30 Haziran 2011 Perşembe

Aşk için, aşkın şerefine...

Dün akşam, tavuksuyuna çorba ile başlamış en güzel aşk hikayelerinden birini dinledim bir arkadaşımdan. Konunun özelliği midir, akşamın hoş serinliği midir, yaşama o an verdiğimiz özenden midir bilemedim, tılsımlı bir andı. Çok, çok duygulanarak dinledim. Arkadaşımın konuyu paylaşmak istemesini, ama öyle ayaküstü anlatmayı istememesini, sohbet için seçtiğimiz mekanın ne kadar yerinde olduğunu çok sonra farkettim, altında oturduğumuz ağaçların dallarına asılmış rengarenk fenerler karanlığı ne hoş karşılıyordu böyle. Aşk güzeldi.

"Ben böyleyim, bu hallerdeyim, bil istedim" dedi anlatacaklarının hızı biraz yavaşladığında. Bu haberi bana telefonla vermeyip, yaşadığı şeyin mimiklerine nasıl gelip güzelce yerleştiğini kendi gözlerimle görmemi istemesine hayran oldum. Dinledikçe gözyaşlarımı tutamadım. Aşk için, aşık olma hali için, sevdiğim biri bunları yaşayabildiği için, inceden gülümseyerek ama usul usul.

Arkadaşımın söylediği hemen her cümlenin içinde yalınlık vardı. Misal "Dün akşam birlikte dondurma yemeğe çıktık" demesinde bile masum bir yan seziyordum. Şatafatsız, yaldızsız, berrak. Gösterişli bir paylaşım olmadığı halde içi dopdolu. Küçük bir kasabada yaşanan, sanki kimsenin duyup bilmediği aşklardan biriydi dinlediğim. Bu güzel habere elbette içilir, soğuk biralarımızı istedik, sonra güldük, bol bol, köpük köpük, ağız dolusu, doyasıya. Aşk için, aşkın şerefine... 

* Atze, hem dün akşam bunları yaşarken, hem şimdi yazarken, aklımın bir ucunda, ucunda değil canım basbayağı ortasında sen vardın. öyle.  

25 Haziran 2011 Cumartesi

Gıd Gıd...

Hiç öyle çalışılası bir gün değil, çıksak da şurdan, bir yerlerde bira içsek, serin serin. Dark birayı seviyorum. Durgun gibi görünen, aktığı dikkatlice bakıldığında anlaşılan nehrin hemen yanında, yamacında, sakin...

Bugün Edirne'ye yağmur geleceği söylentisi var. Yağmur burada konuşulacak bir konu, yağmaya başlamadan önce bekleniyor, sonra beklenen yağmur geldiğinde, "yağmur mu o?" sorusu atılıyor ortaya, sanki haberleri yokmuş gibi, aniden gelip bastırmış gibi, yağmur konuşulması gereken bir konu insanlar arasında. Özellikle bugünlerde.

Sabah işe geldiğimde herkesin dilinde yangın var. Ne yangını? Haberim yok. Herkes görmüş, simsiyah dumanlar kaplamış gökyüzünü, tarif edilen yer bizim evin balkonundan bakıldığında görülebilecek bir noktada oysa ki, buğday tarlalarından biri, yaklaşık yüz dönüm. Yazık. Çiftçi bir yıl boyunca bir gökyüzüne, bir toprağa bakıyor, gözü gibi, gözünden de özenli. Şarapçıların işiymiş, istemdışı. Sigara içmiş olmalılar. Gerçekten yazık. Yangın saatlerinde ben, annemi uğurluyordum, yangına biraz uzak bir mesafeden, gözlerim yola dönük, gökyüzüne değil.

Bu sabah kitap siparişlerimi verdim. Nicedir okumak istediğim Suç ve Ceza, sonra Fante'nin "Toza Sor" ve Ferit Edgü'nün "Leş" kitapları önceliğim, yazın okunacakları sahne almaya hazır. Annem ve arkadaşları Amasya'da öğle yemeği yemişler, Samsun'a yaklaşıyorlarmış. Oysa yolculukta hiç uyuyamaz, uyumamış da, ama neşesi yerinde. İnsanın çıkmak istediği yolculuklar olması ne hoş.

Bugün işte ben böyle kendi çöplüğümde eşeleniyorum. Gıd gıd, gıd gıd...

24 Haziran 2011 Cuma

Tatlı Rüyalar

İş çıkışına kadar sıradan. Anlatılası bir durum yok. Ama olabilir de, şöyle; işyerinde Arzu'nun bakımını üstlendiği sokak köpeklerinden Zilli hastaydı geçen hafta, barınağın veterineri Abdullah Bey kırmadı bizi, her akşam geldi iğnelerini vurdu, kurtulma yüzdesi çok düşükken, Zilli ilaçlara olumlu tepki verdi, iğneleri bitti, antibiyotiklere geçildi, her sabah ve her akşam ilaçlarını ben veriyorum, Arzu verdiğinde ilaçları yere tükürmeyi başarıyor da ben elimi boğazına kadar soktuğum için ilaçlar cuk diye mideye, bunu her yaptığımda "istese hart diyerek elimi parçalayabileceğini" düşünüyorum, insan olsa ısırır, Zilli gözümün içine bakıyor, onu sinirlendiren şeyler de var elbet, başka bir sahipsiz köpeğin, Kırçıllı Susam'ın yanımıza gelip bize kendini sevdirmeye çalışması, anında hırrrrrrrrrr... Biz elimizi bile uzatamıyoruz Kırçıllı Susam'a, sevip okşamayı aklımızdan bile geçirmiyoruz ki, kendisi sağlıklı şekilde hayata devam edebilsin, yoksa Zilli kendisini parçalayacak kadar sinirli ve haşin ve kıskanç...

Akşam iş çıkışı eve geldim, doooğru banyoya, makineye çamaşırları koyup çalıştırmak için, sonra annem aradı, evden çıkıyoruz demek için, makinede çamaşırlar yıkana dursun ben annemi karadeniz gezisine uğurladım, ne garip! o bugün buradayken yarın sabah bambaşka bir dünyaya uyanacak, yeşil, yemyeşil...

Ben buradan bir kaç yazı okumayı planlıyorum.
Tatlı Rüyalar

21 Haziran 2011 Salı

88.10

2000 yılı milattı benim için, üzerinden çok zaman geçti. O günler, yalnızlığın tozu dumana kattığı ve yaşamın bana sunduğu ilk okkalı dersleri aldığım günler. Ama yok konumuz bunlar değil, konumuz zor şartlarda dermeye çatmaya çalıştığım ve yalnız yaşamaya başladığım evimin en sevdiğim yeni eşyalarından biri, müzik çalarım. Üstelik cd player özelliği de var, üstelik sesin yayıldığı hoparlörleri gövdeden bağımsız ve ahşap. Elektronik bir cihazın plastikten uzak bir parçasının olması hoş, çok şık ve çok çok kullanışlı. O günlerde yataktan çıkmak için sebepler ararken, bu minik şey gelip gönlüme tıkır tıkır dokunur oldu, farkındaysan henüz dinlediğim müziklerden dahi bahsetmiyorum. Önemli olan şey, güne onunla başlamam ve zinde hareketlerim için bana yeterli sebepler veriyor olması. Müzik konusu ise benim çok iyi bildiğim bir konu değil, sebebi kulaklarım. Klasik müzik seviyorum ama çağlarını ayıramıyorum, defalarca dinlediğim bir melodinin kopya çekmeden kime ait olduğunu çıkaramıyorum, mesela Janis gibi değil benim için müzik, Janis eminim ki müziksiz yaşayamazdı, ben yaşayabilirim gibi gelir düşününce. Janis, müziği yaşamının içine alır tıpkı Oğuz gibi, ikisinin kardeş olması bana kalırsa herşeyden önce burada belli eder kendini...

Ne diyordum? O günlerde müzikçaların saat ayarı sayesinde güne başlama şeklim değişti, sabahlar eskisine oranla daha katlanılır oldu benim için, uyguladığım kapanma ayarlarıyla evden çıkma saatim geldiğinde kendi kendine kapanıp "çabuk çık! ayakkabılarını giy hadi!" komutunu verdi bana, işte bunun gibi küçük minik oyunlarla evde olduğum zamanlarda kendisi hiç susmadı, çoğunlukla da 94.9 açık durdu, o günlerde evde önemli olma halini hep korudu, yalnızlığımı aldı, birincildi.

İstanbul'da, Oğuz'la birlikte yaşamaya başladığımız diğer ev, nedense bu müzikçaları sevmedi, gözde nesnem  orada hiç varlık gösteremedi, evden ziyade bizim payımız var kabul ediyorum, yüzümüz daha çok filmlere dönük, dinlemek  istediğimiz müzikleri çalma yetkisini bilgisayarlara verdik, biraz ayıp etmişiz. Şimdi yaşadığımız eve gelince, buradaki evimiz yaşadığımız en büyük ev, müziği tek bir noktadan dinlemeye çalışmak pek mümkün değil, iyi bir yer bulmak lazım derken şifonyerin üzerinde öylece bekledi sabırla.

Hafta sonu evle ilgilendim biraz, yatakodasında yollukları kaldırdım, toz aldım, derledim topladım, nevresimleri değiştirdim, ohh mis gibi, işte bir an o çarptı gözüme, tozlanmış. Tozunu aldım, başucuma, komodinin yanında yere koydum, taktım fişe, çalışıyor. Dedim ki, radyo çalsın, iyi de Edirne'de radyo konusu sorun. Dinlemek istediğim kanalları ancak internet üzerinden dinleyebiliyorum. Ama olsun nasılsa 88.10 var. Oğuz ve ben farklı zamanlarda keşfetmişiz bu kanalı. Keşfetmemek mümkün değil gerçi, diğerleri bizim için katlanılması imkansız şeyler çalıyorlar. 88.10 yunan radyosu. Adı sanı nedir bilmiyoruz. Arada bir, bir amca çıkıp konuşuyor, çok kısa, şundan şu eseri dinliyoruz diyor ve hoop anons bitti, haydi müzik. Hep ama hep klasik. Zaman zaman ilahiler de çalınıyor, aryalar da, saat başlarında haberleri veriyorlar, yine kısacık. Yunanca konuşan birilerini dinlemeyi çok istiyorum, kulaklarıma uzak bir dil ve belki bu kadar uzak olduğu için çok da zor bir dil hissi veriyor, sanki asla o coğrafyada yaşamadan öğrenilemezmiş gibi. Burada Yunanlılara karşı nefretle bakanı hiç görmedim, komşi komşi diye sesleniyorlar birbirlerine, aksine, turist olarak geldikleri bu kentin alışverişini canlandırıyor, iyi de para bırakıp gidiyorlar, esnafla aralarında zamanla garip bağlar da kurulmuş, kapalıçarşıda dükkanı olan abimin devamlı müşterileri var, her edirneye geldiklerinde kahve içmeye abime uğrayanlar var, ortak bir dilleri neredeyse yok, ama yığınla şey anlatıyorlar birbirlerine, bunca şeyi nasıl anlatıyorlar? Sanki gönüller yakın olunca kelimelerin gücü ve gerekliliği burada bitiyor...

Dün sabah uyandım, radyoyu açtım, yüzümü yıkadım, yatağı topladım, örtüsünü serdim, üzerine yastıkları yerleştirdim, radyo mırıl mırıl, içimden "şu an Oğuz'da yolda bunu dinliyor" düşüncesi geçti, garip bir mutlulukla sarıp sarmalandım...

20 Haziran 2011 Pazartesi

Pazartesinin hiç olmadığı yer...


* Istranca Dağlarında eminim hiç pazartesi olmuyordur ve eminim oradaki canlılar sendromdan da habersizdirler... Günler var ama adları yok, mevsimler var ama yıllar yok, zaman yok ama vakit var. Yeşil ne tek başına bir yeşil, ne mor tek başına mor, sayısız ton, derin sessizlik... Uzun bir ömür... 

İçimde bir başkalaşım yaşıyorum. Bu şey beni gitgide sessizliğe davet ediyor. Ne yalan söyleyeyim korkuyorum. Her şeyi geride bırakıp gitsek? Daha da ıssız bir yere? "Hadi canım"  diyorum içimden demesine de, biliyorum ki biz istersek, -şimdi değil ama- günün birinde, fikir kendi içimizde yeterli olgunluğa eriştiğinde, ıssız bir kuytu bulup oraya sığınabiliriz. Kimbilir...

19 Haziran 2011 Pazar

Pazar Alıntısı

Dördüncü Masal - Korkusuz Kirpiye Övgü'den bir bölüm (Sayfa 63)
Göçmüş Kediler Bahçesi - Bilge Karasu

Yola düştüğümde dayanamadım. Bir daha ne zaman bulurdum bu fırsatı? Nitekim, sonradan anladım, gezinin böylesinin tadı çıkıyor. Bir yanda, bıraktıklarının acısı var içinde; öte yanda, yanlarına dönmek gerekliğini için burula burula duyduğun kirpiler var. Hepsinin ötesinde ise, yol, enginlik, dünya... Vaktini harcamıyorsun, her anını doldurmağa bakıyorsun, bir yandan da, dolaşık yollardan da olsa, evine dönüyorsun... Neyse, fırsat diyordum... Anamla babamı bir daha göremeyeceğimi biliyordum artık. Onlarda kaldığım üç gün üç gece, korkudan uyuyamamıştım, çıkıp biraz olsun hava alamamıştım. Dışarısı dünyanın en tehlikeli yeri olmuştu. Kedilerden, köpeklerden, belki de, belki değil, muhakkak, insanlardan biri, günün birinde onların farkına varacak, onları yakalayıp parçalayacak. Ya yiyecek, ya da toprakların içine atıp evden aldıracak. Bunlar olmasa bile, bu korku içinde yaşaya yaşaya, yorgun yürekleri duruverecek. Onları sağ bulamazdım, bir daha gitmeğe kalksam da...

Biraz dolanmadan eve dönmemeğe karar verdim. Zaten yola çıktığım gece, yani yuvamdan çıktığım gece, arkadaki arsalara vuracağıma, öndeki caddeye çıkmıştım. Yolumu böylelikle, bir yarım gece kadar uzatmıştım. Ay doğmadan anamın yuvasına varmam gerekirken, gün ışırken varmıştım da gözlerimden doğru yüreğime ağrılar saplanmağa başlamıştı. Anamın yuvasının yakınlarında ne büyük tehlikeler atlattığımın farkında değildim ama onlar, yürekleri ağızlarına gelerek, sevdiler beni, ağlaştılar durdular. İnsanlar vardı yolda, bir görünüp bir yiten arabalar vardı, gözlerimi kamaştırıp aklımı başımdan alan ışıklar, gürültüler vardı. Epey dolaştımdı bu caddede; sonunda, buranın bana göre olmadığını anladığım için, gene ağaçların, çalıların, çitlerin dibinden gittimdi annemlere. Ama aynı yoldan, hele aynı caddeden dönmek istemedim. Hem o büyük caddeden ürktüğüm için, hem de başka yerler görmek istediğim için. Ancak, tehlike gerçekten nerededir, kirpi bilemiyor. Olduğunu sandığın yerde başına bir şey gekmiyor da, anamın yuvası diye gittiğin yerin dolayları, kirpileri öldürmek için sıra bekleyen yaratıklarla kaynıyor. Başka sokaklardan gidecek, düşmanlarımın hepsini  teker teker görüp tanıyacaktım. Saldırır, öldürürlerse, dönemezdim aranıza. Siz de artık başınızın çaresine bakardınız. Tehlikenin üstüne üstüne gidecek değildim, tabii... Sakınacaktım. Yalnız, ölümle karşılaştığım yerde kendimi savunacak, gerekirse, çarpışacaktım.

Biz kirpiler için bu dünyada yaşamak pek güç. Başkaları için çok daha kolay olsa gerek. Köpeklerin, kedilerin bundan yana bir sıkıntıları yoktur ki! Kim saldırabilir onlara? Kimden kaçamazlar ki! Neyse, gene de bilemeyiz biz kirpiler böyle şeyleri...

Ne yalan söyleyeyim? Dedemin anlattığı masalların birinde "deniz" diye bir şey vardı. Su gibi bir şeymiş, karaların bittiği yerde başlarmış. Dünyanın ucuymuş. Dedem de görmemişti ya, dedesinden, dedesinin dedesinden kalma masallardan bilirmiş o da. Hani dedim, gider gider de bu dünyanın ucuna varır denizi görür müydüm? Çılgınlıktı bu tabii. Kimsenin görmediği şeyi ben nereden görecektim. Hem buralarda olsa, gezgincilerden işitilirdi. Çılgınlık ya, umut bu... Tabii, öyle bir şeye rastlamadım. Rastlamağı düşünmekten de vazgeçtim. Ben de torunlarıma anlatırım dedemden işittiğimi söyleyerek. Ola ki onlardan biri, onların torunlarından biri, göre onu, günün birinde, oralara ulaşa. Bilinmez...

Neyse uzatmayayım. Arabalar bir görünüp bir yitiyordu dedim ya... Onlara yaklaşmaktan sakınmalı, onu anladım. Onlara karşı hiçbir şey yapılamaz. Arabaların az olduğu sokaklardan gittim. Bir duvarın dibinde üç insan beni köşeye sıkıştırdı. Dikenliyim ben de, bütün kirpiler gibi. Tortop oldum, dikenlerimi kabarttım. Bu insanlar çok mu iriydi ne, dikenlerimden çekinmediler. Bir sopa ile sırt üstü devirdiler beni, kaçtım, gene aynı şeyi yaptılar. Ağızları küçük onların, hem de pek yukarılarda kalıyor. Beni nasıl yiyeceklerdi, anlayamadım. Anamın anlattıkları geldi aklıma. Parçalayıp bırakırlar mıydı? Üç kişiydiler hem. Koca koca üç gövde benim neyimle doyardı? Ya yemeğe kalkarlar ama kendi aralarında kavga ederler, ben de o sırada kaçarım dedim, ya da öldürür bırakırlar. O zaman da bu iş biter... Ama durup durup dürtüyorlardı beni. Başka bir şey yapmıyorlardı. Dikenlerim belki de bir işe yarıyor gene de, diye düşünmeğe başladım. Şaşırdım kaldım. Sonra bir takım bağrışmalar oldu. Beni sıkıştıranlar uzaklaştı. Adamın biri vardı karşımda, o bağırmıştı anlaşılan. Öbürleri korkmuş olacak ki kaçtılar. "Tamam," diye düşündüm, "bu yiyecek beni." Onlar kavga etsin diye bekliyordum, bir başkası çıkmıştı ortaya. Hem bunun ağzı bana çok daha yakındı. Sırtüstü çevirip bırakmıştı beni ötekiler. Debeleniyordum. Ölü gibi yatsam adam beni yemekten vazgeçer miydi ki? Bunlar diri mi yiyorlar, ölü mü yiyorlar, nasıl bileyim? Hem yalnız öldürüp bırakanlardansa bu da... Öbürlerini kaçırdığına göre, çok güçlü olmalıydı bu adam. Bekledim. Yüreğim ağzımda. Yerinden kımıldamadı. Ansızın atılacaktı üzerime, besbelli, hız alıyor, hazırlanıyordu. Can korkusuyla kendimi yana attım, yuvarlandım, kaçtım.

Neden sonra durdum, düşündüm. Bu adam bana hemen saldırmamıştı ya, yiyemeyeceğinden değil. O halde kirpi sevmiyordu. Kirpi sevmediği için de öbürlerinin beni yemesini istememişti. Hani ben, öldürseler solucan yemem, size de yedirmem ya, onun gibi...

Daha sonra, çok dolaştım ama insanlardan kaçtım doğrusu. Onların hepsi kirpileri öldürmüyor, burası anlaşıldı. Kirpi sevmeyeni de var aralarında. Diyeceğim, kirpi düşmanı değiller hepsi. Ama hangisi öyle, hangisi değil, nasıl kestirilir?

Dikenliyim, yaradılışım öyle. Yanıma yaklaşıldı mı tortop olurum. Bu yanıma yaklaşanlar, ister köpek, ister kedi, ister insan olsun... Bir kez, insanlara akıl erdiremiyorum. Cırnakları gözükmüyor, yok belki de. Sonra öbürlerinden çok daha ağır kanlılar. Ama bu yüzden de ne yapacaklarını hiç mi hiç kestiremiyor, apışıp kalıyorum karşılarında. Onların başka yerlerinde bir gücü, bir savutu, ya da bir dikenleri var ama ben yerini çıkaramadım... Yanıma yaklaşılınca tortop olur, dikenlerimi kabartırım diyebiliyorum ancak; tek bildiğim, kesinlikle bildiğim, bu. Biz kirpiler böyleyiz. Böyle doğar, böyle ölürüz. Ömrümüz uzun olursa, öğrene öğrene, dikenlerimizi kabartmakta gecikmemeği öğreniyoruz galiba. Dikenleri kabartmadan beklemek gerektiğini, gelenin dost mu düşman mı olduğunu anlamadan dikenlerini kabartmanın eski kafalılık sayılması gerektiğini söyleyen bir komşumuz vardı burada, unutmamışsınızdır. Ben de inanmağa başlamıştım dediklerine. İşin tuhafı inanıyorum da hala. Geçen kışın başında o canavarın dişleri arasından sarkan kanlı ölüsü, düşüncesinin yanlışlığını göstermez bana kalırsa. Dikenlerini çıkarmakta gereğinden çok gecikmiş olabilir, vaktini iyi ayarlamamış olabilir; hem canavar, zaten biliyorsunuz, tanıdığımız yaratıkların hiçbirine benzemiyordu, dışarıdan gelmiş olacak, çünkü bir daha görmedik, ne onu, ne benzerini... O canavar diyordum, bildiğimiz her türlü düşmandan daha kurnaz, ya da daha yırtıcıydı belki. Hazır durmalıyız biz kirpiler, ama bu komşumuzun sözlerine de kulak vermeli, bütün dünyayı düşmanımız bellemekten vazgeçmeliyiz artık. Dostlarımız var mı, bilmiyoruz. Niye? Merak bile etmedik de ondan. Kim yaklaştıysa yanımıza... Söyledim zaten... Bu önemli soruya karşılık verecek durumda değilim şu anda. Ama bildiğim bir şey var: Korkumuzu azaltmalıyız. Azaltmak için de dolaşıp gezmeli, gerçek tehlikelerle karşılaşıp bu tehlikelerden kurtulmanın yolunu bulmalıyız. Yola çıkarken, yalnız düşmanla karşılaşacağımı düşünüyordum, dostlar da çıktı karşıma. Dostu tanımak için gerekli vakti her zaman bulabilir miyiz? Ben de biliyorum: Yok o kadar vaktimiz. Ama bir sokak boyunca gittik bir köpekle. Önce geldi kokladı, dikenlerim burnuna battı. Durdu. Başımı uzattım, baktım. Saldırmadı. Yürüdüm, yürüdü. Sonra koştu, gelmemi bekledi. Aynı şeyi bir kedi ile yaptık sonra. Onunla yarım sokak boyunca gittik. Diyeceğim, ille de saldırmaları diye bir şey yok. Düşmanlara meydan okuyarak çıktığım yolda, arkadaş da bulunabileceğini öğrendim. Bütün iş vaktin ayarlanması...

Metin'den kalanlar...

Tanıdığım nadide insanlardan biriydi Metin, Atlas Pasajı'ndaki dükkanına bir arkadaşımla gitmiştik, çay söylemişti, oturup söyleşmiştik alçak taburelerde, daha doğrusu onlar söyleşmiş ben dinlemiştim. Arkadaşım dergi işleri ve fanzinlerle meşguldü o dönem, o günlerde değil de, sonra sonra edebiyat dünyasında yıldızı parladı, Metin yeraltına köprüydü belki onun için, daha sonraları beni o dükkana götüren arkadaşımdan bağımsız da gittim ziyaretine, belli dönemlerde ayaklarımın yönü Metin'den geçti. Enteresan adamdı Metin, evindeki sayısını bilmediği kedilerinden bahsederdi sonra susardı, birlikte susardık diyelim şuna, suskunluğumuzu dükkana gelen bir müşteri bozardı kimi zaman, o misafiriyle ilgilenirken ben kitabımı açar okumaya başlar, misafirlerin gittiğinin farkına varmazdım, Metin okumamı bölmez, ben gelmeden önünde yarım kalan her neyse ona döner, bana ilişmezdi, sonra bir çay söylerdi tam zamanında, çayımızı içerken kitabıma ara verir Metin'e yönelirdim.  Nasılsın demezdik hiç, nasıl olduğunu bilmeden anlardık nasılız... Karikatüristti Metin. Sinema severdi sevmesine de "fantastik türk sinemasına" ayırırdı tüm ilgisini, sonra çöplük sineması denen filmlere adardı kendini, animeye aşıktı, ayrıca dışlanmış ne varsa onlar hep Metin'indi, zehir zemberek bir hafızaya sahipti, kendinden bahsetmezdi, başarı denen sistem formülüne inanmazdı, kiri, kirliyi, ezileni, uğursuzu, şuursuzu, körleri, aksayanları, çingeneleri sahiplenirdi. Aksaktı Metin. Takım elbiseli biri dışarıdan baksa onun için belki aynen böyle söylerdi. Metin aldırmazdı. Aldırdığı şeyler vardı da, böyle fani şeyler değildi. Sabahladığımız akşamlardan birinde, ben ertesi günkü sınavım için çalışırken, aşağıdakilerini ders notlarımın arkasına yazı yazar gibi, kolaycacık çizivermişti. 2007 yılında beyin kanaması geçirip bu dünyayı bırakıp gittiğinde henüz 42 yaşındaydı.



Not: Günün birinde arkadaşları, sevenleri tarafından Metin Demirhan üzerine bir görsel ya da yazılı  çalışma yapılırsa elimdeki orijinal çizimleri kendilerine seve seve vermeye hazırım. 

10 Haziran 2011 Cuma

Yılın ilk kirazını yediğin gün neler oldu?

Sabah uyandım, duşa girdim, çıktım, işe geldim, gelmeden önce benzin aldım, sevkiyatlar için listemi hazırladım, 9.45 sularında annemi aradım, "hastanenin önündeki banklarda odamızın boşalmasını bekliyoruz" dedi,  çalışmaya devam ettim, 12.07 de annem aradı, şimdi babanı alıp götürdüler dedi (böyle söyleyince babam ergenekon'un bilmem kaçıncı dalgasına yakalanmış gibi oluyor)  saat 12.40 a kadar çalıştım, sonra işten çıktım, 12.48 de hastanedeydim, 408 nolu odaya vardım, annem oturmuş bekliyor, 13.10 sularında babamı getirdiler, bu kez canı daha da acımış, katarakt ameliyatları zahmetli, uyanıksın her şeyden önce ve yapılan tüm işlere tanıksın, babam beni görünce tek gözü ile ağlıyor, ağlamasa diyorum ama olmuyor, bundan da kurtuldun diyerek geçiştirip ortamı şenlendiriyorum, Oğuz arıyor, gelişmeleri bildiriyorum, koray arıyor, merkez sürücü kursuna kaydını yaptırmış, necibe ablayı tanıyorum, taksitlendirme konusunda bir faydam olur muymuş, "olur çözeriz" diyorum, kapatıyorum, saat 13.50 civarı babamın zoru ile hastaneden ayrılıp işe dönüyorum, dönerken bacanın oradaki yorulmaz büfeden hem kendime hem davut’a karışık tost alıyorum, salçalı. Tostumu yerken Koray damlıyor işyerime, Necibe ablayı arayıp süper bir indirim alıyorum, Koray mutlu.

Çalışmaya 18.10’a kadar devam ediyorum, pek bir şey düşünmüyorum, 18.15 gibi işyerinden ayrılıp Hafızağa Konağı'na geliyorum, konaktaki görevli derse Selimiye Camisinin bahçesinde başladıklarını söylüyor, çıkıp grubu bulmam 3-4 dakikamı almıyor, gruba katılıyorum, önümdeki hatun arkasını dönünce bir bakıyorum ayol bu bizim süslü, dersi bırakıp sarılıyoruz, Hocamız iğne yapraklılardan ladini gösteriyor, işte ağaçlar ile ilgili ne olduysa ondan sonra oluyor, bir kapı aralanıyor ağaçların dünyasında ve biz bambaşka bir dünyaya giriyoruz, Bilge Karasu’nun çok sevdiğim öykülerinden biridir Avından El Alan. Kaç defa okuduğumu bilmem, sayılar ne de olsa bilimin işi, öykülerin, öykücülerin, öykü severlerin değil. İşte bu öyküde bir kaya vardır aralanan, içine girebilenler ancak çok çok cesur olabilenler, oradan çıkmayı başarırlarsa bambaşka biri olarak hayata başlarlar, işte bu öyküde kaya nasıl aralanırsa, ağaçlar da öyle, sanki ben o kayanın içine girip çıkmışım gibi, sanki dersten önce ağaçlar böyle değildi de, sihirli bir fırça dokunup hepsine birer yüz ve mimik vermiş gibi,  şimdi bak her biri farklı farklı, her birinin dalının üzerine birer ifade konuvermiş, iki saat içerisinde ağaçlara olan bakışım değişiyor, yaprağını elime alıp dokunuyor ve doğanın bıraktığı minik işaretleri okumaya değil de hecelemeye başlıyorum, öğrenmek! bir şeyi öğrenmenin verdiği pürneşeyi de anımsıyorum işte, doğa pek cilveli ve pek gizemli, öğrenmeye başlayınca sis perdesi aralanır gibi olmuyor, bilmediğinin farkındalığı perdesi iniyor insanın gözlerine, öyle ameliyatla filan gidecek cinsten değil bu perde, basbayağı inatçı, bu perdeyle yaşamasını öğrenmeli insan, öğrendikçe geçmeyeceğini bilerek, ne diyordum? ladinler, çitlembik, ceviz, dişbudak, ıhlamur, köknar, ah elbette çınar, karaağaç, akkayın, meşe ve türlü çeşitli ağaçların dünyasına giriş dersimizi Selimiye Camisinin avlusundan avköşküne kaydırıyoruz, herkes pürdikkat, pek bir hevesli, ormanda kısa bir yürüyüş, minik bir parkurda türlü çeşitli gizem, çantamda tanıştığım ağaçlardan birer merhaba yaprağı…

Dersin sonunda Süslü’yü eve bırakıyorum ve babamı görmeye gidiyorum, altında pijama, üstünde gömlek dolanıyor, bir gözü korsan, saat 21.15 ve annem elleriyle ağzıma yılın ilk kirazlarını bırakıyor, çekirdeklerini ben onun avucuna bırakıyorum ve eve dönüyorum, Oğuz eve yeni gelmiş, hemen yemeğe oturuyoruz, yemekten sonra hazinemle tanışıyor Oğuz, üzerimde tarifsiz bir heyecan. Oğuz da ben de yorgunuz, film izleyelim, ne izleyelim? Ulak. Günün finali. Uyumadan önce son anımsadığım yeni tanıştığım bir dişbudağın kollarına yerleşmişim de yukarılardan etrafı seyrediyorum, benim bulunduğum yerden manzara çok güzel ve kesinlikle yaşamaya değer...

7 Haziran 2011 Salı

Anneme giderken gördüğüm


Akşamları iş çıkışı eğer anneme gideceksem, bu yoldan geçiyorum. Kuş sesleri eşliğinde... Güzel oluyor, çok güzel...

6 Haziran 2011 Pazartesi

Bir hafta geriden gelen post

Aşağıdaki fotoğraflar düne değil geçen haftanın pazarına ait. Evden çıkıp üniversitenin iki köprü arasındaki bahçesine kaçtık. Üniversite bahçesi dediğim zaman akla eğitim binalarının bahçesi geliyor olabilir ama öyle değil, eğitim binası yok elbette burada, üniversite burasını -muhtemelen- kiralamış ve işletmeye açmış, bir zamanlar sadece öğrenciler ve öğretim üyeleri girebiliyormuş ama sonra halka da giriş izni çıkmış, yazın öğrencilerden çok bizim gibilerin uğrak mekanı. Bira var, harika patates kızartması yapıyorlar, masalar piknik masası, self servis, başına gidip gelen garsonlar yok, yayılabildiğin kadar yayıl yeri...

Sıcaktan bunalmış olduklarını varsaydığımız arkadaşlar...




 Oğuz ve biricik dergisi Uykusuz

Elimde olan, ödünç verdiğim ama yine geri gelmeyen kitaplardandı, son kitap siparişimde bunu da istedim. Biricik sevgilim Bilge Karasu. Okumaktan hiç sıkılmadığım, okumaya doyamadığım...


Geçen hafta babam sol gözünden katarakt ameliyatı oldu, işlem 22 dakika sürse de kendisi mavi ameliyat gömleğini ve yeşil bonesini giydikten sonra inanılmaz duygulandı, sedye ile ameliyathaneye gidene kadar ağladı, biz tabi teselli eden saftayız, annem babamı beklerken yemek programlarından birine baktı durdu, o kadar alışmış ki ameliyat fasıllarına...

Bu arada bu hafta, akşam iş çıkışı 3 gün 18.30 - 20.30 arası yetişkinler için Dendroloji (Ağaç Bilimi) seminerine katılıyorum. Eğitimin amacı yetişkinler vasıtası ile çocuklara ve gençlere doğa bilgisi aktarımı sağlamak. Semineri Edosk (Edirne Doğa Sporları Kulübü) düzenliyor. Ücret yok. Semineri Trakya Üniversitesi'nden Yrd Doç. N. Güler verecek. Cumartesi günü pratik eğitim için Istranca Dağlarına gidilecek.

İşte günlük hayat böyle geçip gidiyor. Ayrıca çok çok şahane filmler izledim, İncir Reçeli, Kaybedenler Kulübü, Vavien sadece bir kaçı... İşte böyle ...

Levrek, hamsi, kalkan... Kader anı Haziran!

Levrek, hamsi, kalkan... Kader anı Haziran!: "“Seninki kaç santim?” kampanyasının sonucu belli oluyor. Tarım Bakanlığı balıkların ve denizlerin geleceğine Haziran’da karar veriyor. İş işten geçmeden, balıklar tükenmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."