Hayata gözlerimi Edirne'de açmasam da kendimi bildiğimde Edirne'deydim. İlk gençlik günlerimin mekanı yine Edirne oldu. Şanslı bir çocukluk süreci herkese nasip olabilen bir süreç değil. Bu süreci sağlıklı geçirenler sanki daha az çapaklı, daha az çentikli oluyor, bilemiyorum, bu konuda kararsızım.
Üniversite yıllarında yerleştiğim ve 13 yılımı geçirdiğim İstanbul herkes kadar beni de örseledi, gözümü açtı, benliğimle, bedenimle tanıştırdı. Bana katıştırdığı şahane şeyler var, yadsımam, yadsıyamam. Farklı kişileri, bambaşka karakterleri tanıttı, olmadık heyecanlar yaşattı. Yorucu ve hoş bir serüven oldu. Geldi, geçti, gitti.
Küçük bir şehirde yaşam, sanki o şehirde yaşayanların kişiliklerini benzer kılıyor, sanki bir olay karşısında verilebilecek tepkiler, duyumsanacak tatlar ve coşkular birbirinin kopyası oluyor. Sanki aynı olay karşısında birbirinden çok farklı tepkileri ancak geçmişini / çocukluğunu haritanın farklı yerlerine saklamış kişiler veriyor.
Zaman zaman dönüp geriye baktığımda -ki herkes istemeden bile olsa dönüp şöyle bir geriye bakar dinlenme anlarında- beni ben yapan şeylerin çocukluğumla ilintili olduğunu görüyorum. Kedilerin- köpeklerin barındığı, kırlangıç seslerinin eşlik ettiği bahçenin içinde erik ağaçlarının serin gölgesinde kitap okuduğum, sek sek oynadığım, salıncakta sallandığım, öğle saatlerinde yine salıncakta afiyetle uyuduğum, neşeye uyandığım bu tek katlı evimizin bahçesinde yaşadıklarım kişiliğime yansıdı ve benim tatlı, pürüzsüz, uyumlu, sevgi dolu, yufka yürekli yanımın iskeletini oluşturdu. Bunları yazarken anımsıyorum da şimdi, bahçe kapımıza ben oynarken dilenciler gelirler ve tam olarak anlamadığım birşeyler mırıldanırlardı. sonradan annemden öğrenirdim ki istedikleri ekmek arası domates, peynir, artık allah ne verdiyse işte. Elbette elleri hiç boş gitmediler evimizden ama elleri boş gitmeyecekleri evimizi de bellemediler ve suistimal etmediler. O zamanlar tüm bunların ne demek olduğunun pek farkında değildim, şimdi şimdi aydınlığa kavuşturuyorum. Hem sonra zannederdim ki herkes harika bir çocukluk geçiriyor, herkes keyifle yaşama hazırlanıyor. Beynime yerleşmiş olan Edirne'deki bu sade, saf, entrikasız, düz, basit yaşam emarelerini İstanbul'daki yaşam elbetteki silemedi, silemedi ama şimdi burada altı ay geçirdikten sonra anlıyorum ki çeşitli kısımlar azıcık tozlanmış. Pek de bilinçli olmadan yaptığım şey, bir nevi ders çalışırken yaptığımız gibi bildiğim şeylerinden üzerinden geçmek, ya da tozunu alıp parlatıp yeniden kendi vitrinime koymak oluyor. Henüz buraya ne yabancıyım, ne de tam olarak buralı. Verdiğim tepkilerden anlıyorum bunu. Olaylar karşısındaki şaşkınlığım insanları şaşırtıyor.
Aslında tüm bunlara bambaşka bir konudan geldim. Her sabah uyanıp evimden dışarı çıktığımda gördüğüm tarlalardaki renk değişimlerini anlatacaktım, o renkler aldı sürükledi getirdi beni buraya. Bundan 1 hafta önce yeşil olan buğday tarlaları şimdi şimdi sararmaya başladı. Yeşil - sarı arası bu tonu inanın bu kadar yakından uzun zamandır görmüyordum, ya da bu ton değişikliğine uzun soluklu olarak tanık olmuyordum diyelim. İşte bu tanıklık sayesinde, eski bir dostumu kucaklıyorum. kucaklıyorum çünkü doğayı gözlemek, doğa ile temas içinde olmak İstanbul'a iliştirilebilecek bir eylem değil. Şu çocuk sevincimi hoş görün, ilişmeyin, deli bu deyin geçin, ben mutluyum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder