2000 yılı milattı benim için, üzerinden çok zaman geçti. O günler, yalnızlığın tozu dumana kattığı ve yaşamın bana sunduğu ilk okkalı dersleri aldığım günler. Ama yok konumuz bunlar değil, konumuz zor şartlarda dermeye çatmaya çalıştığım ve yalnız yaşamaya başladığım evimin en sevdiğim yeni eşyalarından biri, müzik çalarım. Üstelik cd player özelliği de var, üstelik sesin yayıldığı hoparlörleri gövdeden bağımsız ve ahşap. Elektronik bir cihazın plastikten uzak bir parçasının olması hoş, çok şık ve çok çok kullanışlı. O günlerde yataktan çıkmak için sebepler ararken, bu minik şey gelip gönlüme tıkır tıkır dokunur oldu, farkındaysan henüz dinlediğim müziklerden dahi bahsetmiyorum. Önemli olan şey, güne onunla başlamam ve zinde hareketlerim için bana yeterli sebepler veriyor olması. Müzik konusu ise benim çok iyi bildiğim bir konu değil, sebebi kulaklarım. Klasik müzik seviyorum ama çağlarını ayıramıyorum, defalarca dinlediğim bir melodinin kopya çekmeden kime ait olduğunu çıkaramıyorum, mesela Janis gibi değil benim için müzik, Janis eminim ki müziksiz yaşayamazdı, ben yaşayabilirim gibi gelir düşününce. Janis, müziği yaşamının içine alır tıpkı Oğuz gibi, ikisinin kardeş olması bana kalırsa herşeyden önce burada belli eder kendini...
Ne diyordum? O günlerde müzikçaların saat ayarı sayesinde güne başlama şeklim değişti, sabahlar eskisine oranla daha katlanılır oldu benim için, uyguladığım kapanma ayarlarıyla evden çıkma saatim geldiğinde kendi kendine kapanıp "çabuk çık! ayakkabılarını giy hadi!" komutunu verdi bana, işte bunun gibi küçük minik oyunlarla evde olduğum zamanlarda kendisi hiç susmadı, çoğunlukla da 94.9 açık durdu, o günlerde evde önemli olma halini hep korudu, yalnızlığımı aldı, birincildi.
İstanbul'da, Oğuz'la birlikte yaşamaya başladığımız diğer ev, nedense bu müzikçaları sevmedi, gözde nesnem orada hiç varlık gösteremedi, evden ziyade bizim payımız var kabul ediyorum, yüzümüz daha çok filmlere dönük, dinlemek istediğimiz müzikleri çalma yetkisini bilgisayarlara verdik, biraz ayıp etmişiz. Şimdi yaşadığımız eve gelince, buradaki evimiz yaşadığımız en büyük ev, müziği tek bir noktadan dinlemeye çalışmak pek mümkün değil, iyi bir yer bulmak lazım derken şifonyerin üzerinde öylece bekledi sabırla.
Hafta sonu evle ilgilendim biraz, yatakodasında yollukları kaldırdım, toz aldım, derledim topladım, nevresimleri değiştirdim, ohh mis gibi, işte bir an o çarptı gözüme, tozlanmış. Tozunu aldım, başucuma, komodinin yanında yere koydum, taktım fişe, çalışıyor. Dedim ki, radyo çalsın, iyi de Edirne'de radyo konusu sorun. Dinlemek istediğim kanalları ancak internet üzerinden dinleyebiliyorum. Ama olsun nasılsa 88.10 var. Oğuz ve ben farklı zamanlarda keşfetmişiz bu kanalı. Keşfetmemek mümkün değil gerçi, diğerleri bizim için katlanılması imkansız şeyler çalıyorlar. 88.10 yunan radyosu. Adı sanı nedir bilmiyoruz. Arada bir, bir amca çıkıp konuşuyor, çok kısa, şundan şu eseri dinliyoruz diyor ve hoop anons bitti, haydi müzik. Hep ama hep klasik. Zaman zaman ilahiler de çalınıyor, aryalar da, saat başlarında haberleri veriyorlar, yine kısacık. Yunanca konuşan birilerini dinlemeyi çok istiyorum, kulaklarıma uzak bir dil ve belki bu kadar uzak olduğu için çok da zor bir dil hissi veriyor, sanki asla o coğrafyada yaşamadan öğrenilemezmiş gibi. Burada Yunanlılara karşı nefretle bakanı hiç görmedim, komşi komşi diye sesleniyorlar birbirlerine, aksine, turist olarak geldikleri bu kentin alışverişini canlandırıyor, iyi de para bırakıp gidiyorlar, esnafla aralarında zamanla garip bağlar da kurulmuş, kapalıçarşıda dükkanı olan abimin devamlı müşterileri var, her edirneye geldiklerinde kahve içmeye abime uğrayanlar var, ortak bir dilleri neredeyse yok, ama yığınla şey anlatıyorlar birbirlerine, bunca şeyi nasıl anlatıyorlar? Sanki gönüller yakın olunca kelimelerin gücü ve gerekliliği burada bitiyor...
Dün sabah uyandım, radyoyu açtım, yüzümü yıkadım, yatağı topladım, örtüsünü serdim, üzerine yastıkları yerleştirdim, radyo mırıl mırıl, içimden "şu an Oğuz'da yolda bunu dinliyor" düşüncesi geçti, garip bir mutlulukla sarıp sarmalandım...
21 Haziran 2011 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
6 yorum:
ne tatlısın çellom.. dokunduğun şeylerle..
sevgili aylak, ne iyi oldu da geldin, ben de sana geçen gün lağımlaranası yadabeyoğlu ile ilgili bişeyler yazacaktım ama olmadı sonra. kaynadı gitti kelimelerim, şimdi bir daha nasıl toparlarım onca sözü bilemedim, o kitapta kedili meryem nasıl bir karakterdir di mi? nasıl kanlı canlıdır, sokakta görmeyi umduğumuz biridir...
Senin okuma temponu çok kıskanmakla birlikte sevgilerimi gönderiyorum.
beklemedim değil, çello görürse yazar dedim kesin :)
:) gördüm görmem mi?
Sen dijital ama ahşap hoparlörlü deyince aklıma şu an, bilgisayar masasının altında tozlanmakta olan ilk müzik setim geldi... Ben hep dijital birşey olacaksa bile bir tarafının hala klasik ve eski görünmesini seviyorum... O müzik setini çok yormuştum biliyorum, ahşap hoparlörin ses kalitesi herzaman diğerlerinden fazlaca önde. Sen yaşarım demişsin ama ben müziksiz gerçekten yaşayamam :) yani yaşayamam işinin şakası bir yana müzik etrafımdaki rüzgar gibidir, ve gölgem gibidir... Bir sabah servise koştururken eğer kulaklığım evde kaldı ise işe gitmek benim için kabustur... Evdeki değer verdiğim albümlerin daha doğrusu cd lerin iç kısmına zamanındaki manyaklıklarım neticesinde koyup çıkarırken çizilmesinler diye peçeteler kesip bantlardım. Tabi sonra film izleme hastaşlığı neticesinde müzik zevkim tüm filmleri 5.1 izleme hastalığı ile nüksetti, uzun bir bekleyiş sonrası hayalini kurduğum sinema sistemi şeyisini alınca bizim emektara tavan arası tadında bir yer göründü :) Ama şimdiki hayalimde daha profosyonel yine ahşap kabinli bir ses sistemi almak, sadece müzik dinlemek için kullanacağım karşısına oturup son nefesimi verene kadar müzik dinleyeceğim bir şey olsun istiyorum, ne zaman gerçekleşir kimbilir... ama herşey bir yana eski emektar setimin ahşap hoparlöründen çıkan temiz sesi aramıyor değilim, onun için 3 aylık bebeğin emziği gibi kulağumdan düşürmüyorum kulaklıkları... O olmasa mutlaka bir şarkı olur dilimde, o da olmasa elim ayağım biryerde tıkırdar durur... Delilik işte :) Keşan da ki ünv döneminde o radyo kanallarına rastlardım yunan radyosu, çoğu zaman özellikle geceleri takılırdım o müziklere... Çok güzel anlatmışsın o hisleri, hele en son kurduğun cümle öyle sıcak ki samimiyeti ulaştı buralara kadar...
özlediğim hisler, şimdilerde uzak olduğum...
gks, yorumun postama düşer düşmez okudum, ama yayınlamak ve yanıtlamak için en doğru zamanı kolladım, şimdi en doğru zaman gibi görünse de günün yorgunluğu ile kendimi rahatça bıraktım, kafamdaki uğultunun dinmesini bekliyorum. dur bi yandan laflayalım yine de, demek sen de o yunan amcaların seslerine aşinasın, ne garip bir dil yahu, haberleri bile dinlemesi benim için zevkli, fransızca sohbetlere nasıl da bayılırım ben,şimdi bir de yunanlılar çıktı başıma. bu arada ben dünya gerçeklerinden bazen nasıl da uzak oluyorum, yazıyı yayınladıktan sonra abimle ilk karşılaşmamızda sordum, turistin durumu nedir diye, gelen giden hiç yok dedi, ben şaşkın bir halde aaa neden dedim haliyle, e sen izlemiyor musun haberleri, imf'le görüşmelerini, para peşindeler, krizin eşiğindeler, buraya gelip para harcayacak halleri mi var? ay evet var böyle bir durum da, ben nedense bağlayamamışım bunu günümüzle, neyse...
dilerim günün birinde hayalindeki çalara ulaşırsın gks, toplumun "hastalık" olarak değerlendirdiği ve epey de para harcanan zevkleri anlaşılır buluyorum, mesela taşınmaz mülklerdense bana böylesi yapılan harcamalar çok daha anlamlı geliyor. geçen gün annemlerin oturduğu mahallede, beraber futbol oynadığımız çocukluk arkadaşlardan birini gördüm, kendine suzuki motosiklet almış, tam 12000 tl ye. e evet bu dışarıdan bakılınca bir hastalık ve kimine göre çok çok gereksiz, üstelik bakış çoğunlukla şu şekilde, bu paraya harika bir otomobil alabilirdi yönünde, oysa ikisi birbirinden ne kadar farklı, amaçları ve verdikleri haz.. işte böyle gks, şimdi iznini istiyorum, doğa'ya sevgilerimi ilet, günün birinde onun zengin menüsünden faydalanmayı umduğumu da unutma lütfen, sevgiler.
Yorum Gönder