95-96 yıllarında girdi benim hayatıma. Birlikte Çemberlitaş Kız Öğrenci yurdunun ıslak paspas kokan merdivenlerinde oturup sohbetler ederdik, yurdun balkonundan en muazzam manzaraya bakakalırdık. Kitaplardan, insanlardan, hayallerimizden konuşurduk. O zamanlar, onu tek başına düşünemezdim, düşünürdüm de şöyle; başka bir insanın imgesi ille de onunla ilgili düşüncemin yakasına gelip, yapışırdı. Dostunu sırtında görünmez bir kambur olarak taşıdığını düşünürdüm. En yakın dostu sonsuza dek ayrılmayacağı bir parça gibiydi. O zamanlar öyle görünürdü gözüme.
İşte yurt koridorlarında başlayan dostluğumuz aynı evi paylaşarak devam etti. Nasıl çalkantılı, nasıl gürültülü yıllar anlatamam. Taşra kasabalarında oluşan benliğimizi, İstanbul içindeki düzene karşı korumak için bıçaklarımızı bilediğimiz günler. Neyi neden yaptığımızı pek bilmeden, önsezilerimize fazlasıyla güvendiğimiz yıllar. Hayatı el yordamıyla tanımaya çalışıp, gözlerimizdeki perdeleri aralamaya çalıştığımız anlar. O günlerde dünya, bir rock barından çok farksızdı yahu. Karmaşanın içinde ne gerçek bir ses duyabiliyor, ne de tam olarak birilerini görebiliyordum, zaman zaman birinin yüzü sanki aydınlanır gibi olur sonra yeniden karanlığın içinde yitip giderdi, önemser miydim? Sanmıyorum. Ama müzik güzeldi.
Onunla aynı evde aynı odayı ikimizin paylaştığı günler geride kalıp yollarımız çeşitli sebeplerle ayrıldıktan çok sonraları öğrendim ki, bir parçası haline gelmiş olan dostuyla araları açılmış, görünmez olan kamburunu sırtından atmış ve Hukuk Fakültesini bitirip yüksek lisans için Almanya'ya taşınmıştı. Biz tekrar görüşmeye işte o Almanya'daki günlerine alışmışken başladık. İstanbul'a geldiğinde kısıtlı zamanlarda da olsa bizim için önemli mekanlarda kahveler içmeyi başardık. Kopmayan bağlarımızı sağlam kıyılara bağladık. O, bu kadar uzaktayken sevdiklerine yakın olmayı nasıl başarır hiç bilmem, sanki koruyup kollayan bir gözü vardır da, hiç kapamaz o gözü, o göz hiç uyumaz, belli de etmez üstelik, uzaktan bakar, korur, kollar gibidir. Doktora tezinden sıkıldığı anlarda, soluğu ya sokaklarda alır, Avrupa kentlerini dolaşır, elinde fotoğraf makinesi ile o diyarlardaki gözümüz olur, ya da internet başındadır da kısacık laflıyor oluruz, minik minik, adım adım...
Aslında tüm bunları anlatmamın sebebi güne başlar başlamaz kendisiyle yaptığımız msn sohbetini paylaşmak içindi. "Bir dostumla sabah konuşuyorduk" diyerek cümleye girmek pek tatsız geldi. Başardıklarıyla gurur duyduğum, üstelik beni dostu olarak gören bu güzel insanı ucundan da olsa buraya iliştirmeden geçemedim, hoş gör.
Onun elinde bugünlerde yeni bir fotoğraf makinesi var, akademisyen damarı burada da başgösterdi, gidip kısa süreli de olsa fotoğrafın eğitimini aldı, teknik öğrenmeyi şart koştu, şimdilerde ışığı öğrenme hevesi içinde. Fotoğraf işinin zor olduğundan yakınıyor. Bense fotoğrafta teknik bilgiyi çok önemser değilim, kompozisyon ağırlıklı fotoğrafları severim, fotoğrafa bakarken; hangi makine kullanılmış, objektifi neymiş bakmam, belki bakarım da, ön planda tutmam, gözüm duygunun peşindedir, bana nasıl nereden değip geçer o kare, bunu önemserim. Konumuz fotoğraf olunca dilimizin bağı çözüldü, konu döndü dolaştı bugünlerde kafamda netleşmiş "fotoğrafçı" kavramına geldi, ben fotoğraf çeken her kişinin fotoğrafçı olmadığına dair düşüncemi netleştirdim, teknolojik günlük tutuyorum cümlesini, blog yazarıyım cümlesine de tercih ediyorum. Kelimeler ve anlamları üzerinde bu kadar durmak da yersiz, farkındayım. Dostum "profesyonel düşündüğümüzde sen kesinlikle haklısın" dedi sonunda, sonra da "onbeş yıldır hukukla uğraşıyorum kendime hukukçuyum diyemiyorum, çünkü diploma adamı hukukçu yapmaz, ne zaman ki bilirkişi raporlarım hakim karşısına çıkar, ya da doktora tezim kurul tarafından onaylanır, onlar benim görüşlerimin hukuk payını doğrular" diyerek çıktı işin içinden. Aslında hemen hemen aynı şeyleri söylüyoruz. Sıfatların içinin boşaltılıp, kavramların anlamsız hale bürünmesinden hoşnut değiliz.
Bugünlerde Suç ve Ceza'ya ara verdiğim zamanlarda, tekrar tekrar okuduğum bir kitabın yeniden üzerinden geçiyorum, Roland Barthes "Camera Lucida" ile çok derin bir fotoğraf yolculuğuna kısıtlı cümlelerle çıkmayı deniyor. Okudukça bir kavramı kullanırken özenli olmam konusunda kendimi daha titizlenir buluyorum. Sonra dönüp, düşünme biçimini bilgiler üzerine kurmayı seçen dostumu daha bir önemsiyorum. Orada yalnız geçen günlerini dolduran kelimeleri dikkate değer buluyorum.
Yalnızlık demişken, üzerine son günlerde okuduğum nefis yazılardan birinin linkini buraya iliştirmeyi ihmal etmiyorum. Yorumları bile bu yazının gelişen bir parçası gibi, sırf bu nedenle atlanmamalı.
Şimdilik gidiyorum, fotoğrafçı değilim, hiç olmadım.
12 Temmuz 2011 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
10 yorum:
Çello;
bu güzel insan Cansu'dur eminim.
Fotoğraf derken bende en çok insanların telaş içindeyken,fotoğraflarını çekmeyi seviyorum.
Değişik kareler çıkıyor.
İkinizin fotoğraflarını da seviyorum ,yazılarını da:)
Evveet :) çok tatlısın domatessuyu, ya ne hoş adın var, mesela ben senin adını görünce hiç kötü şeyler düşünemiyorum, hep böyle günlük güneşlik bir an gibisin, ne hoş bişey bu.
Yahu şu blog hayatımızda ağıztadıyla bir dedikodu bile yapamayacağız baksana :) şıp dedin tanıdın kim olduğunu, dünya küçük, blog dünyası daha da küçük:)
Ne kadar güzel böyle bir arkadaşın için konuşman..eminim o da senin için benzer düşünceler besliyor.R.Barthes kitaplarını çok severim.Susan Sontag ta çok sevdiğim bir yazardır..
insanın yıkmaya değil de yapmaya meyilli dostlarının olması çok şahane bir duygudur ya Buket, bilirsin işte, bu da öyle. Kaprislerden arındırılmış dostluk gibisi yok gerçekten.
Bugünlerde fotograf üzerine okumalarıma geri döndüm, konuyla ilintili yeni bişeyler okumadan evvel elimdeki kitapları şöyle bir karıştırayım dediğimde çıktı karşıma Camera Lucida. Sontag'ın fotoğraf üzerine olan kitabına da yeniden göz atmayı düşünüyorum.
Pelin'e çok bol öpücükler.Sevgiler.
O zaman tam yeri gelmisken bizim icin gelsin güzel dostum:
"Biz haber etmeden haberimizi alırsın,
yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin.
Gözümüzün dilinden anlar,
elimizin sırrını bilirsin.
Namuslu bir kitap gibi güler,
alnımızın terini silersin.
O gider, bu gider, şu gider,
dostluk, sen yanı başımızda kalırsın"
Icimden gecenler satirlarini defalarca okurken film kareleri seklinde gecti gözlerimden. En sonunda hepsi gitti, yüzüme sicak bir gülümseme yayildi, sevgin icimi isitti yine. Dostlugun da cok degerli benim icin, sen de...
Sen beni usulca, gösterişe kaçmadan ve kendiliğinden affettiysen de, ben içimde bir yerlerde kendi gerçeklerimi hep bileceğim...
yapma yahu cankuşum. öyle deme. bak o günleri böyle de anabilmek var! bu güzel. çok güzel. kıymetini bilelim. sana kocaman sımsıkı sarılıyorum. özlemle. ışıklı gözlerinden öpüyorum.
"O günlerde dünya, bir rock barından çok farksızdı yahu...." diye başlayıp "Ama müzik güzeldi..." diye biten 4 satırın hastası oldum.çok benzer bir gençlik yaşamış olmalıyız ki bu cümlelerin bana çok yakın geldi, bayıldım.ancak böyle tarif edilebilirdi.
coraline, sen ne kadar güzel gülüyorsun farkındasın di mi? Annelikle şeytanımsı yaramaz çocuk arası bir güzellik bu.
hımm demek sen de pek bir haytaydın o günlerde :P şimdi daha ağır ağır ilerliyor günler di mi? yüzünü insanların, çok daha net görüyorsun sen de di mi? Özellikle de yüz çizgileri.. hıymm ..
İyi ki geldin buraya. İyi ki.
İkiniz de çok güzel insanlarsınız.
Tamam belki karşılıklı oturup bir kahve içmedik, iki lafın belini kırmadık belki ama sizi tanımak çok güzel. :)
tanıdığım en komik hatunlardan birisin sevalim, kıvrak zekalı arkadaşım, kedili güzel insan. elbette günün birinde, sonrasında fal bakacaağımız kahvelerimizi yudumluyor olacağız. hiç merak etme. hatta cansu tezini bitirirse, yeniden istanbul a yerleşirse, ikiniz hafta sonları bize kahvaltıya geleceksiniz, bir kahvaltı için o kadar yol tepilir mi demeyeceksiniz, bunlara yapacağınıza o kadar da eminim bakar mısın :) resmen direktif veriyorum ayol, uymama gibi bir seçeneğiniz yok gibi duruyor. sımsıkı kucaklıyor, sizin evin bekçilerine selam ederim.
Yorum Gönder