30 Nisan 2010 Cuma

Nisan Filmleri




29 Nisan 2010 Perşembe

Günler geçip giderken

Pazartesi günü iş çıkışı anneme uğradım, iş yerinden annemlere gittiğim günler bisikletimi işyerinde bırakıyorum, ben Michael Knight, bisikletim Kitt olmadığı için bisikletime dönüp "heyy hadi sen doğruca eve" diyemiyorum, boynu bükük iş yerinde kalıyor. Ertesi sabah işe gelirken Türkan Teyze ile karşılaştım, nerde senin Pembe Cadillac diye sorunca işyerinde beni beklediğini söyledim.

Dün iş çıkışı cadillac ile anlaşamadık, anlaşamadık dediğim pedal olduğu gibi çıktı. Elimde pedal, sanki lastiği patlamış ve nasıl değiştirileceğini bilmeyen hatunlar gibi kaldım, Oğuz'u aradım, getir ben yaparım dedi demesine ama yine de biraz uğraşıp üstünkörü somunu taktım ki eve gidene kadar idare etti. Eve geldiğimde Oğuz biraz zaman harcadı ve sorunu kökünden çözdü, tamir ederken işini o kadar ciddiyetle yapıyor ki, sanki yılların tamircisi ve bisikleti yarışlara hazırlıyor gibi. Şimdi ben sana iki günde bisiklet eskittim desem, sorunların bitmediğini anlayabilirsin. Sabah işe gelirken arka frenim pıt dedi ve elveda dedi, ön frenim tutuyor tutmasına, iş yerine gelince Cemil Abi'ye gidip çocuklar gibi mızırdandım, "söz çıkarken ilgilenicem kirli bulaşık" dedi. Sağol Cemil Abi. Kirli bulaşık dediği benim.

Dün akşam evde kitaplık ile ilgili çalışma vardı. Duvara yeni raflarımızı Oğuz monte etti, sonra kitaplığımızdaki tüm kitapları ortalığa saçtık ve yeniden yerleştirdik, annemin lafıdır, dağılmadan toplanamazsın. Bu arada hala rafa ihtiyacımız var. Eve geldiğimde önce cadillac, sonra kitaplık ile uğraştığımız için yemeği geç yedik, yemek sonrası bir iki bölüm "how I met your mother" izleriz diye düşünüyordum, erkenden uyuyakaldım, kalmışım, elbette izlerken. Tüm bu erkenden uyuyakalmaları bahar yorgunluğuna veriyorum yoksa sağlığım filan gayet yerinde, normalde 22 sularında uyuyakalmalarım yoktur. Bunu söylüyorum ve Geveze'nin bana "Hadi ordan" dediğini duyuyorum, tamam be ne rezil ediyorsun beni millete, aaa...

Yanıbaşımdaki tarla

Dün akşam saat 18.30 sularında bir traktör geldi ve yanıbaşımdaki bu tarlayı sürdü. Bu tarlaya geçen yıl buğday ekilmişti, bu yıl burada ayçiçeği yetişecek demek ki.

Bu fotoğrafı mutfak penceremizden bu sabah çektim. Dün sürülmüş olan tarlaya, orada olup biteceklere tanıklık etmek hoşuma gidiyor. Eskiden olsa biri bana bu fotoğrafı gösterdiğinde yeşil alanlar çim, kahverengi toprak olanlara bişey ekilmemiş derdim. Şimdi yeşil alanlara buğday ekilmiş, toprak alanlar havalandırılıyor ve ayçiçeği ekimine hazırlanılıyor derim.

27 Nisan 2010 Salı

Çıkabilirsen çık işin içinden

Bu sabah lokale yalnız geliyorum, açıyorum kitabımı, Selim İleri okuyorum. Fotoğrafı Sana Gönderiyorum. Sayfa 103'ü karşılıyor beni.

"Fotoğrafları sevmem. Hayalinizi çalar; zamanı, insanı ve mekanı dondurur. Size yalan söyler. Duruk görüntü size geçmiş zamanı, sönmüş bir ânı geri getirmişçesine yalan söyler. O an geri gelmez, asla. Fotoğraflar merhametsizdir.
Fotoğrafsız yaşadığımı söyleyebilirim. Pek çok fotoğrafı yırtıp attım.
Ama verandalı fotoğrafı saklıyorum. Günün birinde yazabilirsem, dediğim gibi, bu fotoğrafı yazmak istiyorum."

Sonra düşünüyorum. Düşünürken elim makineye gidiyor, verandada oturmuş yukarıdaki fotoğrafı çekiyorum. Yani bir nevi senin hayalini çalıyorum. Seni kolay yola sürüklüyorum, ister istemez peşimden geliyorsun, hayalindeki görüntünün yerini benim çektiğim fotoğraf alıyor, sen sesini çıkarmıyorsun, belki sen hayalindeki görüntüyü de saklıyorsun, bir kenarda dursun diyerek.

Olur böyle, hayalde canlanan ile fotoğrafını gördüğün zaman karşılaştığın şey tutmaz ya birbirini. Hafızanda iki gerçeklik yer alır sonra, biri senin hayalinin gerçekliği, bir diğeri hayatın. Ya bir de kendi gözlerinle görsen, o zaman işler iyice karışır. Etti mi sana üç gerçeklik. Çıkabilirsen çık işin içinden...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Çimlerin biçildiği bahçede kahvaltı

Dün, gözlerimizi dört açmış, çevremizdekileri yudum yudum içimize çekerken ve pedal basarken yorulduk. Akşam yatmadan önce de sabahın planını yaptık. Erkenden kalkıp çay demlemek ve sabahları benim uğrak yerim olan lokalde birlikte kahvaltı yapmak istiyoruz. Oğuz uyumadan önce çaydanlığı hazırlamış, ben ondan önce uyandım, tek yapmam gereken ketılın düğmesine basmak. Çay demlenirken hazırlandım, zar zor Oğuz’u uyandırdım, demlenen çayı termosa doldurma görevi Oğuz’un, çünkü ayarını o biliyor, o doldurunca termostan içtiğimiz çay ne açık, ne koyu, tam kıvamında. Çay bardaklarımızı ince bir mutfak havlusuna sardım, kesme şekerlerimizi küçük bir kapaklı kutuya koydum, gitmek için hazırız, poğaça yemek istiyoruz bu sabah, kahvaltı menümüzün domates, salatalık, zeytin, bal, peynir beşlisinden biraz olsun uzaklaşsın derdindeyiz. İstanbul’da durum tam da tersiydi, ne garip.

Evden çıktık, atladık bisikletlere. Lokale yakın, poğaçaları güzel bir pastane var, ilk oraya gidiyoruz, sonra lokaldeyiz. Her şey çok güzel. Termosta sıcacık çayımız, fırından yeni çıkmış poğaçalarımız.

Bisikletle işe gelmeye başladığımdan beri sabahları erken uyanmışsam evde hiç vakit kaybetmiyorum, hemen atıyorum kendimi dışarı. İşe gelmeden önce lokalde olmayı seviyorum, burada kitap okumaya bayılıyorum ama çok okuyamıyorum, çünkü bahçeye gelen saksağanlarla kargaların sabah serinliğinde yemek bulma telaşını, yağmur çiseliyorsa kapalı terasa sığınma isteklerini, aralarındaki didişmeyi, kulağı küpeli (belediyenin verdiği numara var küpede)köpeklerin saksağanların peşinde kovalamaca oynayışlarını izlemekten kendimi alamıyorum. İşaret parmağım okuduğum sayfanın arasında sıkıştırılmış, bir paragraf okursam beş dakika çevremde olan biteni izliyor oluyorum. Lokal genelde öğle saatlerinde açılıyor, oraya ne zaman gitsem kimseler olmuyor ama bu sabah bahçeye girdiğimizde içeride bir adam çimenlerin üzerindeki sandalyeleri topluyordu, belli ki buranın işletmecisi, belli ki işi var. Oğuz’a döndüm ve inanmayan gözlerle baktım, kaç sabah buraya geldim, kimsecikler yokken bu adam nereden çıktı şimdi. Verandada bir masaya oturuyoruz, kahvaltımızı yapıyoruz, önce lokalin işletmecisinden izin istiyoruz tabi. Ama sahibi o değil de biz gibiyiz, zamansız çıkagelen o gibiymiş gibi bakıyorum ben adama. Çay ikram etmek istiyoruz, kabul etmiyor, kendisinin bu kadar erken gelmesinin sebebi uzamış olan çimler. Yanılmamışız. Çimler biçiliyor bir yandan, Oğuz yine de çok keyifli, adama “git diyemeyiz ya” diyor, haklı.

Burada bazı insanların garip bir nezaket anlayışları var, herkesin değil ama yanlış anlaşılmasın. Garip bir şekilde iyi niyetle yaklaşıyorlar. Çim biçici işletmeci bir ara bize dönerek “sizi rahatsız etmiyorum inşallah” diyor gürültü yaptığını ve keyfimizi kaçırdığını düşünerek.

Böyle başlıyoruz güne. Çimlerin biçildiği bahçede kahvaltı ile…

Bisikletle yollarda

Bir pazar günü, üstelik hava da güzelken evde olmayalım dedik. Atladık bisikletlere...
Bu sırada biz yorulmadık aslında, bisikletleri dinlendiriyoruz sadece...

Manzaranın tadını çıkardık...

Kahvem olmazsa olmaz...

Kitaplarımız elbette yanımızda...


Oğuz Lawrence Block'un Matthew Scudder serisini bitirmek üzere...


Püfür püfür bir rüzgar başımızda...

Yanıbaşımızda kır çiçekleri...

Ve eve dönüşümüze yakın ziyaretçimiz çoban köpeği...

24 Nisan 2010 Cumartesi

9. Kitap : Lord Arthur Savile'in Suçu - Oscar Wilde

Elimdeki kitap Bordo Siyah Yayınları’na ait. Dört öyküden oluşuyor; Lord Arthur Saville'in Cinayeti, Canterville Hortlağı, Gizi Olmayan Sfenks ve Model Milyoner. Şıp diye bitiriyor kitap. Okurken çok eğleniyorum. Aynı öyküler, Dost Kitabevi’nin Babil Kitaplığı serisinde de yer almış. Babil Kitaplığı için minicik bir dipnot düşeyim, Jorge Luis Borges seçkisinden oluşan fantastik bir kitap dizisi. Yani usta yazarın fantastik enleri.

Öykülere gelince, Mina Urgan İngiliz Edebiyatı Tarihi Cilt:5 Onbirinci Bölüm’de incelemiş dört öyküyü. Elbette gözümün önünde olsun istiyorum.

Lord Arthur Saville'in suçu; buruk bir alaycılıkla kaleme alınmış bir kara gülmece örneğidir: Her şeyi önceden bildiği söylenen bir erkek falcı, bir toplantıda, genç Lord Arthur Saville'in el falına bakar.Heyecandan renkten renge girerek, Lord Arthur'ün günün birinde bir cinayet işleyeceğini söyler. Delikanlı ise evlenmek üzeredir. Sevdiği kızın yaşamını mahvetmemek için, bu cinayeti evlenmeden önce işlemeye karar verir. Yazarın, acımasız bir ironiyle belirttiğine göre, bu kararın tek nedeni, çok aklı başında bir genç olarak nitelediği Lord Arthur Saville'in sorumluluk duygusudur. Bu sözümona sağduyulu ve özverili genç, doğru çıkıp çıkmayacağını bile bilmediği bir falı gerçekleştirip, suçsuz bir insanı hemen öldürerek, sevdiği kadının ileride mutsuz olmasını önlemek ister. Şeker biçiminde zehirli kapsüller hazırlayarak, bunları yaşlı bir kadın akrabasına gönderir. Ama bu sevimli ihtiyar, şekerlere el sürmeden, kendiliğinden ölür. Üstelik, evini çok sevdiği Lord Arthur'e bıraktığı anlaşılır vasiyetnamesinden. Düğününü erteleyen Lord Arthur, bu kez bir din adamı olan bir erkek akrabasını, içinde bomba bulunan bir duvar saatiyle havaya uçurmaya kalkar. Çok bilgili bir teroriste yaptırdığı bombalı saat, ancak biraz duman çıkarmakla kalır.

Lord Arthur, bir gece geç vakit, şimdi kimi öldüreceğini düşünerek, Thames kıyılarında gezerken, el falına bakan adamı bir köprüde suya bakarken görür. Hemen arkasından gelip, onu suya atar ve öldürür. Böylece, falcının kendi falına kurban gitmesiyle bu öyküdeki ironi doruğa varır. Üstelik Lord Arthur cinayet işlediği için hiç acı çekmez; evlenip çoluğu çocuğuyla mutlu bir yaşam sürer.

Canterville Hortlağı ; gülmece türünün küçük bir başyapıtıdır.

Hortlak hikayelerinin nefis bir parodisi de sayabileceğimiz bu öyküde, Amerikalı bir din adamı, Hiram B. Otis, Canterville'lerin malikanesini satın alır. Lord Canterville, bu eve üç yüz yıldır musallat olan bir hortlağın, ev halkına büyük korkular verdiğini bildirir. 1584 yılında, eşini öldüren ve o günden beri ailenin başına belâ olan Sir Simon Canterville'in hortlağıdır bu. Ne var ki, Amerikalı din adamı, yeryüzünde hortlak diye bir şeyin olacağına hiç inanamaz; eğer olsaydı, Amerikalıların onu hemen satın alıp bir müzeye koyacaklarını söyler. Bu hortlak öyküsünü, İngiliz aristokrasisinin mantıkdışı bir fantezisi sayar. Gelgelelim, Bay Otis, eşi ve dört çocuğu yeni şatolarına yerleştikleri gece, Hortlak bütün marifetlerini gösterir. İnsanın kanını donduracak korkunç iniltiler çıkararak, uğursuz yeşil ışıklar saçarak, zincirlerini şakırdatarak, olanca dehşetiyle görünür aileye. Üstelik, büyük bir fırtına da çıkmıştır o sırada.

Hikayenin asıl güldürücü yanı, Amerikalıların (belki de korku duymak için gereken düşgücünden yoksun olduklarından) bu tüyler ürpertici hortlaktan hiç mi hiç korkmamalarıdır: Hortlak ne yaparsa yapsın, ne denli ürkütücü sesler çıkarırsa çıkarsın, hangi kılığa girerse girsin, Otis ailesinin kılını kıpırdatamaz. Pratik Amerikalılar, Hortlağın salonun halısının üstünde her gece yenilediği kan lekesini en son moda deterjanlarla silerler; bedenini zincirler incitmesin diye ona kremler armağan ederler. Hatta Otis'lerin yaramaz iki oğlu Hortlaktan korkmak şöyle dursun, ona çeşitli oyunlar oynarlar, Hortlağın ödünü koparmanın yolunu bulurlar. Aşağılık kompleksine kapılan Hortlak, bir alay konusu olmaya dayanamaz, derin bir bunalıma kapılır sonunda.

Erkek kardeşlerinden farklı olarak, bu zavallı Hortlağa hiç eziyet etmeyen on beş yaşındaki Virginia, bir gün Hortlağı, bir koltuğa çökmüş, hazin hazin düşünürken görür. Hortlak, melek huylu Virginia'ya içini döker: Üç yüz yıldır, mezarında rahat uyumak istiyordu; ama bu özleminin gerçekleşmesi için, Virginia gibi erdemli bir insanın, Sir Simon'un günahlarının bağışlanması için ağlaması, ruhunun selâmeti için dua etmesi gerekmektedir. Genç kız, Hortlağa öyle acır ki, istediğini yapar.

Gerçekten ölmeden önce Hortlak, bir minnet armağanı olarak Virginia'ya bir kutu dolusu mücevher verir. Amerikalı din adamı bu kutuyu, atasının görkemli cenaze törenine gelen Lord Canterville'e teslim etmek ister. Ama Lord Hazretleri, Sir Simon'un öfkelenip yeniden hortlayacağı korkusuyla, mücevherlerin Virginia'nın çeyizi olarak Otis'lerde kalması için direnir.

Gizemsiz bir Sfenks; yaşamında büyük bir giz varmış gibi davranan; Da Vinci'nin ünlü Gioconda portresindeki kadına öykünerek, gizemli gizemli gülümseyen, her zaman esrârengiz haller takınan, sözde hiç kimsenin görmemesi gereken mektuplar alan; hatta birisiyle gizlice buluşuyormuş gibi, evinin dışında bir oda kiralayan; ama aslında gizleyecek hiçbir yanı olmayan bir kadın anlatılır.

Model Milyoner; çağdaş bir peri masalı sayılabilir ve Wilde'ın çoğu masalları gibi bir ahlâk dersi vererek; eliaçık bir delikanlının nasıl ödüllendirildiğini anlatır: Bughie, meteliksiz olduğundan, sevdiği kızla evlenebilecek durumda değildir. Günün birinde, bir arkadaşının atölyesinde, ressama poz veren, paçavralar içinde yaşlı bir dilenci görür. Bu yoksul ihtiyara acır. Cebindeki tek altını ona verir. Ama o dilenci bir milyonermiş meğer; bu kılıkta poz vermesi de bir kaprisiymiş onun. Örnek milyoner, bir tek altına karşılık on bin altın gönderir yufka yürekli delikanlıya. O da sevdiği kızla evlenebilir bu sayede. Bu öykü gerçek bir olaydan kaynaklanmıştır belki de. Çünkü yaşam öyküsünde anlatıldığına göre, Baron Mayer de Rothschild, ünlü Fransız ressamı Delacroix'ya dilenci kılığında poz vermiş. O sırada atölyeye gelen bir delikanlı da bir frank sıkıştırmış sahte dilencinin eline. Ertesi gün Rothschild, on bin franklık bir çeki armağan olarak göndermiş o delikanlıya…

23 Nisan 2010 Cuma

Akşamdan kalma

22 Nisan 2010 Perşembe

8.Kitap : Şeyler - Georges Perec

Altmışlı yılların bir hikayesi.

Perec’in ilk eseri. 1965 yılında yazılmış, okuduktan sonra düşünüyorum da konu edilen sorunlar, açmazlar aynı. Sistem aynı sistem. Jerôme ve Sylvie sisteme karşı durmaya çalışan, çarkın içinde olmamak için ellerinden geleni yapan gözleri zenginliğe dönük ama bir yandan zenginliği elde etmek isterken özgürlüklerini feda etmek istemeyen iki kaybolmuş birey. Öğrenimlerini yarıda kesip düzenli bir iş yaşamını ellerinin tersi ile itip anketörlük yapmak zorunda kalıyorlar fakat işlerinin sürekli olmaması beraberinde parasızlık ve güvensiz bir yaşamı da beraberinde getiriyor. Sistem ister istemez onları seçim yapmaya zorluyor. Bir nevi, “ya benden yana olur ve benim şartlarıma uygun davranır, adamakıllı bir iş bulur, takım elbiseler giyer, dış görünüşünüze önem verir, düzenli bir iş yaşamıyla birlikte düzenli bir geliri de hak edersiniz ya da ben sizi bunları seçmeye mahkum ederim.”

Kitap çatısını bunun üzerine kuruyor ve elbette Jerôme ve Sylvie'nin gördükleri eşyalara karşı sahip olma arzularından bahsediyor. Araya sıkışmış hissediyorum kendimi, nesnelerden sıyrılsak diyorum, etrafımızı kuşatan eşya ordusuyla sürüp giden bu yaşama bir dur desek? Ama bak şimdi, 2000 yılında Fındıkzade’ deki evin kömürlüğünden çekip çıkardığım Scala marka Çekoslavakya damgalı kırmızı kurşun kalemler var masamda, daha sonra sahibinden öğrendiğime göre bu kurşun kalemleri kendisi yıllar önce koymuş benim bulduğum o ahşap valizlere ve kaldırmış kömürlüğe. Karşımdaki duvarda Alper’in çektiği siyah / beyaz bir merdiven fotoğrafı, ışık çok güzel, 1997-98 yıllarında gelmiş olmalı bana. Yine karşımda kedi kafası formunda mantar bir pano ve üzerinde Oğuz’un sabah ben uyandığımda okumam için bıraktığı küçük, minik ama çok anlamlı notlar. Sağımdaki köşede duran kırmızı bir abajuru, Burak Topkapı’ dan alıp gecenin bir yarısı kapıma “al sana o çok istediğin kırmızı abajur” diyerek getirmişti. Arkamda yerde duran pofuduk yer yastıklarının hikayesinde yağmurlu bir bahar günü vardır, ansızın çalan bir kapı ve sevgili dostum Zeyna, arabayla kapımın önünden geçerken bırakmıştır onları, dipnot düşmek gerekirse o günlerde evimde üzerine oturacak koltuk bile yok, o nedenle çok kıymetlidirler. Sol yanımda annemden bana gelen kolları ahşap tek kişilik koltuk ki çocukluğum var bu koltukta ve arkamda ise kimisi benimle, kimisi bizimle ilişkili sayısız hikayeleri barındıran kitaplar… Hadi bakalım, kurtul bunlardan Çello… Yapabilir misin?

Üzerini Çekoslavakya damgalı Scala marka kırmızı kurşun kalemle boyadığım satırlara gelince…

Otuz yaşına gelmemiş insanların belli bir bağımsızlığı korumaları ve keyiflerine göre çalışmaları kabullenilse de, hatta zaman zaman serbestlikleri, açık görüşlülükleri, deneyimlerinin çeşitliği ya da “çok yönlülük” diye adlandırılan nitelikleri takdir edilse de, otuz yaş dönemecini bir döndüler mi çok çelişkili bir davranışla, müstakbel işbirlikçilerden her birinin kesin bir istikrarlılık göstermesi, kesinlikle dakiklik, disiplin, ciddiyet ve sadakat duygusuna sahip olması şart koşulur. İşverenler, özellikle reklam dünyasındakiler, otuz beş yaşını geçmiş kişileri işe almamaktan başka, otuz yaşında hiçbir yere bağlanmamış bir kişiye güven duymakta da tereddüt ederler. (s.44)

Otuz yaşındaki insan artık bir yerlere gelmiş olmalıdır, yoksa hiçbir şey değildir. Bir yer edinmediyse, bir kovuk açmadıysa, anahtarları, bürosu, tabelası yoksa hiçbir yere gelmiş sayılmaz. (s.45)

Önce para kazanmayı seçen, gerçek tasarılarını zengin olacakları zamana, daha ileriye saklayan insanlar pek haksız sayılmaz. Yaşamaktan başka bir şey istemeyenler ve en büyük özgürlüğe yaşam adını verenler, salt mutluluk peşinde, arzularını ya da güdülerini doyurma, yeryüzünün sınırsız zenginliklerinden hemen yararlanma peşinde koşanlar bu gibiler, her zaman mutsuz olacaktır. Kendileri için bu tür ikilem olmayan, ya da bununla pek az karşılaşan bireylerin bulunduğunu kabul ediyorlardı, bu gibiler ya çok yoksuldular ve biraz daha iyi yemekten, biraz daha iyi barınaktan, biraz daha az çalışmaktan başka istekleri yoktu; ya da baştan böyle bir ayrımın önemini hatta anlamını kavrayamayacak kadar zengindiler. Ama günümüzde ve ortamımızda, giderek daha çok sayıda insan ne çok zengin, ne de çok yoksul durumda: zenginlik düşleri görebiliyorlar ve zenginleşebilirler: işte mutsuzlukları da bu noktada başlıyor. (s.47)

21 Nisan 2010 Çarşamba

Sakız Sardunyanın güncesi 2


İlk akşam eve gelir gelmez saksım değişti, Çello'nun elleri belli ki çiçek saksısı değiştirmemiş pek, öyle anlaşılıyor, "ay bunu nereden tutsam da toprağa tuttursam" telaşındaki bu ellerin bana zarar vermek istemediğini hareketlerinden anlıyorum, yüreğime sular serpiliyor. Çello hemen hemen her sabah ve her akşam benimle konuşuyor, ilk gün geldi, Leylak Dalı intibak sürenizi merak ediyor, onlara sizleri anlatacağım dedi. Ne yalan söyleyeyim içim doldu, yanımdaki yaygaracı papatyaya sarılasım geldi, o zaten evlere şenlik, zil takıp oynayacak durumda, yeni bir saksı evi var artık, yerini de pek bir sevdi, ha bak bir de zaman zaman kel adam gelip konuşuyor bizimle, yapraklarımızı filan okşuyor, alışmamışım böyle bol bol sevilmeye, duygulanıyorum.

Aa az daha unutuyordum, burada çok ilginç bir yaratık var, adının Pirinç olduğunu ikinci gün öğrendim, Çello sevgiyle bahsediyor kendisinden, kimseler yokken bu Pirinç kedisi çıkıyor masanın üzerine, dayıyor burnunu, beyaz bıyıkları yapraklarımı gıdıklıyor, anlamadığım sesler de çıkarıyor hınzır. Ve evet tahmin ettiğim gibi manzarası pek güzel, gerçi çok katlı binalar da yükseliyor önümde ama şimdilik gözümü tarlalardan ayırmıyorum. Çello ilk gün tuttuğu gibi saksımdan benim, burası tam sana göre, canın hiç sıkılmaz demişti, gerçekten de öyle... Geveze bir Baykuş varmış, haber göndermiş bize, Çello bir yandan bu haberi iletti, bir yandan gülümsedi, eğer imkanım olsaydı ben de gülümserdim, gerçekten ...

20 Nisan 2010 Salı

18 Nisan 2010 Pazar

7. Kitap : Kılavuz - Bilge Karasu

Herkesin var mıdır putlaştırmadan ve kendisini fanatik sınıfına koymadan sevebildiği yazarlar, vardır elbet. Onun yazdıkları sanki kendi yolunu ama aynı zamanda yolumuzu da bulmamız için bırakılmış ekmek parçaları gibi. Yaşadıklarının izdüşümleri, sağlaması ve ayna-kağıttan bize yansıyanlar bir nevi.

Bilge karasu ilkokul önlüğümün cebine sakladığım ve bitmesini hiç istemediğim rengarenk kuş lokumları gibi. Okuma serüvenimde çok geniş bir paragraf. Denizden babam çıksa yerim misali, kaleminden ne çıksa okurum, okumak isterim.

İşte yazdıklarını kuş lokumlarım gibi azar azar, özleyerek, tadımlık ve okul bahçesinde dolanırken ders zili çalana kadar yalnız geçirdiğim teneffüs anlarımdaki gibi tüketiyorum.

Entelektüel diyebileceğim ziyaretçilerinin olduğu bir kafede çalışırken bir müşteri elindeki Proust kitabını gösterip her yıl sadece bir Proust okuyorum demişti. Fazlası yok, ne onu okumadan geçirilen bir yıl, ne de ondan bir fazla kitap. Azar azar soluklanıp ciğerlerini dinlendire dinlendire okunanlardan olmak her yazara kısmet olmaz sanırım. O okur için Proust ne ise benim için Bilge Karasu o, en azından şimdilik. İlk kim tanıştırmış beni kendisiyle diye hafızamı zorladığımda üniversite yıllarımdan Zeyna çıkıyor karşıma, onun da çok severek okuduğunu iyi biliyorum, dili katman katman olan bu adamı anadilimden okuduğum için kendimi çok şanslı görüyorum.
Anlatmak istediğim Bilge Karasu değildi aslında, konumuz Kılavuz. Bu kitap bir zamanlar kitaplığımızda vardı, kim bilir kim ödünç aldı da getirmedi demek, Aylak Kedi’nin okuduğunu ve evdekinin de kaybolduğunu fark edince sipariş listeme bu kitabı da eklemiştim. Şimdi şöyle rezil ama gerekli bir huyum var artık, verdiğim ve geri gelmeyen kitaplarımı yeniden toplamaya başladım, artık kitap vermiyorum yani akıllandım, verdiklerim ve geri gelmeyenler içinse bir nevi cüzdanımı cezalandırıyorum, oh olsun bana. Velhasıl Kılavuz geldi ama kaybolan kitap ile gelen kitap arasında fark var, kapak tasarımı. Şimdiki kitap üzerinde kedi ve baykuş’u görünce çok da mutlu oldum. Bir gün Geveze Baykuş ile telefonla konuşurken ve o bana yeni iş heyecanını anlatadururken biliyor musun dedim, Bilge Karasu’nun kitap kapağında sen ve ben varız. (Bir de yarasa var ama onu çıkaramadım) Tamam dedi, ilk fırsatta alıyorum, ilk görüşmemizde de değiş tokuş yaparız. Geveze o akşam almış kitabı. Kitap bitince benim gibi onun da kafası karışmış. Kılavuz’u anlatmaya çalışmak için önce onun evrenine geçiş yapmak gerek, başarabilir miyim bilmiyorum, Aylak kedim şurada anlatmaya çalışmış, Ben nasıl yapabilirim bilmiyorum.

İlk Bölüm bir yanıyla kurmaca ama diğer yanıyla değil. Uğur’un düşleri, düşle gerçek arasında görünmeyen köprüler, görünmeyen köprülerin rüzgarda sallanan görünen ışıkları, gerçeğin bilmecesi derken ilk bölüm bitiyor, geriliyorum. Uğur, ihsan, Yılmaz ve Mümtaz Bey ile tanışıyorum. Uğur ve İhsan yakınlaşıyor. Evin içindeki kedinin adını henüz bilmiyorum.

İkinci bölümde kartlar açılıyor. Düşünceler yavaş yavaş seriliyor ortaya. Ortada bir oyun var ama yine de tam çözemiyorum. Uğur günce tutuyor. Günceyi Mümtaz Bey ve İhsan ile paylaşıyor. Evdeki kedinin adı Gümüş.

Mümtaz Bey’in Uğur’un güncesine yorumu;
Gerçek bir günce yerine, yani olan bitenin o an için taşıdığı önemi beli edeceğin, unutulmaması için kaydedeceğin bir günce yerine, sanki sonraları yazacağın bir şeylere yarasın diye tutmuşsun bu notları... Erteleyen, ‘eşref saat’ bekleyen kişilerden misin acaba? Ne dersin?

Mümtaz Bey’in yorumu karşısında Uğur’un iç sesi;
Bu adamda tuhaf bir kafa var. Bir gözlemden yola çıkıyor, karşısındakinin temel bir özelliğine konuyor bir sıçrayışta. Bu falcılık her zaman başarılı oluyor mu bilemem ama şimdiye dek üç kez yaptı bu işi, üçünde de beni gürül gürül okudu.

İkinci bölümde kartlar açılıyor belki ama yığınla soruyu da beraberinde getiriyor.
İhsan ile Uğur küçük evde ne konuştular? Konuşulanlara dair üç küçük notu Uğur’un sakladığı yerden bulup kim okudu? Mümtaz Bey neden Uğur’a “ Bana neden bu kadar güveniyorsun?” sorusunu yöneltti? Uğur neden bu kadar değişmek istiyor? Kasette ne var? Yılmaz Bey’in sağ eline ne oldu?

Turunçlu’dan üç adım ötede, denizden üç metre yukarıda, yaşlıca, dimdik, alımlı bir kadının işlettiği küçük bir kahvede üçü, gülkurusu buzlucamdan ve yetmişbeş yıllık olan yayvan kupalardan dondurma yiyorlar ve turunçlu kurabiye ikram ediliyor gecenin sonuna doğru. Tam
burada en önemli soruyor İhsan ”İnsanların, mutlu oldukları için bu mutluluğun içindeyken canlarına kıydıkları olur mu?”

Yılmaz Bey çıktığı yolculuktan Uğur’a Goya’nın bir resmini hediye ediyor. El sueño de la razón produce monstruos. Türkçesi "Usun uykuya dalması canavarlar yaratır."
Üçüncü Bölüm final ama aslında değil, benim içimde bir yolculuğa çıkıyor. Evirip çevirmem için. Soru sormayı bırakıyorum. Nasılsa İhsan ile Yılmaz Bey’in arasındaki ciddi ilişkiyi çözemeyeceğim, Yılmaz Bey kapris mi yapıyor anlayamayacağım, İhsan yaraları sarıldığında ve toparladığında hangi araştırmanın içine dahil olacak bilemeyeceğim, bildiğim iki erkeğin ilişkisine, duygusallığına ilk kez bu kadar yakından baktığım…

Kırmızıya boyadığım satırlar ;

Kişilere, nesnelere, kendine bağlanırsın; bir gün bunlardan koparsın da. Gerekeni yapmadığını düşündüğünde haklısındır, değilsindir, bilinmez ama, o anda, kopmuşluğunu yaşıyorsundur belki. Kopmuşluk, ölüm de demektir. Bir ölümü yaşarken –ya da, beklerken- bağını öldürmen, duyacağın acıyı azaltmak istediğinden ileri geliyor da olabilir. Senin sözündü:’İkimizle ilişkili kararlarını kendi kendine veren bir sevgili karşısında,’ öyleydi, değil mi?, ‘çekilmekten başka çıkar yol bulamadım.’ Kırıldığın, gücendiğin için yaptığını sanmış olabilirsin bunu. Bana sorarsan kendini savunuyordun, daha çok acıyı daha çok duymamak için; sevgiyi kendi elinle azaltmağa, koparıp yolmağa kalkıyordun… Bir şeyleri silerek bir geçmişin yükünü yeğnileştirmek, azaltmak… O ölçüde kim bilir, geleceğini biraz olsun özgürleştirmek… Öyle kopuşlar güçtür, izi kalır; kopmağa kalkmak kendini de parçalamaktır. Bir yanıyla…(s. 48)

Arkadaşlıklarda, dostluklarda, sevgilerde karşısındakini ele geçirilecek bir ülke gibi görenler vardır. Tedirgin eder beni böyleleri.
Buna karşılık, karşısındakini tanımak isteyen, karşılıklılık gözeterek biribirilerini biribirilerine açan, veren insanların yakınlıkları, destek görmelidir; hiç değilse, benden…
Bir de pattadak çıkagelenler vardır, senden istediğini senin rızanla alan, seni kendine bağlamasını başaranlar vardır… Günün birinde geldikleri gibi giderler… Tabiî, bu durumda, ilk öbektekiler gibi davranmış olurlar: Yağma bitmiştir… Ya da sen onlara, kabul etmek istemedikleri bir ölçüde bağlandığın için. Yani ‘başkası yağmalanır ama ben, başkasının kullanabileceği bir toprak değilim,’ türünden bir tutum… Senden uzaklaşırken senin ne düşündüğünü hiç merak etmezler… (s. 88)

17 Nisan 2010 Cumartesi

Böyle anlarda yapılacak en iyi şey




Ön bilgi
: Bilmeyenler için söyleyeyim Calvin biraz yaramaz, hayal gücü pek geniş, Hobbes ise onun gerçek olduğunu sandığı oyuncak kaplanı. Dün akşam okuduğum diyaloglardan birini seninle paylaşmayı istiyorum, izninle.






C : Mo kamyonumu aldı ve onu geri almak isteyince benimle dövüşmeye kalktı. Dövüşmek istemedim ve çekip gittim. Kamyonum Mo’da kaldı.

C : Anlamıyorum Hobbes, insanlar neden bu kadar saldırgan ve kötü oluyorlar?

C : Niçin bazı insanlar neyin doğru neyin yanlış olduğunu umursamıyorlar? Neden insanlar birbirlerine karşı daha nazik olmaya çalışmıyorlar.

H : Hepsinin sorunu insan olmaları.

C : Sen insan olmadığın için çok şanslısın Hobbes.

C : Bazen bu dünyanın çok kötü bir yer olduğunu düşünüyorum.

H : Böyle anlarda yapılacak en iyi şey yumuşak tüylü bir hayvana sarılmaktır.

C: Haklısın Hobbes.

16 Nisan 2010 Cuma

Heyecan : Block ve Amado için

Bugün aslında hiç niyetim yokken, tuttum aşağıdaki kitapların siparişlerini verdim, Lawrence Block ile tanışmam 2000 yılına dayanır ama evdeki kitaplıkta tek bir kitabı yok. İşte yakında İdefix ile bana gelecek olan kitapların listesi.

İçlerinde Lawrence Block olmayan, tek bir kitap var merakla tanışmayı beklediğim. Bakalım gelsinler, daha sonra detaylı anlatacağım.

Bir Bernie Rhodenbarr Polisiyesi

Dolaptaki Hırsız
Kipling'den Alıntı Yapmayı Seven Hırsız
Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız

Bir Matthew Scudder Polisiyesi

Kutsal Bar Kapandığında
Buzkıracağı Cinayetleri
Ölümün Ortasında
Mezbahada Dans
Bıçak Sırtı
Bir Dizi Ölü Adam
Kötüler Bile

Kırlangıç ile Tekir Kedi – Büyükler için fantastik bir aşk Öyküsü / Jorge Amado (Seni çok merak ediyorum)

15 Nisan 2010 Perşembe

6. Kitap : Kadınlar Okulu - Andre Gide


Eveline'in güncesi. İki bölümden oluşuyor. İlk bölüm ile ikinci bölüm arasında kocaman bir 20 yıl var yaşanan. İlk bölüm aşka övgü, ikinci bölüm ayrılık çabası. Aradaki 20 yıl, gerçeklerle yüzleşme olmalı. Biz bilmiyoruz.
Biz mi değişiriz yaşam akıp giderken, sevdiğimiz mi değişir, kimse değişmez de gözler mi açılır faltaşı gibi koskocaman, bilemedim.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Bir pazar gününün anatomisi

Kentin içindeki yaşamı terk edip bir gün, bir köye yerleşmek mi olmalı yeni amacımız. Yapabilir miyiz günün birinde bunu? Belki... Kimbilir...


Kuzenim yol boyunca tüm mızmız hallerimi üstlendi, nerede istersem durdu, bekledi, güldü, güldü, güldü...

Siz beni burada bırakın, dönüşte alırsınız dedim ama kendimi dinletemedim...

Dereler, tepeler geçtik, az gittik, uz gittik...

Kendimizi kahvaltının kollarına bıraktık ... Püfür püfür esen rüzgarda ruhumuzu doyurarak masadan kalktık.

Evin kedisi Angel, doğanın içinde yaşayan bir kaplan gibi... Onu izlerken çimenlere uzandım, geldi kuruldu üzerime, sonrası mırıl mırıl mırıl... Biraz da uyudum mu ne?


Kuzu kulağı toplamaya gittik hep birlikte, en başarısız bendim, Oguz ve amcam elleri ile koymuş gibi bulabilirlerken, ben bulamadım, onların topladıklarını kıtır kıtır yiyerek, mine çiçeklerini seyrederek oyalandım. Bilmiyorsanız söyleyeyim, kökleri kırmızı oluyor bu kulakların...
Söylesem inanmazsın, işte kanıtı, çiftliğe giderken böyle bir köy var içinden geçtiğimiz...
Eve dönerken bir kucak dolusu sarı papatya, taptaze yumurta, balkondaki saksılarımıza ekilmek üzere yaban zakkumları ve elbette bolca huzur .... Daha ne olsun, hımmm her pazarımız böyle olsun...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Sakız sardunyanın güncesi

Adının Çello olduğunu öğrendiğim kadın beni arkadaşlarımdan ayırdı, yetmez gibi pembe bir bisikletin sepetine usulca koydu, yanıma da papatya kuruldu. Papatyaya nereye gidiyoruz diye sormaya çalıştım ama yaprakları kendi aralarında kavga ediyorlardı, "çello bizi sevecek" "hayır çello bizi sevmeyecek" münakaşası vardı yanımda, hiç karışmadım, sessizce bekledim. Yanımdaki bu gösterişsiz çiçek benim gibi bir saksının içinde değil, siyah bir poşetin içine oturtmuşlar, yeni bir saksı-eve kavuşuruz umuduyla neşeli olmalılar oysa ben değilim, arkadaşlarımdan ayrıldım, beyaz saçlı kadın suyumuzu hiç eksik etmiyordu. Ya şimdi nolacak? Ya bu çello yeterince özen göstermez üstelik bir köşeye atıverirse... Korkuyorum.


Oldukça konforsuz bir yolculuk geçirdim, papatya da pek tantana yaptı yanımda, iki dakika sus. Arada bir sepet içinde havaya zıpladım, aşağı düşerim korkusuna karıştım. Yolculuğun sonunda Çello aldı sepetten bizi, sanırım yeşil manzarası olan bir yere gidiyorum. Etraf pek güzel. Kel bir adam karşıladı Çello'yu. Kel adamın yüzünde bir gülümseme. Korkum azaldı, şimdi heyecanlıyım.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Bazen bir gün geriden gelir blog

Dün akşam, iki erkek masayı hazırlamış beni bekliyorlardı. Özel soslar, yaza özel yemekler. Hazır masaya oturmayı seviyorum. Kuzenim becerikli. Kocam tanıdığım en iyi yardımcılardan ve bir salata ustası.

Yemekten önce hemen hediyelerimi alıyorum ellerinden. Bisiklet pompası, zil, kilit ve ah bir de reflektör. Havalara zıplıyorum, en çok zil için. Çünkü Türkan Teyze'nin bahçesinin önünden geçerken ve o çiçeklerle ilgilenirken çın çın çın haber vermek istiyorum kendisine. Ben oradan geçerken takılsın dursun bana arkamdan. Ne kadın şu Türkan Teyze. Akşam ondan yılın ilk sardunyasını aldım. Böyle ateş kırmızısı, ateş pembesi gibi, nolur gülme biliyorum serde çingenelik var işte. Sardunyanın saksısı 3 Tl. O da zorla tutuşturularak eline...

Renk renk saksılarım olsun istiyorum, bizim iş yerimin yanındaki 3 m bakkala gidip bakmak istiyorum, belki orada vardır. Alırsam gösteririm söz.

Aşağıdaki fotoğraf Türkan Teyze'nin bahçesinin geçen yaz çekilmiş bir fotoğrafı. Bakalım bu yaz nasıl olacak.

6 Nisan 2010 Salı

Öylesine yazasım vardı

Dünün akşamüzeri

İş arkadaşım Yasemin iş çıkışı direksiyon dersi için Dinlenti’de eğitmeni ile buluşacak. Ama daha vakit var, akşamüzeri keyfi yapalım dedik, bari zaman geçsin, Yasemin derse başlayana kadar. Mekana ilk ben geldim pembe panter ile. Yasmin ve Çido, arabayla arkamdan. Elbette onlardan daha hızlı değilim, hayır kestirme yollar da kullanmadım, sadece iş yerinden onlardan daha erken ayrıldım. Dinlenti’nin bahçesine geldiğimde İsmail Bey indi arabasından. Geçen yaz bize çaylarımızı getiren Gökhan masa aralarında dolanıyor yine. Çalışanların değişmemesi sevindirici. İsmail Bey benim de direksiyon eğitmenimdi. O kadar sevmiştim ki kendisini ve işine olan sevgisini, en minicik detayları dahi ciddiyetle ele alabilmesini. Yasemin’in direksiyon konusunda eğitmene ihtiyacı olduğu yepisyeni arabasını kapının önüne park etmesiyle anlaşıldığında, aklıma ilk kendisi geldi. İşini iyi yapanlar bir şekilde, maddi ya da manevi sivriliyor işte.

Hep birlikte oturduk, çaylarımızı içtik, otomobiller üzerine konuşarak akşam üzerini yedik bitirdik. Ben ve Çido evlere, Yasemin derse…

Dünün akşamı

Eve geldiğimde Ouz beni bekliyordu. Eve geldiğimde ilk yaptığımız şey bir gıdım sohbet etmek, günün yorgunluğunu, bilançosunu o anlarda atarak varsa çentikli çapaklı anlardan kurtulmak, yoksa şimdi sorsalar ne olduğunu tam anımsayamadığım konular bulup gülüşmek. Her gün görüşülen, konuşulan insanla konuşacak konuların bitmemesi ne güzel.

Mutfağa girip bişeyler yapacağım birazdan, kafamda bişey var diyorum. Ouz sırf şaklabanlık olsun diye saçlarıma ve kafama bakıp hani ne varmış bakayım diyerek bitlerimi ayıklayan maymuna dönüşüyor ki bu konuda çok başarılı. İnanmazsın bir Pirinç taklidi yapsın, tıpkı Pirinç dersin. Bir insanın bir kediye bu kadar benzeyebilmesi, bir kedinin de mimikleri ile var olabildiğinin en nefis göstergesi. Oğuz ne zaman taklit yapsa her defasında ona hayran kalır, kıkır kıkır gülerek izler ve hadi bi daa bi daa diye başında bıdıbıdı yaparım.

Mutfakta yapmayı planladığım şey ile ilgili, kafama bakıp fırın görüyorum dedi maymun olmayı bırakarak. Gözümdeki onaylar bakışı görünce vanilin de var işin içinde dedi. İkinci onaylayan bakışımı da gördü ve, Ay dur ceviz de katıyorsun içine diyerek yapacağım kekin neli olacağına da böylece karar verdi.

Mikserin bozuk olduğunu unutmuşum, aklıma koyduğumu yapma konusunda bu kadar ısrarcı olmasam kırdığım üç yumurtayı öylece bırakırdım, o cevizli kek bu akşam illa yapılacak. Yola robotla devam ettik, Ouz elma soydu, tarçın aradı, tezgahı temizledi ve fırından çıkar çıkmaz iki dilim sıcak keki yalayıp yutarak başarıyla görevini tamamladı. Hazır fırın sıcakken ve evde yemek de yokken fırına ekmek üzerine domates biber peynir gibi şeyler koyup fırınladık, tamam itiraf ediyorum, ouz hazırladı, çayı da zaten o demledi, sonra erman kuzu’yu seyrettik, sonra ben biraz katre-i matem, oguz epeyce Calvin&Hobbes okudu. Ouz’un 2 albümü bitirip 3. albüme başladığını söylemiş miydim? Bu ne demek, Calvin & Hobbes bizim evde sevildi demek.

Andre Gide ile başladı gün

Katre-i Matem, alışık olmadığım bir dil. Çok keyifle ilerliyorum ama ağır ağır.

Bugün yağmur var. Evden çıkarken Andre Gide gelmek istiyor benle. Hiç itiraz etmeden sırt çantama atıyorum Kadınlar Okulu'nu. Yazarın daha önce başka bir kitabını okumuşluğum yok- belki de çok yazık, bilmiyorum- Gide ile tanışmak için çantamdaki doğru bir kitap mıdır bilmiyorum.

Kuruluyorum terasa. Açıyorum kitabımı. Kadınlar Okulu'nun kapısından içeri giriyorum.

7 Kasım 1894

Kısacası, sana rastlamadan önce yaşamıma bir amaç aradığımı söylüyordum. Şimdi sen, amacım, işim, hatta yaşamımsın ve senden başka bir şey aramıyorum. Senin ruhun ve varlığın sayesinde kendim için en iyi şeyi elde edebileceğimi, bana yol göstereceğini, beni iyiye, güzele ve Tanrı'ya götürebileceğini biliyorum. Bu nedenle babamın karşı görüşünü tersine çevirmemde bana yardım etmesi için Tanrı'ya yalvarıyorum.

Robert'ın asıl sevdiğim yönü, kendisine karşı hoşgörülü davranmayışı ve ihtiyaçlarına karşı, zorunlu olduğu şeyleri gözden kaçırmayışıdır.

"İnsan ihtiyarlamış bir çocuktur" dedi ve bunu söylerken başını dizlerime koydu; çünkü ayaklarımın dibine oturmuştu.

Bu hatıra defterine yazacak bir şey bulmayı beceremeyeceğimi söylediğim zaman gülümsemiştin. İşin gerçeği, aşağı yukarı dört sayfa doldurdum. Onları bir kere daha okumamak için kendimi oldukça zorluyorum; ama okursam eğer, bu sefer de yırtmamak için zorlanacağım. Beni şaşırtan da daha şimdiden bu yazılardan zevk duymaya başlayışımdır.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Nisan Filmleri



Nisan sinema açısından yüz karası bir ay olmuş, sanki başka şeyler de izledik, ama izlesek ben mutlaka buraya not düşerdim.

Tamam dizi açısından daha verimliydi, "Fringe" 1. sezon bitti, "How I met your Mother" izlendi bolca. Ama biz film izlememişiz ben buradan bunu anlıyorum.

Tanıştırayım

Ve işte Pink Panther...

3 Nisan 2010 Cumartesi

Bak! Bahar Gelmiş

Gri Kent Sakini benden bu başlık altında başka bir fotoğraf bekliyordu biliyorum. Ne yalan söyleyeyim o piknik masasının her gün yanından geçiyorum ve her gün uygun zamanın gelmesini bekliyorum. Neticede aynı noktadan sonbahar ve kış mevsimlerine bakmışlığım var, ilkbaharda da aynı açıdan bir kare almak istiyordum ama aynı yerden bahara bakamıyorum çünkü o bahçe baharın gelişi ile temizlendi, sonbaharda dökülen ve yerde kış boyunca öylece kalan yapraklar bir köşeye toplandı, piknik masası da olduğu yerden alınıp biraz daha bahçenin içine dahil edildi. Hal böyle olunca istediğimi gerçekleştiremeyeceğimi anlayarak baharın gelişini başka bir kare ile muştulayayım bari dedim. Bu kare ile idare edin. Ayrıca üflemek isteyen danışmaya adını yazdırsın.

1 Nisan 2010 Perşembe

Macera bizi bekliyor


Aslında bir çok açıdan çok ama çok sabırsız biriyim. Beni heyecanlandıran bir durumu sevdiklerimle paylaşmayı çok severim ama o paylaşım hemen olsun isterim. Bir film önermişsem hemen izlesinler, bir kitap vermişsem hemen okusunlar. Beklemeye de gelemem. Böyle böyle farkediyorum ki bazen çok münasebetsiz biriyim. Belki o kişi o film için doğru zaman diliminde değil, belki başını kaşıyacak vakti yok, belki önermelere kapalı…Az bekle di mi? Ama yok. İlla bıkbıklanıcam kendi içimde. "İzledin mi" ya da "okudun mu" diye de soramam üstelik, kendi içimde bir sabırsızlık kuyusu açar, içinde boğulur giderim.

Hediyelerde de durum böyledir. Hediye işini hep son ana bırakmam gerekir çünkü ne alacağıma karar verdiysem, hemen almak ve hemen vermek isterim. Ha bi de alacağım hediyelerin ayağına gitmem, o gelip beni bulsun isterim, hem o hediye gelip beni bulacak hem gelip bulduğu tarih hediye edilecek kişinin doğumgününe birkaç gün kala yaşanacak. Zor di mi? En sıkıntılı olanlar, paketi açıp eline aldığında havalara gerçekten uçacağına inandığım hediyeler mesela. Bekle bakalım da o özel gün gelsin. Ne zor şey yarabbi, anlatırken daralıyorum. Bekliyor muyum diye sorarsan beklemiyorum derim. Kelkedi'nin benden 20 gün öncesinden doomgünü hediyesi almışlığı var. Yani sabırsızlık başa bela. Ama şöyle de bir durum var, zaten özel günleri üreten, türeten, matruşka gibi içinden bir sürü bebe özel günler çıkaran biziz, bizim kendi ellerimizle içine oyuklar açtığımız matruşkalara hapsolmaya niyetim yok, hediye alındı mı verilir, nokta.

Özel kişilerimin özel günlerini hediyesiz kutladığım da olmuyor değil bu durumda. O’nun hediyesi benim karşıma henüz çıkmamıştır, çıkmadığı için alamamışımdır, falan filan. Bu yıl ne yalan söyleyeyim ne alacağımı bilemediğim için Kelkedi'min hediyesini pas geçecektim ki Endişeli bir peri’nin sayfasında denk geldim, iyi ki de geldim. İşte orada tanıştım Calvin&Hobbes'la.

İnternet üzerinden siparişini verirken arsızlık edip kendime de, bir zamanlar kitaplığımızda olan ama şimdi olmayan (Aylak Kedi’nin okuduğunu görüp özenmiş, yeniden okuyasım gelmişti, evet kıskancım) Bilge Karasu’nun Kılavuz'unu da sipariş ettim. Kılavuz 3 iş günü içerisinde tedarik edilemedi, günler günleri kovaladı ve beklediğim toplam 3 albümlük Calvin&Hobbes maceraları elime ancak bugün geçti. Hediyeler de ancak bugün verilebildi, sen misin sabırsız olan, oh olsun sana.

Şimdi bizi bu iki kahraman bekliyor tanışmak için, kendilerini bekletmek istemem, o nedenle gidiyorum, kusura bakmayın.
Aldığımız kitaplar Remzi Kitabevi'nden. Bill Watterson imzalı. Kitapların listesi şöyle.

* Bilimsel Gelişme Gümledi
* Yatağın altında ne var?
* Uzaydan gelen garip ziyaretçiler