30 Aralık 2009 Çarşamba
Yeni yıl öncesi
İşte bu gıcık hallerimle yeni yıl planları filan yapmıyorum. Kendi elime bir liste tutuşturmuyorum tutmayacağımı bildiğim sözler için. A ama şartlar izin verseydi, kafam güzel şekilde Viyana'da geri sayım yapmayı çok isterdim ya da Omni Trio ile drum'n bass party de olmayı... Olmadığına göre çözüm kolay, sıradan bir gece olarak geride kalsın olsun bitsin, unutalım.. pehh..
28 Aralık 2009 Pazartesi
Fontaine Pasajı'nda bir pazar

Yazın başladığım ama uzun bir süredir yüzüne hiç bakmadığım Fontaine Pasajı'nı Pazar günümü feda ederek ve Oğuz'un da yardımıyla - ki o deli işi der dururdu- tamamladım.
26 Aralık 2009 Cumartesi
Sorular cevap bekler [Mim]
1. dinleyin: Leyla Gencer
2. deneyin: Unutmamayı.En çok buna ihtiyacımız var.
Uğur Mumcu, beyaz güvercin gibi barış için kanat çırpan Pippa Baca, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Hrant Dink… Liste uzar gider. Unutmamayı deneyin…
3. hergün tekrar edin: nasıl bir ülkede yaşıyorum? sorusunu.
4.sadece tek bir gün bile olsa: o bir günlük ömrümü yine şimdiki ben olarak geçirmek isterdim e bir de kel kedi oğuz olsun yanımda. Değme keyfime...
5.yapın: hayatta yapmam dediğiniz şeylerden -en azından- bir tanesini. Mesela bungee jumping.. Off yemiyo yine de be.
6.okuyun:Oğuz Atay / Tutunamayanlar ve John Fowles / Büyücü
7. için: su (iç diyorum sana ama içmiyorsun kedi)
Şimdiiiii gelelim paslamaya. Hımmm Janisjr olsun mesela. Yanıtlamak isterse mimlenmiş olsun.
25 Aralık 2009 Cuma
24 Aralık 2009 Perşembe
Gözlerinde tülden bir perde
Çok yaşamak, çok uzun yaşayarak hayat oyununun içinde kalmak, jubile yapma hakkı olmadan sahnede rol almak tercih edilir bir şey mi bilemedim. Öyle hareketsiz oturarak bir zihin nasıl meşgul olur, zamanı nasıl savuşturur, anılar yumağını kördüğüm yapmadan nasıl korur bilemedim. Ama ne yalan söyleyeyim o kadına özendim. Kıpırtısızlığına, dalgasız bir deniz gibi sütliman ruhuna, tül perdeli gözlerinden saçılan ışıltılara imrendim.
Bugün hiç bir şey bilmeyen şu halimle durup baktığımda, içimdeki ses beni "basit olmak iyidir" yollarına çıkarıyor. Basit, karmaşık olmayan, düz...
23 Aralık 2009 Çarşamba
Negatif duygular beslediğim detayımsılarım
- Blog okurken, yazarın beni gören ve beni gördüğünü bilerek tribe giren hallerinden hoşlanmıyorum. Kıçı kırık bir gazetede köşe sahibi olup ahkam kesen bir kalemi okumaktan farksız hissediyorum. Kendisiyle konuşur gibi değil, yandaki izleyicilerine seslenen, o izleyicilere saygısından (mı?) dolayı normalde pekala ağız dolusu küfür edebilecekken harf kırpmacası yapan, bir nevi kendi sansürünü kendi koyan zihniyetten haz almıyorum. İşin kolayı var, okuma di mi? Aynen öyle yapıyorum.
- Film olsun, kitap olsun, müzik olsun, gözümün içine sokup alınan duygu yoğunluğunu benim de almamı uman, "evet evet bu filmi mutlaka görmelisiniz, gidin görün, paranız boşa gitmez" tadındaki önerileri önemsemiyorum. Yine aynı hisse kapılıyorum, bir köşe yazısını okuyor buluyorum kendimi, karşımdaki kişi de yılların yazarı tabi. Her şey iyi güzel de önerme işte sen bana, kendi yaşadıklarını anlat, cankulağımla dinleyeyim. Ama diğer türlü yapınca sen, sen istediğin için izlemiş olmuyorum ki.
- "Kış geldi bak bu havada da en güzeli portakal suyu, hem c vitamini de almalı, sıkı da sarılmalı, yaka bağır açık dolaşmamalı ha" tadında ebeveyn rollerindeki yazılardan kaçabildiğim kadar kaçıyorum. Almıyorum c vitamini, gelip beni takip mi edeceksin alıp almıyorum diye. İçmiyorum bitki mitki çayı da. Ama sen iç ben sana karışıyor muyum? Anlat sen. Mesela "bir ısırganotu çayı içtim nasıl kendimi iyi hissettim, bulutların üzerinde gibiydim" gibi bir cümle kur, bilmemneotunu bilmemne gümecinin bilmemne sapıyla karıştırdım, 100 metreyi şu kadar saniyede koşar oldum de, bak belki tüm bitkicileri dolaşıp içmek isteyeceğim, sokma işte benim gözüme, dayama gırtlağıma o çayı, sırf öğütsel yaklaşımların yüzünden kaybetmek istemiyorum oysa seni.
Bunlar gibi var bir kaç tane daha da şimdi ilk etapta bunlar geldi aklıma durduk yerde. Kendi bokumla bile kavga edebilirlik potansiyeli taşıyorum sanırım bugün. Bu, iyiye işaret...
21 Aralık 2009 Pazartesi
Normale dönüş
Zehir saçan günlerimi o gece geride bırakmış oldum. Ama yine de Oğuz geveze'yi dinlemeyip yanımdan kaçıp gitmedi. Sabırla her şutumu kalesinde bekleyip panter gibi yakaladı. Yüzünde "ohh bir ayı daha geride bıraktık" ifadesi vardı ama çok üzerinde durmadım.
Dizi mahkumu olmak istemiyorum ama bu hafta sonu The Prisoner hem ellerimi hem ayaklarımı kelepçeledi. Ian mckellen muhteşemsin be güzel abim. Senin için her dakikam feda olsun, ellerinden öperim.
19 Aralık 2009 Cumartesi
Depresif bir hafta sonu olacak evet evet
Mesela şu an üzerimdeki giysilerden nefret ediyorum. İçlerinde kendimi rahat hissedemiyorum, sanırsın başkasının kazağı, başkasının ayakkabısı. Ben, bildiğim ben değilim. Saçlarımdan da nefret ediyorum bak. Bir bu tarafa atıyorum olmuyor, sonra öbür tarafa. Sonra paket lastiği ile topluyorum, paket lastiği saçlarımdan bir iki teli sıkıştırınca iyice sinirleniyorum. Paket lastiğine de söyleniyorum, saçlarıma da.
Akşam için bir plan yaptık. Uzun zaman sonra burnumuzu dışarı çıkaracaktık. Şimdi canım dışarı çıkmak istemiyor. Oysa çok sevdiğim birine söz verdim. Beni sabah heyecanla arayıp "akşam planında bir değişiklik yok di mi? diye sorunca, "hayır" diyemedim. Normal şartlarda hayır diyemeyenlerden değilim. Çok da güzel hayır derim. İşin mi çıktı diye sorsalar, canım gelmek istemiyor diyebilirim. Ama bugün hayır diyemediğim kişi, dışarıda olmak ve bizimle vakit geçirmek için çok hevesli. İşin içinden çık bakalım kedi.
Evet büyütüyorum ama bunun için kale gibi bir sebebim var. Oğuz bak uyarmadı deme! baretini tak! Üzerine de korunaklı şeyler geçir zira tırnaklarımı çıkardım, sağa sola tıslayarak eve geliyorum. Yolda birileri ile kavga edip karakolluk olmazsam görüşürüz. Unutma, ilgi, alaka, sevgi, şefkat türü şeylere ihtiyacım var ama yapış yapış olacak miktarda değil, dozunu iyi ayarla lütfen. Biliyorsun her şeye "evet" demelisin ama canımı sıkacak kadar da çok "evet" dememelisin. Ben salondan sana seslendiğimde 3 saniye içinde yanımda bitmeli, etrafımda pervane olmalı, meyve tabağımı bu gece sen hazırlamalı, iyi geceler öpücüğünü her zamankinden daha çok vermeli, ayaklarıma masaj yapmalı, parmak aralarıma da üflemelisin. Üflerken sıcak üflüyorsun bak bu canımı sıkıyor biliyorsun. Lütfen soğuk üfle. Menopoz dönemimde başına geleceklerden korktuğunu da biliyorum, evet.
18 Aralık 2009 Cuma
We are junkies, i m a hooker

" Çok ortak yönümüz vardı. Gürültünün rahatsız etmediği mükemmel bir yerde her şeyi yapıştıran gizli bir yapıştırıcı bulmuştuk. İkimizin dünyası tamamlanmıştı."
17 Aralık 2009 Perşembe
Ordan burdan
Panik bozukluğumun seviyesi ile ilgili gerçek, Oğuz sayesinde geçen gece geldi suratıma şraak dedi oturdu. Aslında ataklarım ile ilgili yaptığımız klasik geyiklerden bir tanesiydi. Gecenin bir yarısı sırf hapşıramadığım için beyin kanaması geçirdiğimi düşünerek apar topar hastaneye gittiğimiz geceyi anımsamıştık ve ne güzel gülüyorduk ki Oğuz “ben senin prostat kanseri olmandan da çok korkuyorum” dedi. E haklı aslında. Üzerime yapışmış olan bu etiketi söküp atmanın yollarını bulacağım, söz.
16 Aralık 2009 Çarşamba
15 Aralık 2009 Salı
Kekeleme hallerim
Akşam olmuş. Masamızı hazırlamışız. Yemek yiyoruz. Ama daha çok sohbet ediyoruz. Sohbet ve yemeğin bir nevi rolleri değişmiş. İzlediğimiz ve beğendiğimiz bir film ile ilgili olumsuz bir eleştiri okuduğumu ve eleştiride katıldığım noktaların bulunduğunu söylüyorum. Merakla soruyor. Ne demiş? Hangi kısımlarını eleştirmiş? Cevap veremiyorum ve “Kafam çok dolu şimdi, açıklayamam” cümlesiyle işin içinden sıyrılmayı istiyorum. Olmuyor. Okuduktan sonra hak verdiğim olumsuz eleştirilerin neler olduğunu geçici belleğimden silmiş gitmişim, tek anımsadığım okuduğuma katıldığım. İlgisi bir anda eleştirilen filmden kafamın doluluğuna kayıyor. Haklı. “Kafam dolu” demek yerine “göz ucuyla hatta hızlıca okumuşum, anımsayamadım şimdi” desem ya.
Bugünlerde kendime yasakladığım ardışık iki kelime var. Kafamı gerçekten toparlayamadığım anlarda cümlemi kuramayıp, konuştuğum kişiye karşı – ki çoğunlukla Oğuz- zaman kazanmak için “sen söyle” diyorum. Karşımdaki kişi beynimin içinde değil ki, nasıl söylesin. Bir nevi kekeleme halleri. Konuşma, konuşmaya çalışma, kendini konuşurken ifade edebilme bir yetenek. Ortalama sınırlardaki bu yeteneğimden zaman zaman bir miktar kaybeder gibi oluyorum ama korkmuyorum. Hiç konuşamasam bile beni anlayabilecek becerileri olan bir yol arkadaşım var. Şanslıyım.
12 Aralık 2009 Cumartesi
11 Aralık 2009 Cuma
Sana ihtiyacım yok Inarritu!
Filme gelince, bu kez kesişen hayatlar klasiğinden biraz olsun uzaklaşmış Arriaga. Zaman tünelinde zıplamalarla bir geçmiş bir şimdi arasında gidip geldiğim filmden kesinlikle çok etkilendim. Çocukluk döneminde yaşanan travmatik olaylar bir kadının cinselliğe bakışını nasıl etkiler, bir kadın neden ve nasıl bedenini hor görür, hem sonra taşıması mümkün olmayan bir yükü nasıl sırtlanır… Arriaga’nın satır aralarında izleyiciye dönüp bunları sorup sonra kamerasını Charlize abla’ya çevirip “böyle” fısıltısını da duyumsadım valla bak.
Ay yok film eleştirilerine filan soyunacak değilim, şu an benimkisi izlediğinden etkilenmiş iki dünyevi gözün üzerinden atamadığı bu etkilenmişlikle buraya gelip kekelemesi diyelim, hepsi bu.
9 Aralık 2009 Çarşamba
"Yetinmeyi bilen ebeveyn olmanın yolları" eğitimi şart olmalı
“Hiç bir anne – baba çocuğunun kötülüğünü istemez” düşüncesinden yola çıkarak kabul ettiğim ve anlayabildiğim bazı davranışlar olsa bile onları yeterince anlamadığımı fark ediyorum.
Mesela meslek seçimi bir krizdir. Yahu çocuk seçmiş bir yol, mutlu işte. Ne diye değiştirmeye çalışıyorsun yaptığı işi, ne diye ona illa biçtiğin gömleği geçirmeye çalışıyorsun. Diyelim o gömleği giydi, mutlu olacak mı? Olmayacak. Uğraşma işte. Ama olmaz. Hep başkasının evlatları daha bir girgin, daha tuttuğunu koparan, daha karizmatik, daha çok kazanan, daha saygındır, başkasının çocukları mutlu değildir belki ama önemli değildir ki bu.
Mesela eş seçimi bir krizdir. Yahu çocuk aşık olmuş, mutlu işte. Varsın o kız konsolos kızı olmasın, varsın terzi Melahat’in kızı olsun. Ne diye illa kafanda bir prototip gelin ya da damat yaratıp senin kafandaki damat ya da gelinin karşına çıkmasını bekliyorsun. “Bekleme işte” demek yetmiyor. “Mutluyum” demek yetmiyor. Nedense hep başkasının gelini – damadı daha bir güzel, daha güler yüzlü, daha hamarat, daha bir çalışkandır.
Bir çocuk kaç yaşında olursa olsun ebeveynle arasında gizli savaş hiç bitmiyor. Daha doğrusu ebeveyn rızası ile yaşamaya çalışan çocukların savaşı bitmiyor da diyebilirim.
Belki bir gün ebeveynler için de eğitim verilir. Bu eğitim esnasında “yetinmeyi bilen ebeveyn olmanın yolları” adında bir ders de umarım bu eğitimin içine dahil edilir. Bunu başarabilen, yani çocuklarının mutluluğunu önemseyen ebeveynler çoğaldıkça daha mutlu insanlar olacağız buna inanıyorum.
Bana gelince, özellikle annemle olan savaşların çoğunu geride bıraktım. Tüm bunları buraya yazmamı sabah gazetede okuduğum bir haber tetikledi, kustum da azıcık olsun rahatladım.
8 Aralık 2009 Salı
Bir ikiii üüüç tıp (Geveze'den gelecek dayağı hakkettim, evet!)
Ya Merlin bir güzellik yapıp hepimize tekila ısmarlasan ne güzel olurdu biliyor musun?
7 Aralık 2009 Pazartesi
Merlin'den Boleyn'lere, Boleyn'lerden Balta Harry'e bir pazar
Kahvaltı sonrası keyif çayımızı içerken; The Shawshank redemption ... (Esaretin Bedeli)
Her ne kadar baş karakter Andy Dufresne ve Red olup ikisi de çok şahane olsalar da benim karakterim Brooks oldu. İlgilendiğim kişi Brooks olunca "Brooks was here" hikayesi de geldi boğazıma yumruyu oturttu.
Öğle sonrası sinema arası; Boleyn Kızı kitabına başladım. Karakterleri yeni yeni tanıyorum, favori bir Boleyn'im ya da peşinden sürüklendiğim bir karakter yok, kitap okuma anlarımdan aklımda sinsi Anne Boleyn kalıyor, gerisi henüz çok silik.
Akşam karanlığı çökerken; Lock, stock and two smoking barrels. (Ateşten kalbe, akıldan dumana) Bir Guy Ritche filmi. Bu tarzın adı neyse artık bilmiyorum ama ben bu tarza bayılıyorum. Favori karakter olarak iki salak hırsız ile balta Harry arasında sıkışıp kaldım, sonra Balta Harry de karar kıldım. İlk fırsatta Snatch filmini izleyeceğim..
Gece olmuşken ve ben uyumaya direnirken ; Merlin. Bir cnbc-e dizisiymiş. Düne kadar haberim yoktu tabi. Oğuz evin Cnbc-e dizilerini yakından takip eden üyesi olarak Merlin'i tanıttı. Merlin'e ve kepçe kulaklarına bayıldım. Ama izlediğim ilk bölüm olduğu düşünülürse favori karakterimin Gaius olması anlaşılır bişeydir di mi? Önümüzdeki günlerde favorim değişebilir belki kimbilir.
5 Aralık 2009 Cumartesi
Şeker şerbet misali bir Hürrem
Şimdiki durağım Boleyn Kızı. Eh bir miktar tarihi fanteziler içerisinde yuvarlanıp gitmenin kime sakıncası olabilir ki.
Yazı hayatına yeniden hoş gelip gözümüzü gönlümüzü şenlendiren Beyaz Tuval, tarihi kitap furyasının başladığını düşünerek Hürrem'den uzak durduğunu ve kitap ile ilgili görüşlerimi bekleyeceğini belirtmiş.
Kitaplar biraz da vitamin gibi, vücudun ihtiyacı olan bir besine elin ister istemez ve farkında olmaksızın gitmesi gibi, kitap seçimleri de yeri geldiğinde ruh hallerinin ihtiyacına göre şekillenebiliyor. Yani demem o ki beni terk eden okuma alışkanlığımı geri getiren Hürrem'i afiyetle yedim, içtim, bitirdim... Beyaz Tuval, beni fazlasıyla doyuran bu 800 sayfanın beklentilerini karşılamayıp seni hayal kırıklığına uğratmasını da istemem, elbette seçim senin...
2 Aralık 2009 Çarşamba
Şurup sesli koloratur soprano Sumi Jo ile beni başbaşa bırakın

Hey diğer sesler! Bugün mesainiz bitti, izinlisiniz, ne duruyorsunuz ayol dağılabilirsiniz.
1 Aralık 2009 Salı
30 Kasım 2009 Pazartesi
Are you a rocknrolla?

Bu arada Johnny Quid tiplemesininin piyano sahnesine bayıldım. Ve filmden kısacık bir alıntı yapmak istersem aşağıdaki cümleyi taşırım;
Sahi rocknrolla nedir? Uyuşturucular ve hastane sondası ile alakalı bir şey değildir. Kesinlikle hayır. Ondan çok daha fazlası var. Hepimiz biraz tatlı hayatı severiz. Kimi parayı sever. Kimi uyuşturucuları sever. Kimileri seks oyunlarını, cazibeyi veya şöhreti sever. Ama bir rocknrolla, işte o farklıdır. Neden mi? çünkü gerçek bir rocknrolla hepsini birden ister."Bazen bir rüzgâr eser seni ipin üzerinden alıp alaşağı eder
Bayramın vazgeçilmez seremonisi günümü parçalara bölüp beni daha çok koştururken, beni benden alan bir rüzgârı beraberinde getirdi ve hakim olmaya çalıştığım duygularımı allak bullak etti. Bunun üzerine her şeye inat kendime kapandım ve saklandım. Şimdi oturmuş güven duygusunu sorgularken buluyorum kendimi.
Dışarıdan bakıldığında çıkışsızlıklarımın içinde kaybolmaya meyilli görünürüm belki ama aslında çıkarım. Suyun altından başımı çıkarabilecek ve gökyüzünü görebilecek boşluğu bulabilirim. İşte beni sessizleştiren ve içe döndüren, biricik mal varlığım dengemi elimden alan rüzgârın sersemliğinden korkmamamı sağlayan da bu. En azından bak, tüylerimin ürpertisi geçti ve gitti.
Ben bunları sana anlatıyorum ama benim suskunluklarımı, boşluklarımı, kaygılarımı sahiplenme sakın, çünkü ben uzaklık ve yakınlıkların, sıkılmışlığın ve beyazın rahatlığını bir arada tutmayı deniyorum. Şimdi mutsuzum ama bu mutsuzluk, emin ol bir sonraki gelişimimi ve atacağım adımların çatısını kuruyor olacak.
25 Kasım 2009 Çarşamba
Sanki

Sisler ülkesinde yaşıyorum ve birazdan yaşlı cadı beni yanına çağırıp elindeki zehirli şurupla derin bir uykuya geçmemi sağlayacak ama ağaçlar arasından çıkıp gelen maskeli yılan prensler hayatımı kurtaracak. Cadı için bu sefer yanlış kapı, benim korumalarım var anacım.
23 Kasım 2009 Pazartesi
Hafta sonuna süzmecesel bakış

Evet Cumartesi günü kitaplarım geldi, yanda duran ve bir çok kişiye göre şuh bakan ama benim nedense bakışını "dik dik bakıyor" şeklinde yorumladığım hükümet gibi kadın denilen türden Hürrem'in piyasada çok konuşulan kitabına başladım, zırt diye 150 sayfa filan okudum, istediğim şu an tam da böyle bir şeydi ve ilaç gibi geldi.
Hafta sonu uyur uyanık, uzun bir kahvaltı, evin eksikleri için zorunlu alış veriş, zeytinyağlı havuçlu pırasa yemeği pişirmece gibi aktiviteler ile geldi ve geçti.
Pazar günü Trt 2'de Selim İleri'nin Not defteri diye bir programa rastladık. Çok hayıflandım böyle bir programdan haberim yok diye. Öyle işte.
21 Kasım 2009 Cumartesi
20 Kasım 2009 Cuma
Özlemle andığım kitapçılarımın yerini tutar mı hiç internet?
Mesela ilk mekanım Simurg. Gerçi ben İstanbul'dan ayrılmadan önce dükkan ikiye bölünmüş ve o eski tadı kalmamıştı. Simurg'un eski güzel günlerinin sefasını sürenlerdendim diyelim, şimdi nasıldır bilmiyorum. Orasının ayrı bir elektriği vardı inanır mısın? Mesela çok haylaz, gevşek bir lise öğrencisini alıp o dükkana bıraksan eminim ilk dakika havayı koklar ve yola gelirdi. İçeride kitaplara bakan, dokunan ve içlerine göz atanlara, oranın müdavimi olsun olmasın çay servisi yapılırdı ve etrafta zilyon tane kedi dolanırdı ki her kedinin hikayesi ayrıydı. Oradaki kedilerden zihnimde en çok kalan "üç ayak" olmuş bak. Gözleri gibi baktıkları bu kedi, canavar, sevimli ve üç ayak. İsim konusunda çok yaratıcı davranmamışlar kabul ediyorum.
İkinci mekan Pandora. Bir zamanlar yazarlara dair harika illüstrasyonlardan oluşan ve yanılmıyorsam tasarımı Savaş Çekiç'e ait kitap ayraç hediyeleri vardı. Son 4 yılda 3 farklı evde yaşadığımı düşünürsek, taşınırken ve her taşınmada biraz olsun eksilirken sakladığım ayraçlar kayıplara karışmış, o nedenle ayraçlara bakıp tasarımcısı kimmiş diye bakıp kopya çekemiyorum. İşte Pandora mutlaka uğradığım, aradığım kitap yoksa sipariş verdiğim ve geç olsun oradan olsun dediğim bir vazgeçilmez kitapçı oldu benim için.
Üçüncü mekan İstiklal Caddesi No: 389 Robinson Crusoe. Büyülü bir vitrini var. Mesela orada sergilenen kitaplar sanki daha bir tılsımlı, daha bir albenili, daha bir şeydir işte anla. Orada da hep fotoğrafa dair şahane albümlere rastladım, çalışanların bilgisine hayran kaldım.
Hal böyleyken şimdi kalk ve internet üzerinden sipariş ver. Hiç makul ve keyifli gelmiyor ama başka seçeneğim yok malesef. Burada içine girip kendimi iyi hissedeceğim bir kitapçı bulamadım. Bu nedenle dün ilk defa internet üzerinden kitap alışverişi yaptım. Hani iki gün önce sitemsel bir post ile okuyamama hastalığına yakalandığımı duyurmuştum ya, işte o hastalıktan beni kurtaracak olanın yeni kitaplar olduğuna karar verip kendimi sürükleyici olduğuna inandığım kitapların ellerine bırakacağım. Ama tabi önce kargonun beni bulması gerekiyor, heyecanla bekliyorum.
19 Kasım 2009 Perşembe
Neden blog yazıyorum? [Mim]
“Bu şehre nasıl geldiğimi, nasıl içine işlediğimi, işlerken neler biriktirdiğimi, biriktirirken neler yitirdiğimi, yitirirken içten içe kendime, kendi özüme nasıl yaklaşıverdiğimi fark edemedim” dedim blog yazmaya başlamadan ve İstanbul’dan taşınmadan hemen önce. Farkedemediğim o süreç aslında farkındalıklar silsilesi ama beraberinde bir o kadar da unutulan özne, nesne, anı yığınını da barındırıyor kendi içinde. Gitmesini istediğim anılar dışında kalmasını istediklerim de harcandı.
Her insanın yaşamında milatlar var ve eminim bu milatların sayıları bir değil birden fazla. Herkes bu milat süreçlerini farklı olaylara kodluyor. İşte benim kodladığım ilk miladım Edirne’den İstanbul’a taşınmaksa bir diğeri –tersten yazılmış ve ancak aynada okunabilen bir yazı misali- İstanbul’dan Edirne’ye taşınmam olacaktı. Sular bu kez beni tersine sürüklüyordu ve tek başıma ayrıldığım bir kente iki kişi olarak savrulma sürecimi evet kelimenin tam anlamıyla unutmak istemiyordum. Bir gülüş, bir çizgi, bir emanet, bir sandalyenin sırtıma dokunuşu, bir bocalama, derin bir nefes alma, göz kırpma, gökyüzüne bakma… Hepsi benle kalsın istedim.
Nerede yaşadığımın belki önemi yok, nasıl yaşadığım önemli belki ama kent olgusu beni baştan aşağı etkiliyor, bunu biliyorum. Taşınma süreci; bir yazı serüveni ve aynadaki değişimleri izlemek için iyi bir giriş sahnesi gibi geldi gözüme. Oldukça sancılı geçen bu süreç içerisinde benden neler çıkar merak ettim ve öylece kollarımı sıvadım. Bugün geriye dönüp baktığımda şu postu yazmasaydım o gün içimde taşıdığım mutlu hindiyi bu kadar net anımsayabilir miydim bilmiyorum diyorum ve ve ve ve bu mim yavrusunu, yazılarında cesur olacağı günleri iple çeken Ateşe bakan kadın’ a veeee bu kadar Edirne demişken blog dünyasının bana getirdiği güzel insanlardan Lady’e gönderiyorum.
17 Kasım 2009 Salı
Ses nokta ses nokta
Canımı sıkan tek bir şey var. Kitap. Ne kadar tembel oldum ben, filmlere çok rahat zaman ayırıyorum, iş kitaba gelince tıkanıyorum, neyi bekliyorum? Oysa bir yandan çok istekliyim. Bu konuyu bir şekilde çözüme kavuşturmam lazım. Ya biliyorum buradan böyle yazınca komik oluyorum. Biraz disipline olmam lazım. Dün akşam elime Bilgi Karasu - Lağımlaranası ya da Beyoğlu geldi. Mesela Bilge Karasu'nun yeniden okumak istediğim kitapları var. Nasıl özlemişim kendisini. Sonra bir ara Cansever geldi elime, Ruhi Bey'i kucakladım. üffff... Yok benim derlenip toparlanmam lazım. Çocuksuzluk isteğimin bir getirisi olan boş vakitlerime daha fazla sahip çıkmalıyım. Şimdi oradan bakıldığında çocuksuzluk isteğimin sebebi boş vakitlermiş gibi durdu, oysa değil, sana bir ara anlatırım, şimdi konumuz kitap okuyamama, laf değiştirip durma be kedi.
Tamam ben en iyisi bu konuda bir şey yapayım. Evet. Gülme. Bir gün senin de o güzel başın kitap okuyamadığın günlere ağıtlar yakabilir.
14 Kasım 2009 Cumartesi
Temizinden dayak atan birini arıyorum yine
16 kasım güncellemesi : Doktora göründüm, bir ara sintigrafi için randevu alacağım. Sintigrafi olsun bitsin, sonuçlar çıksın, bildireceğim.
12 Kasım 2009 Perşembe
Son durum güncellemesi
Herkese benden tekila.
11 Kasım 2009 Çarşamba
Örümcek işte
Öffffffffffffff.
Yarın sabah ilk iş o uzmandan bir tane bulup görüşmeyi ve yakama yapışan tiroidsel sıkıntının sadece ilaçlarda kalmasını diliyorum.
Bu arada kısa bir not: Sen benim bu tıpsal mevzularda kara haber veriyormuş gibi oluşuma bakma, unutma ki ben panik bozukluğu olan bir kadınım. Neticede bu lekelere bakıp kendi kendime önce kan kanseri teşhisi koyduğumu sonra karaciğer yetmezliğinden tut da tüm karaciğer hastalıklarını kendime etiketlemiş insanım. O yüzden hastalıklarımı büyütür, ciddiyetini son safhalarına kadar çıkarırım. Ben yeterince endişe hormonu salgılıyorum bunlar için, sen kendini yorma, üzme, bu bana yeter.
10 Kasım 2009 Salı
Kronolojik facebook geçmişim
Bilgisayar başında geçirilen zamanı üye olan kişi için anlamlandırarak, sırf bunu yaptığı için çevresindekilerce sosyal insan statüsünde sıralayarak, üzerinden bu kadar zaman geçmişken neyi ne kadar paylaşabileceği bilinmeyen arkadaşların bulunduğu, görüldüğü, gösterildiği, göstertildiği site. Buraya kadar yine de her şey tamam diyelim. Düzgün site diyelim.
Anlayamadığım insanların bu siteye üye olmayanlara karşı gösterdiği tepki, tavır ve bakışlar. Ne yani ilkokul arkadaşımın boyunun uzamış, pipisinin haliyle büyümüş olacağını tahmin ediyorum zaten. Önemli olan nokta ben onu neden kaybettim ve neden şimdi tutup onu sanal bir alemde bulmaya çalışıyorum. Kaldı ki deşifre hayatlar ve deşifre ilişkiler sayesinde "bak karım ne kadar güzel" "bak ne kadar şahane bi eşe sahibim" mantalitesi ile etrafına hava basan içi kof, dışı da kof, nereden tutsam elimde kalan oluşum.
Ayrı odaları olan iki erkek kardeşin, dünyanın taaa öbür ucundaki elin adamının hangi yemekleri daha çok sevdiğini ya da hangi müzikleri dinlediklerini bildiği halde kendi içlerinde hiç bir bok bilmeden sanal alem içinde büyüdükleri bir mekanizma içinde bu oluşumu da doğal karşılıyorum diyorum ama aslında hiçbir şey anlamadığımı biliyorum.
Yıl yine 2007 : Kaçamadım kendisinden, üye oldum.
Üye oldum olmasına ama üzerine düşmedim. Karman çorman bir yer oldu benim için. Ne adam gibi fotoğraf albümü oluşturabildim, ne kendime dair bir işaret düşebildim. Çırılçıplak gibi değildim ama sanki giyinik de değildim. Böyle acaip bir şey. Oysa transparanları severim. Ama gönderme yaptığı şey transparan da değil. Neyse işte… Kaçamadım neticede. Tükürdüğümü kısa bir süre sonra yaladım diyelim, facebook accountlu biri oldum.
Yıl 2009 : Dedirtmeyen site facebook… (3-4 ay öncesine kadar)
Bir yararını görmedim, gören var mı bilmiyorum. Üstüne üstlük saçma sapan davetiyelerden fenalık geldi. Yoksay demekten işaret parmağımın yorulduğunu ve gelen videoları izleyemediğimi fark ettim. Facebook demek youtube yokluğunu dolduran bir site demek. Video, video, video…
Bir de kişinin kendi fotoğrafı yerine 3 gün önce doğurduğu bebeğinin fotoğrafını koymasını da anlamadım. O bebek senin bir parçan evet ama inan bana sen değilsin, ne diye o bebeğin fotoğrafı senin adının yanında yer alıyor diyemedim. Tüm bu diyemediklerime de sinirlenip kimseye haber vermeksizin kendimi deactivate ettim. Silemiyor ve tamamen yok olamıyor oluşum da çok canımı sıktı bak. Ay hayır bir de nedenini ısrarla öğrenmek istiyor yapışkan site. Sana ne ayol. Ben kazık kadar kadınım, kimseye hesap vermiyorum, sana mı vericem? diyemedim. Giderken bile diyemediklerimi boğazıma tıkıyor kör olasıca. Klavyenin tuşlarına rastgele basıp hesap verme aşamasını geçebildim de sessizliğe erişebildim.
Dün akşam…
Bir yandan masayı hazırlıyoruz akşam yemeği için, bir yandan günün nasıl geçtiğini filan anlatıyoruz birbirimize. Bloğuma ilk defa video eklediğimi söyledim bizimkilere. Filmden çok etkilendiğimden bahsettim. Oğuz ve Sezen, filmi daha önce izlediklerini söylediler. Şaşırmadım desem yalan olur. İlk tepkim aaa nerde izlediniz? oldu. Af buyurun Facebook denen mekanı unutmuşum.
Sonuç olarak aşağıdaki kısa film facebook müdavimleri için çok bildik olmalı. Bari bilmeyen ve hesabı olmayanlar için paylaşmış olayım, hey facebooklular sizin için çokuncu tekrar olacak kusura bakmayın…
9 Kasım 2009 Pazartesi
El empleo by Santiago Grasso
Bir pazar sabahı Pirinç'in oyun hali


7 Kasım 2009 Cumartesi
6 Kasım 2009 Cuma
Ne güzel olurdu...
Hayal...
Bazen işsiz güçsüz ama istekli ama aceleci olmaksızın, istediğim bir kaç konuya fotoğraf ile yaklaşarak, deneyimleyerek, sergileyerek, sergilediğim fotoğraflar arasında şarabımı yudumlayıp heyecandan ölecek gibi olup derin bir nefes alarak, bir dönem, bir gün, bir zaman dilimini yaşamayı arzuluyorum.
Hayal bu ya, biraz daha ileri gidiyorum...
Öyle ki, zemini kendi ellerimle cilaladığım tahta rabıtalardan bir mekan olsa mesela, işe gider gibi gitsem her gün oraya, kapısını açtığımda karanlık odanın kokusu gelip yapışsa yakama, üzerimdekileri çıkarıp atmadan ilk yaptığım şey müziğe başla komutunu vermek olsa işaret parmağımla, sonra şöyle bir dolansam salonun ortasında, günün gazetesine göz atsam kahvemi yudumlarken, bir dostum gelse elinde sabah simitleri, sonra çekilsem işimin başına, iş dediğim de fotoğraf olsa, kitaplar olsa, kısa filmler olsa, müzik olsa, salınsam tüm bunların arasında, kafamı okuduğum kitaptan kaldırıp baktığımda farketsem karanlığın varlığını, mesaim bitmiş haberim yok diyerek toparlanıp bir iş gününü böyle bitirsem ne güzel olurdu...