahkaha ile pek ilgilenmiyorum, eğer ben oyun havamızda değilsem, usulca sokulup yanına, yusyuvarlak topukları koklayıp doya doya öpüyorum. Sanırım ben ayakları iyiden iyiye seviyorum.

Sabaha karşı uyandım, hoş bir aydınlık var odada, tam da aydınlık olmayan bir aydınlık, bu an kısa sürecek, birazdan perdeler engel olmasa oda ışıkla dopdolu olacak, Oğuz uyuyor, nefesini dinliyorum, göğsü usulca inip kalkıyor, bu hareketi oldukça düzenli. Biliyorum ki, huzurlu bir uykunun elinde. İstanbul'dan döndüğümüz akşam havanın serinliği ile tekrar çıkarmak zorunda kaldığımız yorgandan ayaklarını çıkarmış, bir insanı ayaklarından sevip okşamayı seven biri için bu o kadar hoş ki... Hayır hayır, elbette gidip uyuyan birinin ayaklarını öpmeye çalışmak hiç akıllıca olmazdı, sırtımı pencereye dönüp ayaklarımı yorganın dışına çıkararak alarma kadar uykunun kollarına atıldım.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Şenlikli

Cumartesi günü, akşamüzerine doğru kendimizi yolda bulduk, şehre girer girmez soluğu amcamızın yanında aldık. Akın Amca'nın evi fevkalade bir yerde. Mesela yatak odasından, tertemiz çarşaflar serip bize hazırladığı yataktan büyüleyici kuleye bakarak uyuyakalıyorum, saat 3 suları, Oğuz çoktan yorgunluğa yenilip uyuyakalmış, ben Akın Amca ile doyumsuz bir sohbeti ardımda bırakmışım ...  


Gözümü açtığımda ilk gördüğüm. Akşam nerede bırakmışsam, sabah da orada, yerli yerinde, etrafında kırlangıç sürüleri heyecanlı, çığlık çığlığa, soluk soluğa. Saat 9 suları usulca evden çıktık, Galata'yı ardımızda bıraktık, Yonca ve Harun'la kahvaltıya koştuk, kahvaltı müthişti, zaman kısıtlı, konuşacak çok şey var, soluk almadan konuştuk, soluk almadan güldük, derin bir nefes alarak ayrıldık.

Amcanın diğer balkonundan baktığımızda gördüğüm...  Ev tanıtımı gibi oldu bu biraz, gel ben sana biraz amcamızdan bahsedeyim ne dersin?

Canım Akın Amca, o öyle güzel anlatır ki hikayelerini, onun karşısında "dinlemek" en güzel eylemlerden biri, yanında öyle rahatım, kendimi ifade ederken o kadar özgürüm ki, o beni tanımaya o kadar meraklı ki, araya mesafelerin girdiği görüşmelerimize rağmen, araya hiç zaman girmemiş gibiyiz, iyi ki de biz böyleyiz.

 Güneşli ve kalabalık, bina yığını İstanbul'u bu şekilde geride bıraktık. 

İstanbul'da sıcaktan bunalmışken, Edirne yağmurlu ve serin, sessiz ve ıssız, bomboş. İşte tam da istediğimiz gibi.

Not: Cumartesi akşamı Galata Kulesinin hemen altında Caz Festivali kapsamında Tünel Şenliği vardı, kalabalığın arasından eve zor ulaştık, eğer bu kadar özlem dolu ve yorgun olmasaydık, konserlerin tadını çıkarmaya hazırdık, bir ara uzaktan, maçları beleş izleyen seyirciler gibiydik, ama benzer mi hiç aşağıdaki havaya, bu senekini mecburen es geçtik...

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Usulca yaklaştım Raskov'un yanına, temkinliydim.

Yağmurluğum yanımda olmamasına rağmen yola çıkmaya kararlıydım, üzerime iki tane sweat giydim, oturduğumda birini çıkardım, altta kalan ıslanmamış, diğeri sırılsıklam, hiç temmuz havası yok, insanı serinliği ile ürperten bir hava dolaşıyor ortalarda, kasvetli, karanlık, Raskolnikov ile tanışmak için şahane bir gün. Ormandayım. Olmak istediğim yer tam da burası.

 Gözlüklerimi kuruladım, başıma gelen garsona gülümseyerek biramı söyledim, etrafta kimseler yok, ben verandadayım, yeterince ıslandığıma göre içeride olmamın bir anlamı yok, üzerimdeki tenteye düşen yağmuru dinlemek en iyisi, içeriden çıkan kızlar hazırlıksız yakalanmışlar belli ki, parmakarası sandaletler, kısacık şortlarla çıkmışlar sokağa, şimdi yağmur hız kesmişken, evlerine gidiyor olmalılar. Müzik rahatsız etmeyecek tonda, bir ara kulağıma Nina Simone, Bryan Ferry, Zaz, Louis Armstrong ilişti, kendince yol alıyor, keyifliyim.

Her şey tastamam. Söylenecek başka söz yok, Suç ve Ceza'ya başlamamın hiç unutmayacağım anısı yanımda, biram yudum yudum...

Not: Justine'in Raskov karşısında kendimi sağlama almam konusundaki uyarısını gözardı etmiyorum, varlığımı hissetmemesi için çıt bile çıkarmıyorum, sayfaları nefes almadan çeviriyor, nefes almadan okuyorum.

1 Temmuz 2011 Cuma

Önce sadece bir kare


Görselimiz buradan. .

Filmin adı Hanna. Henüz izlemedik, izlenecekler klasörümüzde öylece dönüyor, bir dönme dolabın içinde. Filmin ahengini merak ediyorum.

Fazlaca şeyler okuyamıyorum, Halikarnas Balıkçısı ile ilgili öğrendiklerimi buraya taşımak istiyorum, olmuyor, günlerin nasıl geçtiğini hiç anlamıyorum. Gözlerimi kapatsam, bambaşka bir boyuta dalsam, zamanın hep yettiği bir boyuta. Canım ne zaman istese dönme dolabın içine saklansam...Bugün tanışmayı umduğum Raskolnikov ile istediğim kadar laflasam.. Peri sağolsun Dostoyevski konusundaki tüm soru işaretlerimi süpürdü, Carr'ın "Dostoyevski" kitabını daha sonraya bıraktım, önce Suç ve Ceza, hayır hayır önce gözlerimi kapatıyorum, sonra Suç ve Ceza'yı orada dilediğimce okuyabiliyorum, dönme dolap durana dek...