10 Temmuz 2011 Pazar

Haftalık Rapor...

Uyku bazen sırtından atar insanı. Öyle uyandım o sabah, ne oldu da yeniden atak geçirir oldum? Neler değişti? İstanbul'a gidip geldim, gelir gelmez çok koşturdum, uykusuz kaldım, sarma tütüne geçtim, kahveme krema koymadım. İlaçlarımı atlamadım. Hımmm. Herşey olabilir. Oğuz'u uyandırmadım. Onun yapabileceği bir şey yok, o uyurken elini tuttum bir süre, baktım olmayacak, kalktım, saate baktım, 04.30 suları. Sırtıma battaneyiyi pelerin gibi doladım, balkona çıktım, araba bakımda, kapının önünde olsa hadi hastaneye gidelim demem için ramak var, nasıl serin bir hava anlatamam, tarlalardan balkona doğru esen rüzgar, çok iyi geldi, biraz sakinleştim, masaya alnımı koydum, Pirinç masaya çıkmış, başımda bekliyor, biraz uyumuşum. Sonra yatağa geçtim, uyandığımda daha iyiceydim. Panik atak böyle işte, sersemletiyor.

Sarma tütüne biraz da sigarayı bırakırız ümidiyle, Harun'da görüp özenmiştim. Tütünün tadını da sevmiştim. Atakla uyandığımda, derinlik duygumu bir an kaybettim, sanki su yatağında gibiydim, garip bişey, ben nefes aldıkça şeklimi alan bir yatakta yatar gibi hissetmiştim, bu duygu biraz korkuttu beni. Sarma tütünü o gün bıraktım. Kahve bir gün boyunca içmedim. İşten erken çıkıp eve geldim, iki  saat kadar uyudum, huzurla. Beni sırtından atan uykuya özlemle inadına sarıldım.

Sürekli eleştirel gözlüklerle etrafındaki insanlara bakanları anlamıyorum. Atakla yaşamamı kabullenmemiş olan insanlar var çevremde. Önemsemiyorum. Sanki herkes zımba gibi sağlam sinirlere sahip olmalı, hassas yanları kimsenin olmamalı. Panik Atak hastası olmak bir zayıflık, hala ilaç kullanıyor olmak güçsüzlük emaresi, nasıl oldu da kurtulamadım bu ilaçlardan. Böyle olmak en fazla Oğuz'u ilgilendirir, zira gecenin bir yarısı atağımla ben başetmeye çalışırken o benden çok çaba sarfediyor, üstelik tanımadığı ve anlamakta çok zorlandığı bir duygu. Her sabah kahvaltıdan sonra içtiğim o kimyasal nesne benim zayıflık emarem, İstanbul kaosundan ürküyor olmam benim sorunum. Hoş dedim ya, bu konuda söz hakkını sadece Oğuz'a veriyorum, gerisi gerçekten umurumda değil. Panik Atakla başetmesini bilmeyen biri olmasın istiyorsa insanlar hayatlarında, hiç itirazım olmaz, rahatlıkla çekip gidebilir. Burada iyi olmamı istemenin dışında bir sinir seziyorum, asıl canımı sıkan o sinir oluyor, neden sinirlenildiğini anlamıyorum.

Bir önceki sabah beni terkisinden sinirle atan uykunun kollarından gayet güzel indim dün sabah aşağıya. Kalktım, duş aldım, sabah çok erken, uykumu almışım, atladım motora, yanıma da Raskolnikov'u aldım, söylemeyi unuttum, Suç ve Ceza, sandığım gibi zor değil, gayet akıcı, su gibi, bir filmi izler gibiyim, Sezen sırf benle oturup kitabı konuşmak için tekrar tekrar başlayıp bıraktığı kitaba yeniden başlamış, Çiğdem elindeki yarım kitapları hızla bitirip eline Suç ve Ceza'yı almış, heyecanımı çok kıskanmış, kıskanmaların böylesi çok güzel. Bir de iki kişinin birlikte yaşadığı hoş bir anıyı tadamadığı için, o anın içinde yer alamadığı için, sevdiği kişiyi bir başkasıyla paylaşmayı kabullenemediği için, yaşanılan kıskançlıklar var, işte onu pek anlamıyorum. Hayır hayır konumuz iki kişinin yaşayıp birbirini kıskandığı aşk kıskançlıkları değil, arkadaşlar arasındakinden bahsediyorum, kıskançlık derin konu, duralım.

Dün Oğuz'la pazara gittik, ne zamandır istediğim kırmızı koltuklarıma krem pikeleri nihayet aldım, pazarda sebze meyve alışverişi Oğuz'un görevi gibi, ben yanında daha çok süs gibi dolaşıyorum, ağırlığı olmayan poşetleri elime tutuşturup duruyor, böyle olunca bir işe de yaramıyor, iyisi ben fotoğraf çekeyim.


Oğuz kırmızı biber seçiyor (kelinde güneş nasıl da güzel parlıyor:) İşini o kadar ciddiye alıyor ki, bir kırmızı biber almak bu kadar uzun sürer mi diye hiç mızırdanmıyorum, pazar yeri gayet kalabalık olmasına rağmen, mekanla gayet uyum içindeyim.

Akşam eve geldiğimizde salonu toparladık Oğuz'la. Sonra yeni pikelerimizi yaydık, ben Rasko ile başbaşa kalmışken Pirinç dayanamayıp zıplıyor yanıma, tam da işte böyle, ayak ucuma... Kıvrılıp gidiyoruz yaşamın içine, krem renginde...

9 yorum:

justine dedi ki...

Geçmiş olsun Çello, üzüldüm. Neyse, şimdi rahatlamışsın. Umarım tekrar atak gelmez.
Haftalık raporu vermişsin, fakat rapor çok kapsamlı, milyon şey konuşulur yazdığın şeyler hakkında;) Şimdi diziye ara verdim, kısa yazacağım bu sefer. Rahatsızlığın için kinseye özür borçlu değilsin, biliyorsun bunu. Sadece tekrar etmek istedim, üzme kendini.

Pirinç'in fotoğrafı çok eğlenceli; gözleri müthiş, cin gibi bakıyor, tam bir Dosto kahramanı;)

Sevgiler.

çello çalan kedi dedi ki...

Canım Justine, nasıl iyi geldi yazdıkların, haftaya pek güzel başladım, gerçekten.

Ben anlıyorum ki, duru bir yaşamın içindeyken, bu tür sorunlar yaşamıyorum, koşturarak yaşadığım anlarda aynen şöyle söyledim dün sabah Oğuz'a "ruhum yetişemediğinde zorlanıyorum" sanki vücudum önden koşturuyor da, benliğim arkadan yetişmeye çalışıyor, ritmimi yitiriyorum sanki, tekrar önden koşan bedenim ruhumu yakalamak için nefes nefese kalmış durum beklediği anlarda atak geçiriyorum, sanki. Tam anlatabildim mi? Ben hiç acele etmemeli, duyumsayarak yaşayabilmeliyim. Neyse.

Pirinç:) koltuğun başımı koyduğum kısmında okuma lambası var, salon karanlık ve ışık tek bir noktadan dağılınca kocaman bir kelebek gelmiş ışığa, Pirinç tam da o kelebeği farketmişti o esnada ama evet Dosto kahramanı olabilir ve ikimizin de itirazı olmaz buna.

Çok teşekkür ederim Jus. Sevgiler.

geveze baykuş dedi ki...

beyaz pikeler evi daha da aydınlatmış sanki, en kısa zamanda gelip görmek lazım belki de...

çello çalan kedi dedi ki...

Eveet baykuşum, sen zaten epey ihmal ettin bizi, bak pirinç de söyleniyor baykuş nerelerde diye. Haberin olsun. :)

geveze baykuş dedi ki...

iyice özlediğinizden emin olana kadar bekledim de, ondan.

çello çalan kedi dedi ki...

Aynı zamanda bir "ilgi bekliyorum" bakışı da seziyorum ben:P ama bu bakış, bunaltıcı bir bakış değil, olmayanı isteyen değil! zaten halihazırda varolan! sevgimizin sana düşen payını almaya çalışır gibisin ki bence çok yerli yerinde bir davranış bu.

Sen bu blog bahçesinin en güzel hediyelerinden birisin, hernekadar geçmişimde sürpriz ziyaretlerine dudak bükmüşlüğüm olsa da, kendimi senin gelişine hazırladığım her dokunuş beni mutlu kılar biliyorsun.

Bu arada kafamda sana yazmak var, konuşarak başarabileceğim bir şey değil, ancak yazabilirim. Uykusuzlukla savaşıyorum bugünlerde, onu da bir halletsem, oturup yazabilecek hale geleceğim, artık 10 gündür kalitesiz ve yetersiz uykularla düşüncelerimi toplayamaz hale geldim, mektup konusunda bana zaman verirsin sen baykuşum, güzel gözlüm, kanatlarını sevdiğim :) bu böyle gider şimdilik keseyim... :)

geveze baykuş dedi ki...

hay körolası yayınlayamadan kapattım pencereyi!
çok yorgunum çellocuğum, çok doluyum. balkonunda sen ve ben, önümde önce rakı (sana yok, bu ara kendine iyi bakmamışsın şu atağın etkileri iyice geçene kadar sana soğuklardan soda sıcaklardan papatya çayı var sadece)sonra çay saatlerce konuşup ağlamak istiyorum. huysuzluğum ondan yani, sana değil. seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun değil mi?

çello çalan kedi dedi ki...

yorgun baykuşum, elbette beni ne kadar sevdiğini gayet iyi biliyorum. Huysuzluk sezmemiştim ben yahu, en azından bana karşı. canımsın sen. Bu geldiğinde uçurtma uçuramayız tarlalarda ama ziyadesiyle balkonun ve karaağaç'ta öğrendiğimiz yeni mekanların tadını çıkarırız.
Öpüyorum güzel gözlerinden, bi de omzundaki o iki muhteşem balıklardan da.

beste dedi ki...

insan bazen caresizlikten, ne yapacagini bilememekten, yardim edemekten dolayida sinirler karsisindakine, aslinda sinir kendinedir, hastaligadir, gecmis olsun Cello calan kedi seni cok iyi anliyorum. Gececek ama merak etme, oluyor boyle donemler hayatimizda sonra gecip gidiyor..