29 Haziran 2009 Pazartesi

İki kadın



Tezer Özlü'yü severim. Kalemini, yaşamını, anlattıklarını.
Tilbe Saran'ı severim. Sesini, oyunculuğunu, sanatını.

Açık Radyo işte bu iki muhteşem insanı "Edebiyat Okumaları" projesinde bir araya getiriyor. Bu hafta içi Tilbe Saran her akşam saat 19.00 da Açık Dergi programında Tezer Özlü'nün "Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni okuyacak.

Açık Radyo'nun anonsundaki metin aynen aşağıdaki gibi, ekleyeyim tam olsun.
Tezer Özlü’nün otuz yıl önce yazdığı bu ilk romanı, yaşamın yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmayan, sürekli dönülen, belki de hiç çıkılamayan çocukluğu yansıtıyor. Yetişkinlerin, tıpkı çocukluğa olduğu gibi, farklılığa da aman vermeyen dünyasına karşı yazar anıların çıplak gerçekliğine sığınıyor.”

söz

Ne zamandır hem paylaşmak hem de verdiğim sözü tutmak adına yazmak istiyorum olmuyor. Kayıp Dostlar Mezarlığı postumda verdiğim sözden bahsediyorum. Cancan ile bir şekilde iletişim kurduk. O, hayatında devrim niteliğindeki gelişmelerden bahsetti, ben kent değiştirişimden. Kopuk, doyurmayan, eskisi gibi olamayan, fiziki şartların da elvermediği, bir parmak bal çalınmış gibi hissettiğim, eskisinden farklı bir düzlemde yaşadığım, ucu açık, sonu açık, havada asılı kalmış gördüğüm renkli bir balon gibi...

soft cans


Ve dün akşam bir puzzle maceramızın daha sonuna geldik. Saat 01.30 sularında Sezen ile birlikte son parçamızı da koyduk, şöyle bir uzuun uzun baktık ve ardından kendimizi uykunun kollarına bıraktık. Evet sıradakii...



27 Haziran 2009 Cumartesi

sinek-lik

ya hatırlıyorum da eskiden plastikten yapılmış sinek öldürücüler vardı böyle oturduğumuz yerden şaak diye vurup öldürelim diye, görüyor musun bak onlar da tarih oldu, hey gidi eski sineklikler neredesiniz...

26 Haziran 2009 Cuma

Güle güle Süha

Evimde yer alan onca kitap arasında yazarı tarafından imzalanmış sadece üç kitap var.

İlki, bir yaz gecesi yolumuzun Beyoğlu'nda bir barda tesadüf eseri kesiştiği Alper Canıgüz'e ait. Ayaküstü kelimeler alıp cümleler vermiştik birbirimize. Kendisine ait olduğunu bilmeden masa üzerinde duran kitabın kapak tasarımını çok beğendiğimi ifade etmiştim. Naif bir şekilde benim kitabım, ben yazarım, şuyum, buyum demeden beş dakikanın panoramasını şak diye imzaya taşımıştır ve vermiştir kitabı elime.

İkincisi çok ayrı, çok farklı bir hikayeyi içinde barındırır, anlatması benim için çok zor bir alandır. İfade edememekten korktuğum için yazamam.

Üçüncüsü Süha'nındır. Yazarlığından önce kendisini tanıdım, şair / yazar kimliği sonradan yerleşti hayatıma, sadık okuyucusu da olamadım itiraf ediyorum. Nişantaşı.. Nişantaşı ... kitabının ilk sayfasına birkaç satır yazıp Süha Tuğtepe olarak imzasını çaktığı zaman anladım ki benim onu tanıdığımdan daha iyi tanıyor beni, yılların deneyimi diyelim buna.

Pazar gününden bu yana gözümüzü kulaklarımızı Çarşamba gününe çevirmiştik, Almanya'dan test sonuçlarını öğrenecektik ancak test sonuçları yerine Çarşamba günü kötü haber geldi.

Buna benzer durumlarda nasıl olunursa öyleyim. Gözümü açıyorum kapıyorum, Alman konsolosluğunun arkasındaki ofise gelmiş ve işlerimizi bitirmemizi beklerken görüyorum onu sonra bir yılbaşı gecesi aynı masada yemekli sohbetimizi, bir akşam üzeri sevgili kanika'mızı gezdirişini, çalışma masasının dağınıklığını, bir dönem yanından hiç ayırmadığı sudoku bulmacalarını ve nice kareyi bir bir görüyorum. Bembeyaz pamuk saçları dökülüyor aşağılara..

Onurlu bir yaşam, hayvanları, insanları, birçok şeyi sevmeyi başarabilmiş bir güzel insan ve içinde bir güzelhayvan taşıyan Süha'yı çok özleyeceğimi biliyorum. Hepsi bu.

23 Haziran 2009 Salı

Akşam

Akşamüzeri üzerime bir pesimistlik çöküyor, nedensiz bir umutsuzluk yükleniyor yüreğim. Durduk yerde nereden çıkıyor bu atak emaresi sıkıntılar bilmiyorum. Rahat olmaya çalışıyorum. En iyi haber, sevgilim temmuz sonu istanbul'da işlerini tamamlayıp yamacıma geliyor. Kim ne derse desin, ayrılığa o da ben de alışamıyoruz. Ev içinde her bir işi birlikte yapmaktan gelen alışkanlıkları geçtim, nefesini, bakışını, gölgesini özlediğim bir eşim olduğu için sanırım şanslıyım. Zira ev içinde biz üç gölge, üç nefes ve üç ses olarak dolaşıyoruz. Pirinç enteresan bir kedi zaten, tam bir kuyruk bizim için. Alışkanlıklarım yüzünden bazen kendime içten içe kızıyorum. Yazık diyorum ve en güzeli alışmamak. Yapamıyorum.
 
 
 

19 Haziran 2009 Cuma

Önce ve Sonra

Eve gelmeden önce

Akşam üzeri iş çıkışı geleni geçeni pek olmayan sokağın kaldırımından evime giderken tekir, mavi gözlü, yaklaşık 2 aylık bir kedinin önümü kesmesiyle duraksadım, ben elimdeki poşeti yere bırakırken minik dostum bağcıklarımla uğraşıyor. Eğildim, aldım ve Pirinç'e çok sık yaptığım gibi bebekler misali koluma yatırdım, elbette karnını seviyorum. Yolun ortasında kedi ile sevişmemi izleyen meraklı gözler var, durmuş bana bakıyorlar. Kedi konusunda kendimi tanıyorum, biraz daha bu yavruyu elimde tutarsam, alıp eve götürmek isteyeceğim ama kendimi tanıdığım kadar Pirinç'i de tanıyorum, daha önceki deneyimlerden gerekli dersleri çıkarmış, aklımın bir köşesine yazmıştım, Pirinç evde başka bir kedi istemiyor. Elimden kaldırıma tekrar bırakmak zorunda kaldığım haylaz kedi, bir süre beni takip ettikten sonra karşı kaldırımda evlerine girmek üzere olan anne, baba, çocuk üçlüsüne yöneldi. Çocuk kediyi görünce "ayyy yine mi sen" nidaları ile deliye döndü. Evet, durdum bu sefer ben onları izliyorum. Anne "ekmek verelim bari" dedi ve elindeki poşetten bir lokma ekmeği koparıp yere bıraktı. Baba olanları izlemekten sıkılıp eve yönelmişti ki çocuk, "eve alalım baba nooluuur" diye bir öneri sunar sunmaz bir hışım döndü ve "ben oldum olası nefret ederim kedilerden bilmiyor musun, hem benim bir arkadaşım kedi kılı yüzünden ameliyat oldu da 1 kilo kist aldılar karnından, hayatta olmaz nefret ederim nefret ederim" diyerek apartman merdivenlerinde gözden kayboldu.

Elbette hiç kimse bir kediyi sevmek zorunda değil, eve alıp beslemek zorunda değil, hayatında olmasını istemek zorunda değil. Yanından geçerken bir tekme atmasınlar yeter noktasındayım. Benim anlamadığım herhangi bir şeyden ne kadar kolay nefret edebiliyor ve bu nefreti -bir çocuğun yanında dahi olsak- ne kadar kolay dile getirebiliyor, nefret hissinin karşılığını ne kadar kolay yeşertiyoruz minicik bir yüreğin derinlerinde. Gülüp geçmek istiyorum, olmuyor.

Eve gelip tekrar çıktıktan sonra

Tam köşede karşılaştık. Elimizde beyaz dondurma kutuları. Her iki dondurma kutusunda da ekmek doğranmış süt. Aynı amaca hizmet ediyoruz. Kadının yanında iki oğlu var, biraz önce nefretkusan babanın oğlu gibi bu sefer bu iki oğlan annelerine "eve alalım anneee" cümlesini kuruyorlar. Kedinin talibi çok, boşuna endişe etmişim. Kadına dönüp "niyetiniz mi var yoksa?" diye soruyorum sevinçle. Kadın, bir dakika içinde eşini arıyor, onay alıyor, "seni seviyoruuum kocacım" diyerek kapatıyor. Kolayını bulsam kadının elinden telefonu alıp "ben de ben de" diyeceğim, o kadar mutlu oluyorum. Deneyimli bir kedisever olarak kadının neler yapması gerektiği konusunda bana danıştığı tüm konuları açıklığa kavuşturdum, o an ihtiyacı olan kedi kumu sorununu da stoklarımdaki paketi vererek çözdüm. Kadın "ne zaman görmek istersen gel, şurda oturuyorum" derken mavi gözlü tekir ile vedalaştım.

Biz kediseverler tam olarak ne zaman edindiğimizi bilemediğimiz ve ölene dek yanımızdan ayırmadığımız görünmeyen bir mıknatıs taşıyoruz iç ceplerimizde. Buna gülümsüyorum işte.

18 Haziran 2009 Perşembe

Kendim..

Bazen böyle oluyor. İçimdeki sesi duyamıyorum.

Hareket halinde olmaktan, sevdiklerimle uzun uzun vakit geçirmekten, güzel havaların, akşam sefalarının tadını çıkarmaktan ve eve geç saatte varıp, Pirinç ile azıcık hoppidi zıppidi yapıp saat 02.00 sularında yatağa kendimi bırakıyor olmaktan kaynaklı bir kendime dönüp bakamama hallerindeyim.

Ha biliyorum kendim, ben dönüp ona bakmasam da hep orada. E o biraz çaresiz olduğu için ben 1-0 başlıyorum bu maça, onun rahatlığı da var. Hem bu saatten sonra tutup beni bırakıp kendisi için başka bir kendi bulma sevdasına kapılacak değil, bizimkisi yılların alışkanlığı ile sürüp giden bir sevda ilişkisi. Zaman zaman odalarımızı ayırdığımız bu dönemler iyi de gelmiyor değil ikimize. Ona da hak veriyorum, yazık da diyorum, bazen başını da şişiriyorum, ona buna takılan, zaman zaman hırlayan ama ardından sevinç naraları da atan, hüznünü, sevgisini hep yükseklerde arayıp bulan biri ile ömür geçirmek zor zanaat. Bu dönüp bakamama, duyamama anları ona ilaç gibi geliyor.

Kış o kadar ölgün geçti ki, o ölgünlüğün içinde zaman zaman heyecan emarelerine olan hasretimin sanıyorum acısını çıkarıyorum, tadına da varıyorum. Ama geldiğim noktada bir kez daha farkediyorum ki ben ne kadar devinim halinde isem, yaşamım o kadar hareketli, kımıl kımıl ve kitaplara, müziklere, filmlere, olmazsa olmaz dediğim birçok şeye bir o kadar istekli. Ama ne kadar çok zamanım varsa ve ben bir zaman bulutunda yüzüyorsam yapmak istediklerim bir hiçe dönüşüyor ve anlamını yitiriyor.

Edilgenliği üzerinden atmış olduğum bu günlerde, -üstelik Edirne'de- Ruhi Bey misali "vaktim yok, vaktim yok" serzenişleri ile karşı karşıya kalınca sormadan edemiyorum. Trafik denen zamanbiçicisinin ayak basmadığı bu güzelim diyarda ulaşmak istediğim herhangi bir noktaya ışık hızı ile varabiliyorken ve herhangi bir akşamımı birden fazla evi ziyaret edebilecek şekilde kullanıyor, birden fazla kişiye zaman ayırabiliyor ama yine de o gün yapmak istediklerimi ertesi güne devrediyorsam, başka hangi şehirde eksiksiz bir gün sonu yapabilirim ki?

Ve evet bunların hiçbiri bir şikayet değil, içten içe nasıl ciğerlerim kabarıyor anlatamam, yaşama sevincinden uçan balon olmuş semalarda süzülen birini görürseniz işte o benim.

16 Haziran 2009 Salı

Kayıt(p)

"Her kayıt aslında kayıptır" şeklinde bir düşüncem var ama henüz dillendiremeyeceğim kadar ham bir düşünce. Olgunlaşınca - olgunlaşabilirse anlatırım.

Dikkat ediyorum, İş yerinden evime değil de anneme, eşe dosta artık nereye gidersem gideyim hemen bir tabak yemek konuluyor önüme "açsındır sen şimdi" denilerek. Alışık olmadığım bir durum. Emek vermeden, hazır bir masaya oturmanın tadını kesinlikle unutmuşum. Bu durumun bendeki karşılığı çocuk olmak gibi, hiç büyümemiş olmak gibi, yanlız değilim gibi... Günlük koşuşturma içerisinde hayatımı kolaylaştıran insanların varlığı bir lütuf ki bunun tadını çıkarıyorum.

14 Haziran 2009 Pazar

Pazar Nöbetleri

Elim bir şekilde saatleri saymaya dair kağıt -kalemler tutmaya gitmese de, hani gitmiyor gibi görünse de, beynimin içindeki sayı-saat kelebekleri ister istemez zamansal gerçeğimi haber veriyor; dönüşüne henüz çok saat var. Gidişin yakın. Çoğu gitti azı kaldı desem hiç değil. Görünen o ki değillemeler üzerindeyim. Ve anlıyorum ki uğurlamayı bilmek kadar uğurlanmayı bilmek de bir yetenek., hem öyle sen giderken tutup tutup kendimi, ne için? Ağlamamak için. Peki ya sonra? Ardından evimize adımımı atar atmaz kağıt havlu rulosunu elime geçirip, ilk yaprağını burnuma götürüp güzelce fırr demedim mi? fırr dediğimde içim daha bir rahatlamadı mı? Boğazım yumuşamadı mı? rahatlamak ve yumuşamak bir yana, elimle sımsıkı kavradığım şu rulo yok mu? Tek bir şeyi ifade ediyor şimdi bana.

Dönüşüne henüz çok saat var. Gidişin yakın....

13 Haziran 2009 Cumartesi

Olasılık

Ofise girer girmez geldi ve "çocuklar bugün yağmur yağma olasılığı nedir? dedi. Üçüncü kolumuz var ya artık insanoğlu olarak, bunu bilmek bizim için çok kolay, klavye kolumuza emrettik, şak dedi çıkardı ve üçüncü gözümüze gösterdi üç günlük hava durumu tahminlerini, çıkan raporu "kapalı, çok bulutlu, rüzgar şu şekilde esiyor, esecek" şeklinde söyledik. Söyledik ama Hüseyin Amca kararlı, " olasılık nedir bana onu deyin hele" Tüm ofis asıldık klavyelerimize, olasılıkları araştırdık, sorunun cevabını bulduk, söyledik ve rahatladık.

Sormadan edemedim. "Şimdi bu mevsimde yağmur yağması senin için iyi midir kötü mü Hüseyin Amca?"
Hüseyin amca hayvancılık ve çiftçilik ile uğraşan kocaman bir delikanlı. Ona göre yağmur, zaman zaman can ama zaman zaman kıvrak bir yılan. Bu dönemde yağan yağmur öğreniyorum ki buğday için zararlı ama ayçiçekleri için çok faydalı. Allahım ne zor bir durumdur bu, hani yağsa bir türlü, yağmasa bir türlü. Çiftçilikle uğraşmak demek dert sahibi olmak demek, ben buradan bunu anlıyorum. Müdahalede bulunamayacağım ve gidişatını değiştiremeyeceğim bir işi yapmak benim için evet bir kabus. Herşey benim kontrolümde olmalı, yağmur bile! Hoş şu an olan bitene ne kadar müdahale edebiliyorsun diye sorsa biri tık der kalırım, en azından zaman zaman müdahale etmiş gibi görünüyorum, bununla yetinmeye çalışıyorum. Çiftçilik ve hava durumu ilişkisi karanlık, ofis içinde klimanın tuşuna basıp sıcaklık ayarını yapmaya benzemiyor. Hüseyin amca olasılıklı üç günlük hava raporunu yazıcıdan alıp dörte katlayıp gömleğinin cebine yerleştirip gittikten sonra düşündüm ve "anlamsız- gereksiz bulduğum edimler" çekmecemde yer alan yağmur dualarını, "benim için biraz daha anlamlı olanlar" gözüne yerleştirdim. Yerleştirdim ama içten içe pazarlık yapmaya da devam ediyorum. Bugün sevgili buğdayları es geç, ayçiçeklerine gürle gitsin...

Yağmur yağıp yağmadığını merak edenler için söyleyeyim, bugün yakınlarımda bir sürü mutlu buğday, bir o kadar susuz ayçiçeği ile sonlandı. E ben kendi içimde yine aynı sonuca çıkıyorum, ister çiçek ol, ister böcek, ister insan evladı. Hayat herkesin yüzünü eşit güldürmüyor.

11 Haziran 2009 Perşembe

Kurbağa

Evimizin çevresinde belki imara açılmadığı için henüz boş olan araziler var. Yakın zamanlarda birer birer binalar yükselecektir mutlaka, şimdilik bu enginliğin tadını çıkarıyorum. Hafif eğimli olan arazide kaynağı neresidir bilmediğim minik bir derecik var. Bizim sitenin hemen önünden kanalizasyona karışıyor. İşte bu şırıl şırıl akan su, bahar ile birlikte bize oyununu oynadı ve kulaklarımıza kurbağa seslerini taşıdı. Akşamları balkonda oturduğumuzda kurbağa seslerinden neredeyse kendi sesimizi duyamaz oluyoruz. Ve bir ara kurbağaların sesleri -çok değil şöyle 1 dakikalığına- kesildiğinde "tamam uyudular" diyorum ama nafile, sanıyorum o sırada yorulup nöbet değiştiriyorlar. Bitmek bilmeyen bir bant kaydı gibi hep aynı ses beynimizin içinde dolanıyor. Bir kurbağa hiç mi yorulmaz arkadaş.. pes diyorum.

***


"işler nasıl" diye soruyorum. sıcaklar geldiğine göre çay satışlarının düşmüş olduğunu düşünerek.
40 kuruş olan çayın, kış soğuğunda zar zor satılıyorken yaz sıcağında satılmasını beklemiyor zaten. "1200 şişe su aldım ama bu gidişle elimde kalacak yaz neredeyse bitti" diyor. Yahu yaz yeni gelmedi mi, ne bitmesi? Ama tamamen umutsuz da değil hani. "10 güne kalmaz kurbağacılar damlarlar, bak işte o zaman eritirim bu suları." Burada böyle bir meslek var. Kurbağa toplayıcılığı. Anlıyorum ki çingene mesleği. Toplandığı gün satılan kurbağaların parası cepte durur mu? Hoop aynı gün harcanıyor. Can çıkıyor ama huy çıkmıyor. Belki çok saçma ama olaya şöyle yukarıdan bakıyorum, 1200 şişe suyun satılmasını dolaylı yollardan kurbağalara iliştiriyorum. Evet itiraf ediyorum, yaşamın içine saklanmış endirekt bağlantı şifrelerini günün birinde çözmeyi umuyorum.

7 Haziran 2009 Pazar

The Fish

Fish doesn't think because fish knows everything !!!!

Arizona Dream

5 Haziran 2009 Cuma

Edirne İzlenimleri

Hayata gözlerimi Edirne'de açmasam da kendimi bildiğimde Edirne'deydim. İlk gençlik günlerimin mekanı yine Edirne oldu. Şanslı bir çocukluk süreci herkese nasip olabilen bir süreç değil. Bu süreci sağlıklı geçirenler sanki daha az çapaklı, daha az çentikli oluyor, bilemiyorum, bu konuda kararsızım.

Üniversite yıllarında yerleştiğim ve 13 yılımı geçirdiğim İstanbul herkes kadar beni de örseledi, gözümü açtı, benliğimle, bedenimle tanıştırdı. Bana katıştırdığı şahane şeyler var, yadsımam, yadsıyamam. Farklı kişileri, bambaşka karakterleri tanıttı, olmadık heyecanlar yaşattı. Yorucu ve hoş bir serüven oldu. Geldi, geçti, gitti.

Küçük bir şehirde yaşam, sanki o şehirde yaşayanların kişiliklerini benzer kılıyor, sanki bir olay karşısında verilebilecek tepkiler, duyumsanacak tatlar ve coşkular birbirinin kopyası oluyor. Sanki aynı olay karşısında birbirinden çok farklı tepkileri ancak geçmişini / çocukluğunu haritanın farklı yerlerine saklamış kişiler veriyor.

Zaman zaman dönüp geriye baktığımda -ki herkes istemeden bile olsa dönüp şöyle bir geriye bakar dinlenme anlarında- beni ben yapan şeylerin çocukluğumla ilintili olduğunu görüyorum. Kedilerin- köpeklerin barındığı, kırlangıç seslerinin eşlik ettiği bahçenin içinde erik ağaçlarının serin gölgesinde kitap okuduğum, sek sek oynadığım, salıncakta sallandığım, öğle saatlerinde yine salıncakta afiyetle uyuduğum, neşeye uyandığım bu tek katlı evimizin bahçesinde yaşadıklarım kişiliğime yansıdı ve benim tatlı, pürüzsüz, uyumlu, sevgi dolu, yufka yürekli yanımın iskeletini oluşturdu. Bunları yazarken anımsıyorum da şimdi, bahçe kapımıza ben oynarken dilenciler gelirler ve tam olarak anlamadığım birşeyler mırıldanırlardı. sonradan annemden öğrenirdim ki istedikleri ekmek arası domates, peynir, artık allah ne verdiyse işte. Elbette elleri hiç boş gitmediler evimizden ama elleri boş gitmeyecekleri evimizi de bellemediler ve suistimal etmediler. O zamanlar tüm bunların ne demek olduğunun pek farkında değildim, şimdi şimdi aydınlığa kavuşturuyorum. Hem sonra zannederdim ki herkes harika bir çocukluk geçiriyor, herkes keyifle yaşama hazırlanıyor. Beynime yerleşmiş olan Edirne'deki bu sade, saf, entrikasız, düz, basit yaşam emarelerini İstanbul'daki yaşam elbetteki silemedi, silemedi ama şimdi burada altı ay geçirdikten sonra anlıyorum ki çeşitli kısımlar azıcık tozlanmış. Pek de bilinçli olmadan yaptığım şey, bir nevi ders çalışırken yaptığımız gibi bildiğim şeylerinden üzerinden geçmek, ya da tozunu alıp parlatıp yeniden kendi vitrinime koymak oluyor. Henüz buraya ne yabancıyım, ne de tam olarak buralı. Verdiğim tepkilerden anlıyorum bunu. Olaylar karşısındaki şaşkınlığım insanları şaşırtıyor.

Aslında tüm bunlara bambaşka bir konudan geldim. Her sabah uyanıp evimden dışarı çıktığımda gördüğüm tarlalardaki renk değişimlerini anlatacaktım, o renkler aldı sürükledi getirdi beni buraya. Bundan 1 hafta önce yeşil olan buğday tarlaları şimdi şimdi sararmaya başladı. Yeşil - sarı arası bu tonu inanın bu kadar yakından uzun zamandır görmüyordum, ya da bu ton değişikliğine uzun soluklu olarak tanık olmuyordum diyelim. İşte bu tanıklık sayesinde, eski bir dostumu kucaklıyorum. kucaklıyorum çünkü doğayı gözlemek, doğa ile temas içinde olmak İstanbul'a iliştirilebilecek bir eylem değil. Şu çocuk sevincimi hoş görün, ilişmeyin, deli bu deyin geçin, ben mutluyum...

4 Haziran 2009 Perşembe

Sevgili Dinleyici

Biliyorum ki beni bazen can kulağınla, pür dikkat dinliyorsun.





Bazen anlamaya, adlandırmaya çalışan şaşkın bir ifade takındığın da oluyor, ben sahnede çalarken gözüme ilişiyorsun...

Bazen gözünün uzaklarda bir noktaya kaydığı da oluveriyor. Bana ilgisiz olmadığını biliyorum.. okuduklarının seni alıp götürdüğü ihtimalini düşünerek umutlanıyorum.


Bazen tatlı bir uykunun müjdeleyicisi esnemelerini de görmüyor değilim... ama bu hoşuma gidiyor...





Ve bazen günün yorgunluğu ile birlikte uykunun tatlı ve huzurlu kollarına teslim oluyorsun... Pespembe düşlerde olmanı diliyorum.



fotoğraflar : çello çalan kedi

1 Haziran 2009 Pazartesi

Beni ararsanız Swann'lardayım.


"Hatırlasana" dedi telefonun diğer ucundaki dert ortağım. "Bundan 10 yıl önce İstanbul'da tek başına bir yaşam sürerken evde nasıl vakit geçirirdin?" görünüşte kolay bir soru dimi? Ama benim için değil. Oysa o dönem yanlız yaşam düşkünü bir pejmürdeydim. Evime gelen bir arkadaşımın birkaç gün sonra kendi yaşamına dönmesini ve yanlızlığımı geri vermesini ister ama sonra böyle düşündüğüm için vicdan yapıp kendimi ayıplardım. Şimdi eve girdiğim zaman özellikle de hava kararmışsa, içeri girer girmez boğazıma bir yumru oturuyor. Sonra silkeliyorum kendimi. Delirdin mi? Sen yanlızlığı severdin. Evet severdim de Oğuz ile tanışmadan önce. Şimdi kalkıp yapış yapış bir şekilde Oğuz'a olan sevgimden bahsetmeyeceğim. Oğuz bu kadar derinlerime işlememiş olsaydı onunla evlenmezdim sonuçta. Ama bu duruma da içten içe kızıyorum. Böyle yapışık ikiz gibi dolaşan çiftleri gördüğümde burun kıvıran ben, bu süreçle başbaşa kaldıktan sonra sormadan edemiyorum. "yoksa o yapışık çiftlere mi benzemişim?"


Telefonun diğer ucundaki dert ortağım devam ediyor. "Bu dönem senin kişisel gelişimin için çok önemli. Bir fırsat. Değerlendir bunu. Eskisine göre daha güçlü olacaksın bak gör. Oğuz olmaksızın yapabileceğin çok şey var ve sen tek başına evde mutlu şekilde zaman geçirebilirsin, daha önce geçiriyordun."


Eh evet ama yanlız yaşam, çalmadığım bir kapı uzun zamandır, gel de bunu alışkanlık yumağıma anlat. Sürgünlüğü günün birinde bitip yanıma dönecek bir sevgilim var. Bu süreç keyifle geçirilebilinir evet. Ortak haklı. Soluğu kitaplığın önünde alıyorum.


Tam dokuz yıl olmuş. Okumayalı. Daha doğrusu, okuyup bitirip kitaplığa kaldıralı. Şimdi yeniden okuyasım var. "Proust beni çağırıyor" gibi afilli cümleler kurmanın anlamı yok. Hem durduk yerde Proust beni niye çağırsın? Okunması zor, anlaşılması zor bu sübyancı yazara harcadığım vakit kimilerine göre kayıp zaman olarak geliyor, Kayıp Zamanın İzinde serisini okuyorum ne de olsa, haklı olabilirler ama kimin umurunda. Şimdi yeniden 9 yıl sonra Swann'ların tarafı'na geçiyorum. Sizden de selam söylerim.