22 Nisan 2010 Perşembe

8.Kitap : Şeyler - Georges Perec

Altmışlı yılların bir hikayesi.

Perec’in ilk eseri. 1965 yılında yazılmış, okuduktan sonra düşünüyorum da konu edilen sorunlar, açmazlar aynı. Sistem aynı sistem. Jerôme ve Sylvie sisteme karşı durmaya çalışan, çarkın içinde olmamak için ellerinden geleni yapan gözleri zenginliğe dönük ama bir yandan zenginliği elde etmek isterken özgürlüklerini feda etmek istemeyen iki kaybolmuş birey. Öğrenimlerini yarıda kesip düzenli bir iş yaşamını ellerinin tersi ile itip anketörlük yapmak zorunda kalıyorlar fakat işlerinin sürekli olmaması beraberinde parasızlık ve güvensiz bir yaşamı da beraberinde getiriyor. Sistem ister istemez onları seçim yapmaya zorluyor. Bir nevi, “ya benden yana olur ve benim şartlarıma uygun davranır, adamakıllı bir iş bulur, takım elbiseler giyer, dış görünüşünüze önem verir, düzenli bir iş yaşamıyla birlikte düzenli bir geliri de hak edersiniz ya da ben sizi bunları seçmeye mahkum ederim.”

Kitap çatısını bunun üzerine kuruyor ve elbette Jerôme ve Sylvie'nin gördükleri eşyalara karşı sahip olma arzularından bahsediyor. Araya sıkışmış hissediyorum kendimi, nesnelerden sıyrılsak diyorum, etrafımızı kuşatan eşya ordusuyla sürüp giden bu yaşama bir dur desek? Ama bak şimdi, 2000 yılında Fındıkzade’ deki evin kömürlüğünden çekip çıkardığım Scala marka Çekoslavakya damgalı kırmızı kurşun kalemler var masamda, daha sonra sahibinden öğrendiğime göre bu kurşun kalemleri kendisi yıllar önce koymuş benim bulduğum o ahşap valizlere ve kaldırmış kömürlüğe. Karşımdaki duvarda Alper’in çektiği siyah / beyaz bir merdiven fotoğrafı, ışık çok güzel, 1997-98 yıllarında gelmiş olmalı bana. Yine karşımda kedi kafası formunda mantar bir pano ve üzerinde Oğuz’un sabah ben uyandığımda okumam için bıraktığı küçük, minik ama çok anlamlı notlar. Sağımdaki köşede duran kırmızı bir abajuru, Burak Topkapı’ dan alıp gecenin bir yarısı kapıma “al sana o çok istediğin kırmızı abajur” diyerek getirmişti. Arkamda yerde duran pofuduk yer yastıklarının hikayesinde yağmurlu bir bahar günü vardır, ansızın çalan bir kapı ve sevgili dostum Zeyna, arabayla kapımın önünden geçerken bırakmıştır onları, dipnot düşmek gerekirse o günlerde evimde üzerine oturacak koltuk bile yok, o nedenle çok kıymetlidirler. Sol yanımda annemden bana gelen kolları ahşap tek kişilik koltuk ki çocukluğum var bu koltukta ve arkamda ise kimisi benimle, kimisi bizimle ilişkili sayısız hikayeleri barındıran kitaplar… Hadi bakalım, kurtul bunlardan Çello… Yapabilir misin?

Üzerini Çekoslavakya damgalı Scala marka kırmızı kurşun kalemle boyadığım satırlara gelince…

Otuz yaşına gelmemiş insanların belli bir bağımsızlığı korumaları ve keyiflerine göre çalışmaları kabullenilse de, hatta zaman zaman serbestlikleri, açık görüşlülükleri, deneyimlerinin çeşitliği ya da “çok yönlülük” diye adlandırılan nitelikleri takdir edilse de, otuz yaş dönemecini bir döndüler mi çok çelişkili bir davranışla, müstakbel işbirlikçilerden her birinin kesin bir istikrarlılık göstermesi, kesinlikle dakiklik, disiplin, ciddiyet ve sadakat duygusuna sahip olması şart koşulur. İşverenler, özellikle reklam dünyasındakiler, otuz beş yaşını geçmiş kişileri işe almamaktan başka, otuz yaşında hiçbir yere bağlanmamış bir kişiye güven duymakta da tereddüt ederler. (s.44)

Otuz yaşındaki insan artık bir yerlere gelmiş olmalıdır, yoksa hiçbir şey değildir. Bir yer edinmediyse, bir kovuk açmadıysa, anahtarları, bürosu, tabelası yoksa hiçbir yere gelmiş sayılmaz. (s.45)

Önce para kazanmayı seçen, gerçek tasarılarını zengin olacakları zamana, daha ileriye saklayan insanlar pek haksız sayılmaz. Yaşamaktan başka bir şey istemeyenler ve en büyük özgürlüğe yaşam adını verenler, salt mutluluk peşinde, arzularını ya da güdülerini doyurma, yeryüzünün sınırsız zenginliklerinden hemen yararlanma peşinde koşanlar bu gibiler, her zaman mutsuz olacaktır. Kendileri için bu tür ikilem olmayan, ya da bununla pek az karşılaşan bireylerin bulunduğunu kabul ediyorlardı, bu gibiler ya çok yoksuldular ve biraz daha iyi yemekten, biraz daha iyi barınaktan, biraz daha az çalışmaktan başka istekleri yoktu; ya da baştan böyle bir ayrımın önemini hatta anlamını kavrayamayacak kadar zengindiler. Ama günümüzde ve ortamımızda, giderek daha çok sayıda insan ne çok zengin, ne de çok yoksul durumda: zenginlik düşleri görebiliyorlar ve zenginleşebilirler: işte mutsuzlukları da bu noktada başlıyor. (s.47)

Hiç yorum yok: